top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Şeyda Başer Eroğlu Yazdı: Byatt Paradoksu: Küçük Kara Hikâyeler

Öykü türü kimi zaman ayrıntıların sezdirilecek kadar az kullanıldığı bir disiplin olarak karşımıza çıkıyor. Konsantre olmasını beklediğimiz bu yazı çeşidinde acaba ayrıntılar sanatçının yeteneğine bağlı olarak geniş bir yer kaplayabilir mi? Elizabeth dönemi ikonografisinden, Van Gogh resimlerinin yorumlanmasına, sinirbilime, hatta spiritüalist geleneklere kadar iddialı pek çok alanı kitabının içeriğine dahil etmiş Booker ödüllü sanatçı Byatt’ın “Küçük Kara Hikâyeler Kitabı”nı okuduktan sonraki cevabım, evet.

Bir okur Goodreads’te yazar için şu cümleleri kullanıyor: “Byatt'ı okumak tropik bir akvaryuma ağ atmak gibidir, her daldırış, çoğunlukla şaşırtıcı çeşitlilik ve güzellikten oluşan farklı bir kombinasyon getirir. Ama bazen su birikintisi, kaya veya döküntü de yakalarım.” Ben de bu eseri okuduktan sonra benzer şeyler hissediyorum. Hikâyelerin atmosferi ve olay örgüsü birbirinden çok farklı, ancak çoğu keskin, karanlık ve bazen şok edici alt akıntılarla bağlantılı.

Byatt’ın, tabiatı, taşları, dokuları, kumaşları, mobilyaları zengin ayrıntılarla titizce işlediği metinlerinde karakterlerin ruh halini ve yaşadıkları dönemi okura mükemmel biçimde sezdirdiğini düşünürken bu yaratıcı dalganın bazı tortuları da beraberinde sürüklediğini fark ediyor, eleştirel kısımları yazımın sonuna bırakıyorum.

“Ormandaki Şey” kitabın ilk öyküsü. Metin bir peri masalına açılan klişeyle başlıyor: “Bir zamanlar ormanda bir şey gören ya da gördüğüne inanan iki küçük kız vardı.” (s.9) Bu açılış bir üstkurmacaya işaret etse de öyküyü okudukça mimesisle üstkurmaca arasında gidip geldiğimi fark ediyorum. Hikâye beni II. Dünya Savaşı'na götürüyor. Ülkeden tahliye edilmek istenen pek çok çocuk arasında Penny ve Primrose da var. Yakalarına çengelli iğnelerle isimlerinin tutturulması, ellerindeki gaz maskeleri atmosfer hakkında ip ucu veriyor. Kızlar nereye ya da niçin gittiklerinin ayırdına varamayacak kadar küçükler. Geride bıraktıkları istasyonların adları siyah boyalarla kapatıldığından okunmuyor, çünkü “Çocuklar isimsizliğin işgalci bir ordunun aklını karıştırmak ya da onu yanlış yöne sevk etmek için olduğunu bilmiyorlar.” (s.11) Aynı zamanda anneleri onlara şunu söyleyemiyor: “Seni uzaklara gönderiyorum, çünkü gökyüzünden düşman bombaları yağabilir.” (s.10) Bu iki kızın bir trende başlayan hayat yolculuğu kaldıkları kaleden bozma yurtta o zaman asla tahmin edemeyecekleri bir döngüye giriyor. Yakınlarındaki ormanda dev bir solucan ya da belki bir ucubeyle karşılaştıklarında dünyanın içinde bulunduğu kaostan başka bir boyutu olduğunu fark ediyorlar. Bu ürkütücü yaratık karakterlerin çocuk zihinlerinde savaşın dehşetini bize anlatmak için seçilmiş bir sembol gibi. Sonradan yani yetişkin birer kadın olduklarında o günleri hatırlamakta zorlansalar da, ki yazar bu durumu “Savaştan sonra hatırlamakta zorlandılar […] Hafızanın kıskaçları boğulanları ve yanmışları kavrayamadı,” biçiminde anlatıyor, unuttukları çocukluklarına rağmen “şey”i açık bir şekilde hatırlıyorlar. Zamanla yolları ayrılan karakterler hafızalarına yapışan bu tenyadan kurtulmak için tahliye edildikleri yere dönüyorlar. Mekân hatırladıkları gibi değil, artık ziyaretçilerin serbestçe gezebildiği bir müzedir ve “Varlıkları herhangi bir iz bırakamayacak kadar kısa görünen tahliye edilenlerden bahsedilmez.” Her şey gerçekten yaşanmış, tarihin tozlu sayfaları ziyarete açılmıştır, ancak onların, yani çocukların, orada olduklarına dair hiçbir iz yok gibi. Aynı şekilde onları takip eden ve ormandan bir daha dönmeyen çocuk Alys de gölgede kalmıştır: “Onu arayan ya da soran tek bir kişi bile çıkmamıştır.” (s.27) Alys’in ortadan kayboluşu karakterlerin geçmiş zaman dilimine ve ormana takıntılarını daha da güçlendiriyor, hatta yetişkin hayatlarında “Penny, istismara uğrayan, yerinden edilen, rahatsız edilenlerle çalışan bir çocuk psikoloğu,” Primrose ise alışveriş merkezlerinde çocuklara hikâyeler anlatan bir bakıcı oluyor. Öykünün sonunda kendilerini çağıran ormana birbirlerinden habersiz döndüklerinde Penny bu karanlık geçmişle yüzleşmek için “şey”i beklerken Primross iş hayatını dönüp olup biteni çocuklara bir masalmış gibi anlatmayı tercih ediyor.

“Ormandaki Şey” de çocukların geçici olarak kaldıkları yer açık biçimde tarif ediliyor. “Uzun süre tedavi gerektirecek şekilde sakatlananların kaldığı bir hastaneye dönüştürülmüş, aynı zamanda sanat eserleriyle başka kıymetli şeylerin saklandığı bir depo…” (s.12) Bu cümlede bahsedilen sanat eserlerinin saklandığı depo ikinci öyküde de karşımıza çıkıyor. Esasında mekân aynı değil, ama metinlerdeki kancalar okura mekânların devamlılığı hissini veriyor.

Byatt'ın ikinci öyküsü insan uzuvlarını sanat eserine dönüştüren bir karakterden bahsediyor. Yazar metnin açılışındaki “Saint Pantaleon Hastanesi’nin Kadın Hastalıkları Koğuşu’nda Noel günü doğacak ilk bebeği kimin kucağına alacağına dair bir bahis vardı,” cümlesiyle okuru belli bir mekâna ve zamana hapsediyor. Bir jinekoloğun bir kadın sanatçıyla ilişkisini anlatan “Beden Sanatı” ürpertici, ama bir o kadar da okuru yazara hayran bırakan tasvirlerle dolu. Başlangıçta yardıma muhtaçlığını ve evsizliğini gizleyen Daisy sığındığı hastanede Doktor Damian’la yakınlaşıyor. Damian çalıştığı hastanenin deposundaki “fildişi ve abanoz şırıngalar”, “kurşun ve gümüş yapay meme uçları”, protezler gibi pek çok nesneyi sınıflandırmak için tuttuğu kadın sanatçının sonradan anneliği sorgulayan bir sanat eseri yaratmak adına pek çok uzvu depodan çaldığını fark ediyor. Meryem Ana'ya göndermeler yapan heykelin açılışında olup biteni fark eden Doktor Damian aynı zamanda çocuğunu taşıdığını da öğrendiği bu kadın sanatçıyla hayatında ummadığı olayların gerçekleşeceği bir dönemece giriyor. Hikâyede insan bedeni, tıbbi, sanatsal ve dini yönden farklı bakış açılarının kesiştiği bir metafor olarak kullanılmış. Damian cerrah olmasının yanı sıra aynı zamanda koleksiyoncu ve eski bir Katolik. Noel bebeğinin doğumu Mesih'in doğumunu çağrıştırırken, insan bedeninin sanatsal bir objeye dönüştürülmesi yeniden dirilişi ya da masallardaki metamorfoza yani yüceliğe bir gönderme. “Beden Sanatı” öyküsünde “art” kelimesinin kullanılması, protezlere yapılan ima, aklıma savaşta kaybedilen uzuvları, “Ormandaki Şey”de karşıma çıkan dev solucanın, yazarın deyimiyle, “yüzülmüş etinin rengi”ni ve savaş sırasında babalarını kaybeden Primrose ve Penny'yi getiriyor.

“Beden Sanatı”ndaki metamorfozu bu kez yaşayan bir karakterde görüyorum. “Taş Kadın” akıcı bir öykü değil, bu olumsuzluk metnin sıkıcılığından kaynaklanmıyor. Akıcılığı bozan şey jeolojiye ait pek çok kelimenin telaffuzunda okurun zorlanabileceği fikrimden geliyor. Bir yerde yazar eğer kelime çeşitliliğini sağlamasaydı hem etimoloji sözlüğü üzerinde çalışan hem de metamorfoz geçiren bu karakteri daha nasıl anlatabilirdi diye düşünmüyor da değilim. Okurun telaffuz etme yeteneğine meydan okuyan pek çok bilimsel kelimenin kullanıldığı bu metinde renkler ve tabiat arasında sıkı bağ var. Renkler, renk olmaktan çok anlatılmak isteneni derinleştirmek, yani gösterenle gösterilen arasındaki uzaklığı kısaltmak için kullanılıyor. Böylece okurun zihninde tanıdık imgeler oluşmasını sağlıyor. Yoğun sıfat kullandığında bayağılığa düşme korkusu yaşayan pek çok yazarın cesaret edemediği bir durum bu. “Pembemsi barit kristallerinden bir kabarcığa şaştı; bir flospar maden filizi çiçeklerinden salkımlar oluşturuyordu,” cümlesi ya da “Sillerin içinde katmanlaşmış dolerit dayklarının şimdi artık kollarının iç kısımlarını da zapt ettiğini gördü,” (s.104) ifadesi bu durum için örnek olabilir. Ana karakter Ines, kangrenli bir bağırsak yüzünden ameliyat edildikten sonra, vücudunda taşların filizlendiğini fark ediyor. Ines bir sözlükbilimci olduğundan üzerinde çalıştığı etimoloji lügatine eklediği kelimelerle günler içinde geçirdiği dönüşüm paralel. