top of page

Öykü- Ümit Ahmet Duman- Kenar Mahallede Açan Işık

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 24 Eyl
  • 4 dakikada okunur

Öf, öf, öf... Buna kader diyorsunuz ama bu düpedüz bir dayatma, bir zorlama! Geri dönülmez bir burgacın içinde sıkılıyor, boğuluyor, nefes alamıyorum ve siz, hiçbir şey yapmıyorsunuz.

Doğdum... evin en büyük kızıydım. Daha doğrusu, annemden sonra bu evin ikinci hizmetçisiydim. Evlendim... kocamın gözümün önünde saklamadığı aşklarından arta kalan birkaç kırıntı sevgiyle kuması oldum.

Keşke şehirde doğsaydım. Keşke annem ve babam bana sevgi verseydi. Keşke nasırsız elleriyle saçlarımı okşasalardı. Keşke arzuladığım o güzel eğitimi alabilseydim. Belki de şimdi ağzı soğan, balık ve rakı kokan bir adama masa hazırlama cezasına çarptırılmış olmazdım.

Vücudum bu kahrolası adama bu yaşa kadar üç çocuk verdi. Yanlış anlamayın, onlar benim direnme kaynaklarım. Onlar olmasaydı nasıl avuturdum bu uzun yalnızlığımı?

Ama artık beynim, ruhum, bedenim... hiçbir şeye dayanamıyor. Değişim zamanı geldiğini fısıldıyor bana. Sabahları güne arzuyla uyanamıyorum artık. Ağzımdan dökülen ahlar, vahlar anneminkilerle yarışır hâle geldi.

Şehrin kenarında olsak da nimetlerinden faydalanmanın zamanı. Çocukların okula başladığı o gizli saatlerde öğrendiğim okuma yazmamı geliştirmeli, belediyenin açtığı kurslara yazılmalı, dünyaya açılmalıyım... İçimdeki paslı kelimeleri parlatmalı, yaşama katmalıyım... Kelimelerin özgürlüğümün anahtarı olacaklarının bilincindeyim.

Mahallede herkesin “iyi eş” olarak tanıdığı ben, salon masasının altındaki eski bir teybi kullanarak gizli gizli gece kayıtları yapmaya başladım. Kendi sesimle konuştukça, o zamana dek hiç söyleyemediklerimi rahatça kaydettiğimi fark ettim. Bir gün bu kayıtlar evin herhangi bir ferdi tarafından bulunursa diye için için korkardım. İçimde kızlığımdan bu yana gömdüğüm arzulardan, yeri geldiğinde hafızamda iz bırakmış olaylardan, bazen de kendi geçmişimle barışma partilerinden bahsederdim aklımın erdiğince. Bütün derdim, bu yaşıma kadar susturulmuş sesimi açmak ve gerekirse bu seslerin çığlığını yazıya dökmekti.

Yol yordam bilmeden sadece konuşmak kolaydı da biraz ifade etmenin tekniklerini öğrenmeye başladığımda dilim tutuldu, beynim korkar oldu. Yanlış yapma korkusu oto sansürüm olmuştu.

Uzun süren sessizliklerim, ne konuşsam, dediğim bekleme aralarıma nedendir bilmem ama bir mendili ıslatacak kadar gözyaşı mutlaka birikirdi gözlerimde.

Üsküdar’da, boğazı uzaktan gören, yokuş başında eski bir apartmanda yaşıyoruz. Sabah ezanında uyanır, çocuklar evden ayrıldıktan sonra, eskiden zengin ama şimdi sessizliğe gömülmüş, yıkılmaya yüz tutmuş bir konağın çamaşır atölyesine yürürüm. Çamaşır odasında çalışmaya gitsem de çamaşır suyu ve deterjan kokuları arasında sessizce canım çıkana dek çalışsam da halimden bir dakika bile şikâyet etmedim.

Hayatım boyunca hep başkalarının ihtiyaçlarına öncelik verdiğim için kendi sesim zamanla körelmişti.

Kendi sesimi, içimdeki geleceğe inancımı pekiştiren dualarımı mendillere işlemeye karar verdim. Var olduğumu cümle âleme kanıtlamaya çalıştım. Geldiğim çevrede konuşmalarımız yasak olmasa da susturulmak gelenekti.

Bu konağın bodrum katında, belediyeye bağlı bir “Kadın El Sanatları Atölyesi” açıldı. Biz kadınlar el işlerimizi üretirken sessizliğimize gömülür, konuşmazdık; belki utangaçlıktan, belki de yıllardır alıştırıldığımız sessizlikten. Ama her birimiz bir ses taşırdık içimizde. Henüz dile dökülmemiş, mendile işlenmiş, gözlerde biriken.

Atölyedeki sessizlik başta ürkütücü gelir. Ama sonra bu sessizlik iç içe geçer, bir ritim oluşur. Dikiş makinelerinin takırtısı, makasın kumaşı kesme sesi, su ısıtıcısının fokurtusu... Kadınların “konuşmayan” ama “anlatan” varlığı yavaş yavaş söze dönüşür. Her bir kadın, sessizliğini önce bir mendile aktarır, sonra bir diğerinin gözlerine bakarak kabul görür.

Biz kadınlar duygularımızı, sitemlerimizi, özlemlerimizi bir mendile işleriz. Her mendil, bu cihaza aktardıklarım gibi bir günlüğe dönüşür. Mesajları anlayanlara "bu mendil ne anlatıyor" demeye gerek kalmaz.

