top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Zeynep Öztekin Yıldırım- Lavapies'in Sırrı

Şehir sakinlerinin gün boyu lazımlıklarda biriktirdiği dışkı ve idrarı balkondan boca etme zamanı gelmişti. Bir an evvel eve varmalıydı. Kışın akşam saat on oldu mu başlar “Agua va!”[1] nidaları. Bu cümleyi duyan kaçacak yer arar ya da baştan aşağı idrar ve dışkıya bulanır, eve öyle döner. 

Biraz önce dinlediği şiir hâlâ kulaklarında, kendine rakip namzeti bu genci nasıl alt edebileceğini düşündü. Daha çok çalışıp, daha çok üretmeli, gelecek toplantıya dek iyi hazırlanıp şu genç adamın eksiklerini bulmalıydı. Adımlarını sıklaştırdı, onu takip eden kişi de hızlandı. Kim bilir hangi âşığının belalısıydı. Kadınları seviyordu. Onlar da onu. Her çiçekten bal alan bir arıydı Lope, çalışkan bir işçi arı. Siyah pelerinine sıkı sıkıya sarılıp, geniş kenarlı şapkasını yüzüne doğru indirdi. Bu kalın siyah pelerin onu kaç defa korumuştu. Plaza Mayor’un kalabalığı bitmiş, yollar tenhalaşıyordu. Tam karşı kaldırıma geçecekti ki arkasındaki sırtına çullanıverdi. Lope, bir hareket ile çelimsiz adamı yere çaldı ama elinde taşıdığı defterler, kağıtlar da yerlere saçıldı. Saldıran fırlayıp tekrar hamle yaptı, Lope bıçak darbelerini hissetmedi. Bir tane sağ koluna, diğeri karnının alt kısmına, ufak tefek adamı göğsünden itiverdi. Soğuk metal, ıslak taşlarda kayıp gidince, saldırgan da kaçtı. Lope “Agua va!” cümlesini duyar duymaz yere saçılmış kağıtlarına doğru koşup, peleriniyle üstlerine kapandı. Üstü başı kirlense de olurdu ama son yazdığı şiirler vardı orada. Biraz önce çıktığı tertulia’da arkadaşlarına şiirlerini okumuş ikisi çok beğenilmiş, bastırılmasına karar verilmişti. Onları kaybetmeye gönlü razı gelmezdi.

Bir pencerenin açılma sesi duyuldu. İşte yine çürük yumurta ile kuru fasulye karışımı o iç bayıltıcı, iğrenç koku. Üstü başı batmış neyse ki yazılarını kurtarmıştı. Kollarını, yüzünü yokladı. Hiç kan yoktu. Oyalanmadan eve koştu. Anahtarı, anahtarı nerede? Boğuşmada düşürmüş olmalıydı. Isabel’i uyandıracaktı mecburen. Kapıyı çaldı.

“Kim o?”

“Benim Lope.” Isabel’in ince narin ellerinin kapı koluna gidişini hayal etti, sonra pembe göğüs uçlarının göründüğü beyaz pamuklu geceliğini.

“Lope bu ne hal?”

“Yolda saldırıya uğradım. Gördüğün üzere lazımlık saatine denk geldim.” Isabel, şüphelendi ama sırası değil diyerek, sorguyu ertesi güne bırakarak su ısıtmak üzere banyoya gitti.

Sabahleyin, faytoncu Lope’yi tiyatro yapımcısı Velázquez’in evine götürürken, “Yapımcı, yeni bir talepte bulunur mu?” diye düşündü. Velázquez, Kont Sessa’nın asillere verdiği yemekte onu bir köşeye sıkıştırmış, kızıyla ilişkisi olduğunu öğrendiğini sus payı olarak yirmi oyun yazmasını istemişti. Yirmi oyun, iki ayına mal olmuştu. Edebiyat çevrelerinde en üretken yazar olarak tanınıyordu, bilselerdi neden bu kadar hızlı ve çok oyun yazıyor? Bir de başarılı bir yazar ile tanıştırılacaktı. Nereden çıktıysa? Kendinden başka kimseye “başarılı denmesine katlanamıyordu. Aklında bin bir türlü şeyle Velázquez’in evine vardı.

“Hoş geldin Lope, gel şöyle geç.”

“Sizleri tanıştırayım, Bay Miguel de Cervantes, o da yazar.”

“Memnun oldum. Ne zamandır isminizi duyuyor, sizinle tanışmak istiyordum.”

“Ne mutlu bana, ben de yazdığınız oyunları zevkle seyrediyorum.”

Lope’nin gözleri, istemsizce Cervantes’in sol elinin bıraktığı boşluğa takılı kaldı. Ona çevrilmiş soran gözleri görünce kendini mecbur hissederek, “Yazı yazdığınız eliniz miydi?” diye sordu.

“Diğer elimle yazmayı öğrendim.”

“Yazma tutkusu insana neler yaptırır.”

Miguel, yarım bir gülüşle gözlerini kaçırdı, bir süre sonra açıklama yapma gereği hissetti.

“Ülkeden sürgün edilince, bir süre İtalya’da yaşadım. Orada donanmaya katıldım. Gerisi malum hikâye.”

“Yazarlık ve askerlik, ne kadar zıt iki meslek.”

“Askerliği hiçbir zaman mesleğim olarak görmedim. Hatta, Cezayir’de Osmanlı esiri olarak kaldığım zindanda bir roman kaleme aldım.”

“Bilmiyordum, bir gün okumak isterim.” Lope de Vega’nın ilgilenmesi içinde bir umut ışığı yakmıştı. Sevindiğini pek de belli etmemeye çalışarak,

“Ufak tefek düzeltmeler yapıyorum üstünde, bitirince, bir gün size vereyim o halde,” dedi.

O gün, iki yazar birbirlerine çabucak ısındılar. Çıkışta Retiro Parkta bir yürüyüş yaptılar. Meşe ağaçları, masmavi gökyüzü, taze ve soğuk havanın ferah kokusu ile kendilerine gelmişlerdi. Öğleden sonra güneşi rahatsız etmeden usul usul ben de buradayım diyor, etrafta eşleri, nişanlılarıyla yürüyüşe çıkmış memurlar göze çarpıyordu. Öğle arası çoktan bitmiş işlerine dönmüş olmaları gerekiyordu ama parkın verdiği huzur kolay bırakılıp gidecek gibi değildi.

Lope’nin heyecanlı, neredeyse bütün gövdesiyle konuşması, kaşlarının, gözlerinin bile bu coşkuya katılması Miguel’in hoşuna gitmişti. İçi dışı bir adam demişti kendi kendine. Miguel omuzlarında uzun yıllardır çektiği yokluğun ağırlığını taşıyordu. Bir Lope’nin bordo kadife şık ceketine baktı bir de kendi giydiği, eski, yer yer yamalı ceketine.

“Nerede oturuyorsunuz dostum?”

“Lavapies’de.”

“Ben de. Haydi beraber yürüyerek gidelim.”

Lavapies, kerpiçten yapılma, kiremit damlı, tek katlı evleriyle tanınan, Madrid’in merkezinde yer alan bir semtti. Kral II. Felipe’nin izni olmadan kimse tek kattan yüksek ev düşünemezdi bile. Her kat için kiranın yarısı Kral’a veriliyordu. Kimse bu parayı ödemek istemediğinden, ikinci katı çıkmamış, Lavapies’de sayısız tek katlı ev yapılmıştı. Plaza Mayor, Saray ve Puerta del Sol’a on dakikalık yürüme mesafesinde olduğundan ressamlar, edebiyatçılar tercih ederdi bu semti. Sabah evden çıkan birinin önce Lope de Vega’ya sonra büyük şair Góngora’ya rastlaması olağandı. Zaman içinde de “Edebiyat Mahallesi” adını aldı.

Lope eve döndüğünde Isabel bir atmaca misali üstüne atladı. Dün gece olanları etraflıca konuşmak istiyordu. Lope her zamanki enerjik ve neşeli tavrıyla onu savuşturacağını düşünmüştü. Fakat kadın akıllıca davranıp dün geceyi açmadı, kocasını köşeye sıkıştıracağı yeri hazırlamıştı bile:

“Bugün pazarda Ana’ya rastladım.”

“Nasılmış Ana ve çatlak kocası?”

“Kulaklarına bazı dedikodular gelmiş.”

“Ne o Isabel, pazar köşelerinde dedikodu yapmaya da başlamışsın.”

“Konuyu değiştirme sakın. Birileri seni Velázquez’in kızıyla görmüş.”

“Ne var bunda? Her gün onlarca kişiyle görüşüyorum.”

“Fazla samimiymişsiniz.” Lope de Vega konuşma uzadıkça köşeye sıkıştığını anlıyor, Isabel’in insanın düşüncelerini okuyan delici gözlerinden kaçamıyordu.

“Isabel, sevgilim, hayatımın aşkı, benim için bu dünyada bir sen varsın.”

“Lope, son günlerde olanları birleştirince, dedikoduların boşa çıkmadığını anlıyorum. Bay Velázquez istedi diyerek deliler gibi oyun yazmalar, geçen geceki saldırı.”

“Bunlar senin hüsnükuruntuların hayatım.”

“Eğer aranızda bir şey varsa, derhal o kadınla ilişkini bitir. Bu bahis bir daha açılmasın.”

“Ben çalışma odamda olacağım. Finalini yazmam gereken bir oyun var.”

Bir tartışmayı daha, olabildiğince az yara alarak bitiren çift, Lope’nin başka bir çapkınlığına dek şimdilik barış antlaşması imzalamışa benziyorlardı. Bu kaçıncı vukuattı. Bazı âşıklarının evli olması işleri karmaşık hale getiriyordu. Ama ne yapsın Lope kadınları çok seviyor ve ilham kaynakları hep bu sevimli şeytanlar oluyordu.

Tanışmalarından kısa bir süre sonra Lope ile Miguel iki iyi dost oldu. Yine bir tertulia gecesinde Lavapies’in çıkışında bulunan Paco’nun Yerinde rastlaştılar. Sıra yeni yazdığı bir şiir ile Cervantes’e geldi. Kafede çıt çıkmıyor, içeri girip çıkan müşteriler de sessizce bir kenara ilişmiş şiiri dinliyorlardı.

Ölümde yaşamı, hastalıkta sağlığı, hapiste özgürlüğü, tutsaklıkta salıverilmeyi, ihanette sadakati ararım. Hiç iyilik ummadığım bahtım, gökyüzüyle bir olmuş, imkânsızı istediğimi bildirir, mümkün olanı da bana çok görür.”[2]

Yazar, şiiri bitirdiğinde, güçlü bir alkış koptu. Miguel, Lope’nin gözlerine gömülü kıskançlık tohumlarını fark etmemişti. Lope, Miguel’in herhangi bir yazar değil güçlü bir rakip olduğunu o gece anlamıştı. Bu dostluk zamanla Miguel açısından güven zeminine otururken, Lope için sessiz bir rekabete dönüşmüştü. Bir akşamüstü yolda karşılaştılar.

“Ooo üstadım, yerde ararken gökte buldum.”

“Öyle mi, neden arıyordun ki beni?”

“Sana daha önce bahsettiğim romanımı vermek istiyordum. Aslında niyetim yayımlatmak ama kim yayımlar, kime emanet edebilirim bilemedim.”

“Ben ne yapabilirim?”

“Çevren geniş, elbet bu romanı yayımlayacak birini tanıyorsundur hem ilk okuyan da sen olacaksın.” Aklına doktor babasının sözleri geldi, “işi ehline vereceksin oğlum,” derdi hep, “gerekirse üste para ver ama değer verdiğin bir şeyi ehline teslim et her daim.” Lope de Vega da ehildi, dönemin en güçlü edebiyat figürüydü. Tiyatroda komedi diye bir şey icat etmiş, halkı peşinden koşturuyordu.

“Peki dostum, ben de merak etmiştim doğrusu. Şansımızı deneyelim, romanını basacak kimse çıkacak mı?”

Birkaç hoşbeşten sonra evlerine yollandılar. Miguel hayalinde kitabın basılı halini canlandırmaya çalışırken, Lope karnında ağrılarla evine vardı. Bir yazarın yazdığı yeni eserini emanet edeceği o ilk kişi çok önemlidir. Okumasını istediği kişiyle mahremini paylaşır adeta. Aklından geçen çılgınca fikirleri, hayalleri, çocukça düşleri itiraf ederken, evinde hiç kimsenin görmediği kilitli odasına buyur eder. Miguel’in, Lope’ye duyduğu güven ile gürül gürül akan o dostluk şayet okyanusa dökülürse buradan sonrası sonsuzluk olacaktı. Yeter ki önüne set çekilmesin.

Lope, akşam Miguel’in ona verdiği metni okumaya başladı. Cümleler ipek bir kumaşı okşayan el gibi akıp gitmiş zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı. Şafak sökmüş irili ufaklı inci taneleri çalışma odasına doluşmaya başlamıştı. Başı dönüyor, göğsünde ince bir sızı duyuyordu. Zihninde, iyi ile kötü bir savaşa tutuşmuştu. Miguel, ona güvenmiş kimsenin henüz okumadığı romanını teslim etmişti. Bu cümleler, bu hayal gücü, bu kurgu, daha önce hiç görülmemiş bir şeydi. Ondan çok daha iyiydi kahrolası! Üstelik tiyatro oyunları da yazıyordu. Ya şiirlerine ne demeliydi? Bu roman yayımlanırsa onu ezer geçerdi. En ünlü, en sevilen, en beğenilen, en çok konuşulan o olmalıydı başkası değil. Onu kimseye öneremezdi. Hepsi, yazdıkları, hayal güçleriyle ekmeğini kazanıyordu. Ertesi gün aç kalıp kalmayacakları zihinlerinin içinde tasarladıklarında saklıydı. Düşünceleri para ediyordu. İnsanlar her gün onun aklından çıkan şeyleri seyretmek için oyunlarına geliyordu. Bunu bir başkasıyla bölüşebilir miydi? Bu yüce gönüllülüğü yapsa daha büyük bir sanatçı mı olurdu? Yoksa kendine mi ihanet ederdi? Peki, Miguel’in ona olan itimadını ne yapacaktı? Nereye koyacaktı? O olsa ne yapardı?

Birkaç gün sonra iki yakın arkadaş Retiro Park’ta karşılaştı. Lope artık eski şakacı, samimi dost değildi.  Elâ gözlerini kaçırarak konuşurken, Miguel bir şeylerin ters gittiğini hissetti. Kara gözlerinin önünde bulutlar asılı kaldı; boyu biraz daha kısalmıştı. Hep sakladığı, olmayan sol eli iyice göze batmaktaydı. Ama yine duygularını kendine sakladı:

“Okudun mu?”

“Evet okudum, Kont Sessa ile konuşacağım. Çok ümitlenme olur mu?”

“Ben eserime güveniyorum. Biliyorsun iş bir yayımcı bulmaya kaldı.” Yine kekelemeye başlamıştı, kendini güvensiz hissettiği zamanlarda ortaya çıkardı baş belası kekemelik.

Bu konuşmadan sonra Kont’a içinde küçük bir not ile bir tomar kâğıt ulaştı:

“Saygıdeğer Kont Sessa,

Miguel de Cervantes Saavedra, isimli bir yazar arkadaşım, nam-ı diğer el Manco, İnebahtı’nın Çolağı, bu metnin basılmasına ön ayak olmam için ricada bulundu. Kendisini kıramadım ancak basılmaya değer olduğunu sanmıyorum. Hayalperest bir şövalyenin sayfalarca süren hezeyanlarını kim okur? Sözümde durmuş olmak için metni teslim ediyor, son kararı size bırakıyorum.

En derin saygılarımla,

Lope de Vega”

Madrid’de sanat çevresinde dedikodu, insan görünce kaçışan sıçanlar misali çabuk yayılır. Lakin bu da öyle oldu. Lope’nin sözleri kulaktan kulağa dolaştı ve el Manco’ya ulaştı. Artık iki yazar dost değil düşmandı. Âdet olduğu üzere salı akşamı tam kadro Lavapies’in köşesindeki Paco’nun Yerinde buluştular. Yıpranmış tahta masalarda şarap kadehleri, duvarlarda boğa güreşi resimleriyle tipik bir İspanyol kafesiydi burası. El Manco cam kenarındaki masasında ayağa kalktı, elinde not aldığı kağıtlar, ihanete karşılık veren üzgün yüzü, titreyen elleri, çatallaşan ses tonu, seğiren sağ gözüyle başladı konuşmaya. Topluluğa hitap ederken kekemeliğinden eser yoktu:

“Dostlar geçen gün bir oyun izledim.”

“Anlat bakalım nasıl buldun?”

“Korkak bir delikanlı ile cesur bir ihtiyar vardı oyunda sonra hamal bir kral ile bulaşıkçı prenses katılmaz mı onlara?”

“Daha neler?”

“Dahası da var, bu cesur ihtiyar ilk perdede beşiğinde uyuyan bir bebek iken son perdede bastonuna yaslanan bir dede oluvermez mi?”

“Kimmiş acaba bu arsız yazar?”

“Son zamanların en meşhuru bilmez misiniz? Lope de Vega’dır adı.”

Zaman içinde, Lope ile Miguel’in rekabeti açıkça ortaya konan edebi bir düelloya dönüştü. Birbirlerinden köşe bucak kaçtılar, öyle ki birinin katıldığı tertulia’ya diğeri ayak basmazdı. Ama eserleri vasıtasıyla birbirlerine mesaj yollamaya devam ettiler. Lope de Vega’nın oyunlarında en kötü karakter hep bir çolak olurken Cervantes de şiirlerinde ihaneti işledi.

Aralarındaki amansız rekabetin geriye, yüzyıllarca okunacak, tadına doyulmaz eserler bırakacağından bihaber yazdılar, yazdılar, yarıştılar, ürettiler.


Zeynep Öztekin Yıldırım


[1] Agua va: Çiş geliyor. (y.n.)

[2] “Busco en la muerte la vida, salud en la enfermedad, en la prisión libertad, en lo cerrado salida y en el traidor lealtad. Pero mi suerte, de quien jamás espero algún bien, con el cielo ha estatuido, que, pues lo imposible pido, lo posible aún no me den.” Çeviri: zöy

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page