Öykü- Şenay Şentürk- Bu Havada Ölünür mü?
- İshakEdebiyat
- 3 saat önce
- 6 dakikada okunur
Apartmanın önünde uzun bacaklarını bükmüş, oturuyor Yusuf. Baharın kimseye sormadan kendini sallandıra sallandıra ağaç dallarında çiçeklenişini gösteren, sokağın tek ağacının karşı apartmanın önünde köklenmesini içine sindiremiyor. Hani bir ağaç da o dikse kendi evlerinin önüne ne güzel olur. Gelinlik kız gibi süslerdi gri, boyasız duvarların önünü. Kaç kez konuştu apartman sakinleriyle, razı gelmediler. Kuş pisler, böcek olur, apartmanın önünü kapatır gibilerinden.
Sokakta ip atlayan kız çocuklarının, top oynayan oğlanların bağırışları kulaklarında, sigarasına sigara ekleyerek oturuyor kapı girişinde. Babası hakkın rahmetine kavuştuğundan beri apartman ona emanet. Penceresinden, gelen geçenin sadece ayaklarının gözüktüğü kapıcı dairesinden kaçabildiği mevsimi şevkle içine çekiyor, dumanların gölgesinde. Şevkini bölen birkaç oğlan çocuğun itişmesine, “Şiştt! Yapmayın lan,” diye müdahale ediyor.
Yerinden kalkmakla oturmak arasında kıpırdanırken, bir yel sol yanını yalayıp geçti. Kapıdan hızla giren genç kıza ancak arkasından yetiştirebildiği gözleri, merdivenleri tepişini izledi. Hemen içeri girip merdiven boşluğuna konuşlandı. Kıvrıla kıvrıla uzanan korkulukları sıkan meraklı elleri, sonuna kadar patlattığı gözleri, kızın daire kapısını çat diye kapamasıyla yarıda kesilmiş bir filmin öfkesiyle kalakaldı.
Apartmanın boş olan tek dairesini, Yusuf’a sormadan kiraya vermişti puşt emlakçı demek ki. Babasının zamanında böyle yürümüyordu işler. Otuz yıl boyunca kapıcı İbrahim’e danışmadan bir adım atılmamıştı bu binada. Yusuf buna şahit olmadıysa da, öyle anlatırdı babası. Onaylamakla görevli anası da, kıç kadar mutfaktan uzattığı, çemberle sıkmaktan daracık bıraktığı kafasını aşağı yukarı sallayarak tasdik ederdi. Başı ağrıdıkça daha çok sıkardı, sıktıkça daha çok ağrırdı başı. Babası ölünce, “Ben burada yapamam artık,” deyip, kardeşlerini de alıp kaçmıştı köyüne. Yusuf, İstanbul çocuğu olduğunun kanıtı kimliğini anasının suratına tutup gitmek istemediğini söylemişti.
Sessiz adımlarla üçüncü kata çıkıp kulağını kapıya dayadı. İçeriden küçük tıkırtılar dışında ses duyulmuyordu. Yeniden eski yerine dönüp bir sigara daha yaktı. Az önce itişen çocuklar kavganın dozunu arttırmıştı, koştu. Kavradığı kollarından ikisini iki ayrı yöne savurdu. “Dövüşmeyin demedim mi ben size lan!” Tam o sırada, üstünde karası kaçmış tişörtü, altında geniş kot pantolonuyla kız çıktı kapıdan. Sağa sola bakındı, kendinden dalgalı kara saçları iki yana savruldu. Lastik atlayan kızlara kısık bir gülümsemeyle yanaşıp, en yakın bakkalın yerini sordu. Yusuf, ona sorulmadığı halde vazife edinip kıza yanaştı, eli koluyla tarif etti sokağın köşesini. Yaklaştıkça, kapkara gözlerinin dumanı genzine kaçmışçasına öksürük tuttu.
Ertesi gün her zamankinden erken sıyrıldı uyku gözlerinden. Saçlarını arkaya yatırıp, tutkallarcasına yapıştırırken iyice yaklaştı aynaya. “Kime çekti bu çocuk böyle, gözleri Japon gibi,” derdi babası. Dünden beri biraz da olsa açılmışlardı sanki. Parmaklarıyla göz kapaklarından tutup yukarı doğru çekiştirdi. Açık kahve rengin içine serpiştirilmiş kara noktalar daha da belirginleşmişti.
