Öykü- Sibel Oğuz- Saydam Saksılar
- İshakEdebiyat
- 9 saat önce
- 5 dakikada okunur
Nice dağlar aştı, yüksekti. Zirvesinde Yusufçuk kuşları gördü. Bencildiler. Onunla alay ettiler. İnsan, kendini aldattı, dediler. Kahkahalar yükseldi. Dönüp arkasına baktı. Pis kuşlar, dedi. Gökyüzüne uzattı ellerini, bir bulutun ucuna asıldı. Yağmur başladı, radyo yapımcısı türküyü kesti. Sayın seyirciler beklenen yağmur başladı. Barajlar dolacak sonunda. Türkü tekrar yayında. Kaldığı yerden devam etti.
“Bir ay doğar akşamdan…”
Kuşlar, Yusufçuk, dediler. Şehirdeki bütün Yusuflar arkasına baktı. Onlara kimin seslendiği belli değildi. Padişah döndü. Yusuf’tu adı. İnsan kendini kandırdı, dediler. Öfkelendi. Koca bir boşluk belirdi önünde, gözleri ulu orta içine düştü. Göz çukurlarına güller dikti bahçıvan. Kuşlar, bir avuç toprak doyursun gözünü, dediler. Gagalarında alaycı bir ifade vardı. Saydam iki saksıda illegal güller yetişecek. Padişah ise ülkesindeki dilenci kadının sarkık memelerini sırtına yükleyip onu başka yerlere sürecek. Oturduğu divanın altında gözlerini ararken onu dünyaya bağlayan ışık huzmeleri uzak bir boşlukta padişahı seyrediyordu.
Gözlerini açtığında karşısında bahçıvan vardı. Güller bir aya kalmaz açar sultanım,” dedi. Yüzünde tatsız bir gülümseme... Yağmur durdu, barajlardaki su beklenenin altında kaldı. Radyo yapımcısı bilmem kaçıncı kez aynı türküyü çaldı.
“Bir ay doğar akşamdan…”
Şimdi ülkenin derdini, tasasını unutmuş, bahçedeki güllere sevdalanmış bir padişah bunları yazamaz, diyecekler. Bir sultan için şiirin tehlikeli olduğunu söyleyerek onu şair ilan edecekler. Bunu ancak şizofren bir hastanın kendini kanıtlama çabalarına yoracaklar.
Göz çukurlarına gül dikmiş bir sultanla bir ülke başa çıkabilir mi?
Bahçıvanın üzerinde sarı yağmurluğu vardı. Sabah radyoyu dinliyordu, yağmur gün boyu yağacakmış. Kendi kendine mırıldandı. Bu yağmur da nereden çıktı? Haşa Yaradan’ın işine kim karışabilir? Başını sallayıp kötücül düşüncelerini savdı. Bu hareketiyle Yaradan’a olan sarsılmaz inancını bir kez daha sağlama aldı. Bugünkü işi sarayın arkasındaki nar bahçesindeydi. Kuru otları yolacak. Ağaçların gövdelerine kireç sürecek. Dibine tavuk gübresi koyacak. İçinden, günde bilmem kaç defa tekrar ettiği sözünü söyleyecek. “Topraktan geldik, toprağa gideceğiz.” Zihninde bunları tasarlarken bir yağmur tanesi kulağına düştü, kendi kendine söylendi, “Hayırlısıyla gel, güllerime, narlarıma dokunma, sultana mahcup etme beni.” Hafif ıslanan perçemini eliyle kuruladı. Geniş alnı harman yerini andırıyordu. Tohum diksen ürün verecek kadar sahiciydi... Kendi kendine, geçen sene onca nar ziyan oldu, dedi. Bahçıvan toprakla, havayla, ağaçla yağmurla konuşurdu. Bir tek insana susardı.
Çamura bulanmış çizmeleriyle bostan korkuluğuna yaklaştı. Bir diğer adıyla Arif’e.
Korkuluğun üzerinde ıslandıkça ağırlaşan eski, keten ceket yer çekiminin gücüne karşı koyamıyordu belli ki. Bir zamanlar çam ormanlarının soylu ağacıydı Arif. Gölgesinde aslanlar uyurdu. Toros Dağları’nın zirvesinde, göğe yakın bir yerde dimdik meydan okurdu gökyüzüne. Zaman içinde küçüldükçe küçüldü, şimdi sadece bir bostan korkuluğundan ibaretti.