Kolay değil, yıllarca konuşmadan yaşamanın acısını bu mendillere dokuyarak hafiflettim. Şimdi ise hem çalışıyor hem konuşuyorum, ama sadece kendime. İçimde bir çatlak oluştu, karar vereceğim. Yazmak mı korur beni, yoksa konuşmak mı?

O gün diğer sabahlardan farksız başlamıştı. Dikiş masasının başına geçtim. Mekik, kumaşın üstünde gezinirken, Allah’ım sen yardım et, diye içimden geçirdim. Her dikişte aynı cümle. Her cümlede biraz daha kendimi duydum.

O sabah mendile işlediğim cümle şuydu. “Beni önce ben duyayım.”

Arkadaşım başını çevirip sordu. “Ne yazdın bu kez abla?”

İlk kez sesimi duydum. Kendi sesimi. “Dualarımdan bir parça,” dedim, “ama bu sefer... bana ait bir dua. Bizim konuşmayı unuttuğumuzu sandılar. Oysa biz sessizlikten kalpler inşa ettik. Şimdi yankımızı duysunlar.”

Kendimi hep görünmez gölgelerde tanımlamış bir kadındım. Sessizliğim kendimden, çevremden kaçışımdı ama aynı zamanda bunca sıkıntıya dayanma şeklimdi.

Diğer kadınların bakışları, mendiller arasındaki küçük sırlar, arkadaşların yazdıkları, hepsi bende bir kıpırtı yarattı.

Konağa ziyarete gelen bir sanat terapisti, işlediğimiz mendilleri, sergiye çıkarmamızı, istedi. İlk başta karşı çıktık, duygularımızı açıkça paylaşmaktan utandık, insan içine çıkmaya korktuk. Ama sonra, terapistin uzun uğraşlarından ve dil dökmelerinden sonra ikna olduk da yıllardır işlediğimiz mendillerimizin hepsini bir araya getirerek bir pano hazırladık.

Sergi günü, kalabalık içinden biri mendil panosuna eğildi ve sordu. “Bunları kim yazdı?”

Sessizce elimi kaldırdım. Sonra gözlerinin içine baka baka dedim ki. “Benim adım Nafize. Ve artık sadece aileme, kocama ve çocuklarıma hizmet etmiyorum. Kendi hikâyemi ne dersem dinleyen şu mendillere işliyorum.”

Üç çocuğum var. Biri üniversiteye gidiyor, biri meslek lisesinde, en küçüğü ise ortaokulda. Her birine gösterdiğim sevgi güçlü ama sessiz; el örgüsü kazaklarda, uykudan önce açtığım pencerede, içeri alınan gece serinliğinde gizli.

Oğlum, atölyeye gidişimi anladığında önce anlam veremedi. “Ne işin var bu yaşta, kursla falan?” dedi, sesinde biraz küçümseme ve biraz kaygı vardı. Annesini yıllarca sadece, evde duran, akşama kadar evin işini bitirmeye çalışan, akşam da evin her insanından eleştiriler alan, eleştirilere boyun eğen biri, olarak görmeye alışmıştı. Fakat davet ettiğim sergi gününde hazırladığım mendil panosunun muhteşemliğini gördüğünde gözleri doldu. Adımı mendilin kenarına işlediğimi fark etti. Beni bir gün anlamanı istedim, dedim içimden, umarım anlamıştır.

Kızım ise bir gün atölyeye ne yaptığımı merakından gizlice gelmiş. Kapı aralığından annesini iş başında izlemiş. O an anlamış ki annesi sadece onun ödevlerini değil, kendi hayallerini de taşımış yıllarca. O günden sonra yıkadığım mendilleri ve çamaşırları kurutma ipinden birlikte topladık.

Kocam yıllardır sessizdi; suskunluğu yalnızlığından değil, alışkanlığındandı. Ona söyleyemedim, nasıl bir tepki vereceğini kestiremediğimden, atölyeye gidip geldiğimi bilir ama üzerine konuşmazdı. Ta ki sergide benimle yerel gazeteye haber yapan muhabirin sorusuna tanık olana kadar. “Siz bir sanatçısınız aslında değil mi? Bu kadar duyguyu mendile sığdırmak herkese nasip olmaz.”

O an kocamın suratı düştü; çünkü hayatında ilk kez başkası onu hiç tanımadığı hâlde karısına böyle hitap etmişti. O gece eve geldiğimizde sofrada yıllar sonra ilk kez özgürce çalan küçük radyomun sesini duydu. Başta söylendi. “Radyonun sesini kıs,” diye, ama kısa bir sessizlikten sonra sustu. Dinledi. Hatta o akşamdan günler sonra eski bir sandığın dibinden bulduğu gençlik fotoğraflarımızı getirdi, sessizce masaya bıraktı. Ağzından bir cümle çıktı. “Sen aslında evlendiğimiz ilk günden beri hep böyle bakardın… ama ben görmemişim.”

Bir gün beni sessizliğimden tanırsınız sanmıştım. Ama şimdi biliyorum. Kendimi söylemeden kimse beni tanıyamazmış meğer.


Ümit Ahmet Duman

 
 
 

1 Yorum


Sholeh Ameri
Sholeh Ameri
27 Eyl

Duygu dolu bir hikaye

Harikaydı 👍👍

Beğen
bottom of page