Sehpadan bozma tek kişilik yemek masasında, kurumuş bir parça peyniri çayla ıslattığı ağzında öte beri çevirirken, bir göz aydınlığı çapında penceresinden bildik ayakları seçmeye başladı. İki numaranın arkası yenmiş kara kundurası sal beni diye bağırıyordu. Kafa ütüleyen topuklu pabuçlarıyla dört numara, pembe pullu spor ayakkabıları çekiştirerek anaokuluna götürmeye çalışıyordu. Ekmeği ağzına atacakken, tanımadığı su yeşili spor ayakkabıları gördü, dünkü kız olmalıydı. O da diğerleri gibi cadde tarafına yön buldu. Arkasından yetişmek için hızlı davranmakla ekmek arasında seçim yapması gerekti, ekmeği ağzına attı. Her sabahki çöp toplama işine bir an önce başlamak istiyordu ama sabırla yeşil spor ayakkabıların bedenlenerek geri dönmesini bekledi.
Girişin en üst basamağına oturup bir sigara yaktı. Dumanı ciğerlerine doldurmaya başlamıştı ki, kızın sokağın köşesinden girdiğini fark etti. Yalnız değildi. Gözlerini iyice irileştirerek tüm dikkatini yanındaki adama verdi. Yaklaştıkça, mevsime hiç de uygun olmayan yeşil parkasını seçti önce. Elindeki yağlı toz bağlamış kara çantayı, ancak yanına geldiklerinde görebildi. Kapıya yanaşmalarını beklemeden, aylaklık yaparken amirine yakalanmış bir memur gibi, olmayan düğmelerini iliklercesine dikildi önlerinde, yol verdi. Adam hiç ondan taraf bakmadan, iyice kıstığı sesiyle kıza bir şeyler mırıldanıyordu. Kızın dünden bugüne sararmış teni, bitmek üzere olan mum titrekliğindeki adımları tükendiğinde, anlık bir bakışı gözlerinde dolandı. Yusuf’un karışan aklı, dairelerin çöp kovalarında böceklendi. Aldığı her çöpün içinden birer ikişer zıplayarak, kımıl kımıl kemirmeye başladı aklını. Kızın daire kapısını az önceki adam açtı. Desenlerin arasında birbirine gömülü renklerin boğulurcasına sarmaladığı kazağıyla uyumsuz adam, “Çöp yok,” deyip, kapıyı sertçe örttü.
Akşamına bozuk kafasıyla takibe karar verdi. Filmlerdeki gibi uygun mesafede, çaktırmadan, kızın her an değişen ten rengini saklamaya çalıştığı siyah giysilerinin altında sırıtan yeşil spor ayakkabılarını kapıcı dairesinden gördüğü anda toparlanıyor, beş dakika içinde köşeyi dönmesine müsaade edip, takılıyordu peşine. Kızın görüştüğü tek kişiyi; yeşil parkalı adamın evini öğrenmişti. Kara kuru birkaç adam da girip çıkıyordu eve. Bunca adamla ne işi vardı bu kızın? Tuhaf adamlardı. Aşağı sarkık bıyıklarıyla, bugüne ait değilmiş, eski zamanlardan fırlayıp yanlışlıkla mahalleye düşmüş gibiydiler.
O sabahlardan birinde, nedenini kendisinin de bilmediği takibine başlayacakken, dört numaradaki kadın pencereden sarkıttığı sepetini sallandırarak Yusuf’a seslendi. Oflayarak sepetin içinden alışveriş listesini aldı. “Eczaneye de uğrayacaksın. Onun listesi ayrı.” Bıkkın adımlarıyla tam köşeyi dönmüştü ki, soğuk sert bir rüzgâr esti ansızın, yüzünü parçalarcasına önünü kesti. “Beni mi takip ediyorsun sen?” Afalladı Yusuf. Suçüstü yapmış emniyet görevlisi suratıyla, alev alev yanan kara gözlerin himayesinde teslim olmaya hazırlanırken, avucunda terlettiği kâğıt parçalarını son anda hatırlayarak açtı.
“Yoo, alışverişe gidiyorum.” Kız bir milim yerinden oynamadan ona bakıyordu. “Bir ihtiyacınız varsa ben Yusuf. Kapıcı Yusuf.” Saatlerdir sorguda kalmış şüpheli yorgunluğundaki yüzünde gezinen bakışlar bir an yumuşar gibi oldu. İnce dudaklar köşesinden kıvrıldı. İkisi de derin bir nefesle gevşediler. Artık tanış olduklarına göre, takip işini askıya alması gerektiğini geçiriyordu aklından. İlk kez duyduğu sesi, sert bakışlarının aksine ağzından dökülenleri anlamsızlaştıracak derecede yumuşak ve incecikti. “Ben de Özge, sadece Özge” diyerek, az önceki endişesinin yersizliğine ikna etmişti kendisini.
Eliyle fırını işaret ederek, bir şey isteyip istemediğini sordu. Cevabı beklemeden fırına yollandı. Ardından kısa bir süre baktı Yusuf. Yalnızlığı yankılayan tuhaf adımları vardı. Saçlarını bunca dalgalandıran umarsız bir cesaretti sanki. Yusuf da hızla bakkalın yolunu tuttu. Eli boş gitmek olmazdı. Üçgen peynirleri üçer beşer doldurdu poşete. Apartman kapısından girdiklerinde vardıkları yol ayrımını o an idrak etmişçesine duraksadılar. Yusuf elinde sallandırdığı poşetin hışırtısından başka ses duyamayınca, doğduğundan beri onu aşağı çeken yazgısına seğirtti. “Ee, gelmiyor musun?”
Kendini bildi bileli adımladığı merdivenleri ilk kez tırmanıyormuşçasına yabancıladı. Nedenini kestiremediği tuhaf bir huzursuzluk dolandı içinde bir yerlerde. Hani birdenbire gelen mutluluk korkutur ya insanı. Onu her gördüğünde gecenin bir vakti karanlık, karamsar bir yolun sonunda ay ışığında yakamozlanan bir denize varmış gibi oluyordu.
Eve girer girmez, yerini bildiği mutfağa yöneldi hemen. Çaydanlık arandı. “Demlemiştim ben,” dedi Özge. Kıl kadar ince parmaklarıyla salonu işaret ederek içeri geçmesini söyledi. Salonda, dün bıyıklı adamın elinde gördüğü pasaklı çanta duvara dayanmış öylece yatıyordu. Bu kızı, kendisini takip eden bir adama güvenecek kadar korkusuz yapan bir şey vardı.
Hızla açtı çantayı. Derisini kabartan ortasındaki şişkinliğin ne olduğunu gördüğünde, anlam veremediği mekanik bir düzenek, renkli kablolarıyla ona bakıyordu. Hızla kapattı fermuarı, yerine geçti. Özge tepsiye koyduğu çaylarla içeri girdiğinde, önce çantaya sonra ona bakarak sehpaya bıraktı. Tek kelimenin oturmadığı sofrada, sırf konuşmuş olmak için, “Bu yaz sıcak geçecek,” dedi Yusuf. Ağzındaki lokmayı yutamadan öylece kaldı Özge. Önce pencereden içeri düşen gün ışığının zemindeki yansımasına baktı, sonra sımsıkı tuttuğu simitin ısırılmış boşluğuna ve sessizliğiyle boğduğu susamların masaya dökülenlerini parmak ucuyla toplayıp tabağa koydu bir kez olsun kafasını kaldırmadan. Sessizliklerini, acımasız avcının menzilinde kurşun yemişçesine öten kapı zili böldü. Parkalı, kara kuru adam girdi içeri. Yusuf’u görür görmez suratı ekşidi. Son lokmayı boğazına dizerek ayaklandı Yusuf.
Ve o günden sonra, yatağına uzanıp kireci sararan tavana saatlerce gözlerini diktiği anlarda, topladığı çöp yığınlarını daha büyük bir yığına boşaltırken, çaya ekmek banarken, telefonda annesine verdiği gereksiz izahatların arasında, Yusuf’un aklından geçen türlü hikayeler her gün yeniden yazılmaya başladı. Özge’yi burada, bir parça aydınlığın bile zar zor girebildiği kapıcı dairesinde hayal edemiyordu bir türlü. Hayalleri hiç bilmediği kapıların ardında gizlenmişti.
Zaman zaman Özge’nin de bir hayalden ibaret olduğunu düşündüğü oluyordu. Aniden apartmana taşınan, ondan başka kimseyle tek kelime konuşmayan, hayalet gibi bir görünüp bir kaybolan genç bir kız. Neden olmasın? Ömrü boyunca yaşamaya çalıştığı bu dar, karanlık zemin diğer insanların bile gerçekliğini sorgulatıyordu insana.
Bir gün çatıda kafesi açmış paçalıları uçururken, çatının kapısında gördü onu. Avucuna tutuşturdu kuşlardan birini. Narin avuçlarında kuşun pır pır atan güvensiz kalbini duyumsayınca, memelerinin altına sıkışmış kalbinin sesini duydu Yusuf. “Dost bir canlıya dokunmak, ölüm korkusunu alırmış,” dedi aniden. Uçmak, kaçmak istercesine, aynı anda masmavi göğe özgür bıraktılar kuşları geri dönmeyeceklermişçesine. Özge’nin gözlerinde uçmakla ölmek arasına sıkışmış bıkkın bir gölge peydah oluyordu. Gölge büyüdü, hızla tüm bedenini sardı. Başka bir şey demeden Yusuf’u öylece bırakıp gitti.
Ertesi gün, mahallenin tek boş alanına inşa edilen özel bir hastanenin açılışı vardı. Sağlık bakanının teşrif edeceği günler öncesinden konuşulmaya başlanmıştı. Bir keskin nişancı da onların çatısına konuşlandı. Kuşlar kafeslerini parçalarcasına çırpınıyor, yabancıdan hazzetmediklerini fütursuzca haykırıyorlardı. Ne kadar sürecekti bu iş? Yusuf durmadan kafeslere yem atıyor, sakinleştirmenin yolunu arıyordu. Nişancı, uzun namlulu silahın dürbününe tutturduğu gözünü ayırmadan, “Sustur be şunları,” diyordu.
Ortalık biraz sakinleşince, açılışa gitsem mi diye geçirdi içinden. İzdihama karışınca da bin pişman oldu. Kalabalığın arasında bir an Özge’yi görür gibi olunca duraksadı. Araya giren birkaç beden görüşünü kesince kaybetti. Hınçla kalabalığı yararak aramaya başladı. Birkaçına dirsek attı, küfür yedi. Mikrofondan bakanın az sonra geleceği haberi cızırtılar arasında anons ediliyordu. Bakan nihayet kürsüye çıkıp konuşmaya başladığında, coşkulu kalabalık kendinden geçmişçesine alkışa durdu.
Ön sıralarda yoğunlaşan kalabalığı güvenlik güçleri arkaya doğru itmeye başladığında, açılan bir kafa boşluktan seçti kara dalgalı saçlarını. Bıyıklının yeşil parkasını geçirdiği narin vücudu, birkaç beden boşluğunca dalgalanması gerekirken, tersine genişlemiş gibiydi. Yavaş, kararsız adımları güvenlik güçlerinin önünde yerini aldığında, etrafına bakındı. Amaçsız başıboş bakışları, yazın sıcak geçeceğine ikna olmak istercesine Yusuf’la buluştu. Ardından emin olamadığı bir tuşu seçercesine titreyen işaret parmağı karnına dokundu. Havaya dağılan kara dalgalı saçları, etrafa savrulan her bir parçasını örtecek kadar çoktu.
Mevsim normallerinin üstünde seyreden sıcaklığı yenen alevli basınç, bakanla birlikte etrafında ne varsa parçalamış olmalıydı. Patlamanın şiddetiyle savrulanların arasında, elleri başında yerde boylu boyunca yatan Yusuf’un daha önce hiç açılmadığı kadar aralık gözleri, gökyüzünde uçan paçalının kendisininki mi olduğunu anlamaya çalışırken masmavi boşluğa bakarak, “Bu havada ölünür mü?” diye geçiriyordu aklından.
Şenay Şentürk
Comments