Arif, dirseksiz kollarını doğuya ve batıya açmış, insanlığı kucaklamak ister gibi hareketsiz duruyordu. Bugün nasılsın, dedi bahçıvan. Sonbahar rüzgârı korkuluğun boynundaki fuları almak için epeyce uğraşmıştı. Üstü başı dağınıktı. Yerde esintiye karşı koyamamış onlarca nar en güzel yerlerinden çatlamışlardı. En yaşlı ağacın dibinde kablosuz bir radyo duruyordu.
Bahçıvan, geceleri dilsiz Arif’e dil olsun diye radyo koyuyordu yanına. Domuzları kaçırmak için bir yöntemdi bu. Kuş dilinde türküler söylüyorlardı. Radyodakiler mi? Bahçıvan, Arif’in dağınık görüntüsünden rahatsız oldu. Bir sarayın korkuluğunun üstü başı makamına uygun olmalıydı. Arif’e çeki düzen verdi. Ceketini düzeltti, fularını ciddiyetle doladı boynuna. Omuzlarına dökülen nar yapraklarını silkeledi. Artık karşısında o pejmürde Arif yoktu. O sırada bulutlar hızla gökyüzünün orta yerinde toplandılar. Evren yasadışı işler peşindeydi.
“Bir ay doğar akşamdan…”
Spiker araya girdi. “Sel felaketine karşı uzmanlar uyarıyor,” dedi.
O esnada sultan güneye bakan penceresinden gülleri seyrediyor, mavi güllerin gökyüzüne karışacağı günün hayalini kuruyordu. Yağmurla derdi yoktu besbelli.
Bahçıvan, tohumunu uzak diyarlardan getirttiği gülleri kimseye elletmiyordu. Mavi güllere bir kuş dahi dokunmamıştı bugüne kadar. Elinde tüfek, bahçeye doğru uçan her kuşu havada vuruyordu... İyi bir nişancının hüneriyle... Bin ah ağızlarda. Hâlbuki bahçıvan hayatı boyunca nişan almayı öğrenmemişti. Kötülüğün öğretmeni kim, o da bilmiyordu.
Ay bu gece erkenden doğacak. Mavi güller padişahın penceresine yansıyacak. Ve sultan ömrünün en güzel rüyasını görecek. İhtimaller padişahın zihninde dolaşırken spiker türküyü başa sardı.
“Bir ay doğar akşamdan…”
Arif, dalgındı. Domuzlar onu korkutuyordu. Narlarına zarar gelirse ülkede şarap olmayacaktı. Asıl tehlikenin kuşlar olduğunu bilmiyordu oysa. Kuşlar aralarında anlaşmışlarcasına Yusufçuk Yusufçuk, diye öttüler. Liderleri anaç kuş bir felaket taşıyordu saraya. Sultan kuşlara kulak tıkamış, güllere dalmıştı. Gözleri bir süre sonra kendiliğinden kapandı, rüyasında sarayın bahçesinde mavi gül yetiştiğini gördü. Demek ki ülke bol ve bereketli bir kış geçirecekti. O rüyaları bir işaret olarak görürdü. Ah! Mavi güller, dedi. Üzerine tek bir kuşun dahi konamayacağı bakire güller!
Bahçıvan, Arifi’n kulağına eğilerek, “Bir saray bahçesinde korkuluk olmak her ağacın kârı değil,” dedi. Sultan, nar bahçesine korkuluk dikmek için gökyüzüne en yakın ağacı bulup getirin, demişti. Soylu ağaç kaderinden kaçamadı. Dalları türlü kuşlara ev sahipliği yapmıştı, oysa şimdi kuşlar onunla alay ediyordu. Üstelik korkması gerekenler aksine onu korkutuyordu. Bahçıvan kollarını sıvadı. Yağmura açtı ellerini. Abdest aldı. Bedeninin yağmur suyuyla şifa bulacağına inanıyordu. Secdeye eğildi, alnını toprağa değdirdi. Özü onu çağırıyordu sanki. Bütünleşme arzusu içini kemiriyordu. Ürperdi. Beni sultanıma mahcup etme, dedi. İçindeki ses kalbinin boş duvarlarında yankılandı.
Arif yorgundu, kolları ceketin ağırlığı altında ezilmişti. Omuzları sona yaklaştığını gösterir gibi düşmüştü. Sonbahar yağmurları buralarda dinmek bilmez. Onu bu makama taşıyan ceketi kaç kez ıslanacak kaç kez kuruyacak bilmiyordu. Bilinmezlik, belirsizlik çanları çalıp duruyordu.
Toprak arzusuna kavuştu. Yağmuru içine çekiyordu usulca. Spiker neşeyle türküyü kesti. “Sayın dinleyiciler barajlar dolacak, ülkede bayram havası.”
Arif'in kuruyan ceketi yeniden ıslandı. Islana kuruya kötü bir koku salıyordu etrafa. Yağmur yağdığı günler gövdesine sığınan onca kurdu kuşu düşünerek iç geçirdi, “Bir şemsiye dikselerdi başıma.”
Bahçıvan secdeye kapandı. Kuşlar davete gider gibi çatlayan narlara üşüştüler. Her birinin gagasında bir nar tanesi. Ağızlarından kırmızı kan sızıyordu. Ortada büyük bir cinayet işlenmişti ve herkes sessizce katilini arıyordu. Bahçıvan sağa dönerek melekleri selamladı. Yağmur şiddetlendi. Anaç kuş ağzındaki nar tanesini yere bırakarak, “İnsan kendini kandırdı,” dedi. Bütün kuşlar kanat çırptılar. Arif onları korkutamamanın ıstırabı içindeydi. Kuşlar, hain planlarını yapmıştı. Bir gecede bütün nebatlar yenilecek, kalanlar ziyan edilecekti. Kuşdilinin kendine özgü tehlikeleri vardı, bunu en iyi Arif biliyordu... Yağmur tüm hızıyla başladı.
“Bir ay doğar akşamdan…” Ama doğmadı. Bahçıvan bu kez sol meleği selamladı. Kâinat, bir dakikalığına işleyişini durdurdu. Yağmur kesildi aniden. Spiker öfkeli. Sultan uzaklardan gelen yükünü boşaltmış gemilerin dönüşünü seyrediyordu. Rüzgârın ve denizin etkisiyle dalgalanan bayrak, sultanın yüreğindeki durgun sesi harekete geçirdi. Tık tık tık, içinde zamanı durdurmak isteyip de işleyen bir saat vardı. Kalbi yerine sığmayacak, sınırları aşacak gibiydi. Bu hız, bu atışlar, bu sessizlik kıyametin habercisi olabilir miydi? O da bilmiyordu. “Şu mavi güller bir yetişsin selamete çıkacağız, kuşların hepsini öldürteceğim, rüyalarım beni yanıltmadı, kötü kuşlar ebedi göçe hazırlanın!” dedi. Sakalını avucuyla taradı. Kalbi yavaş yavaş odasına çekildi. Her şey olağan ve sessizdi. Yağmur yavaş yavaş uzaklaştı şehirden.
Arif, ceketinin ağırlığı altında ezilmiş, yüzükoyun yerde yatıyordu. Tek bacağı birbirine bağlandığı yerden ayrılmıştı. Bahçıvan, işte şimdi dünyanın çivisi çıktı, dedi. Kuşlar aralarında hararetli konuşurken bir ulusun yıkımını kendi dillerine çeviriyorlardı. Nar bahçesi kan gölüne döndü. Spiker, “Sevgili dinleyenler ülke sular altında kaldı.” Ay karanlık. Radyoda cızırtı. Şehirde kanlı bir sel felaketi, kuşlar göçe hazırlanıyor. Sarayın bahçesindeki mavi güller kırmızı, her şey özüne dönme derdinde. Domuzlar eşeledikleri çukurun içinde mi can çekişecekler? Yasalar tersten işlermiş, yalan değil. Bahçıvan, kan dolmuş çizmeleriyle Arif’in dört parçaya ayrılmış bedenini sırtlandı. Ceket leşe dönmüştü. Fular kırmızı güllerin dikenine takılmış, savruluyordu.
“Torosların yüksek yerlerine çıkacağız,” dedi Arif, “sarayın bahçesinde korkuluk olmaktansa...” Padişah pencereden bir ulusun yıkımını izlerken kalbi odasından fırladı. Nice kuşlar gördüm, Yusuf Yusuf dediler, bencildiler. İnsan kendini aldattı, dediler. Her şey sonsuza dek sustu. Bir ses yankılandı. Sultanın yerinden fırlayan kalbi şehrin ortasına düştü. “Yasa dışı organlar,” dedi kuşlar. Kanatlarına sultanın kanı sıçradı. Bahçıvan, kırılmış iki saydam saksıyı toplayıp kaldırdı, başını kaldırıp gökyüzüne baktı, kuşlar ayın önünde toplanmış uçuşuyorlardı.
Sibel Oğuz
İmgesel mistisizmi realist bir konforla içimize işleyen öykünüz için müteşekkiriz.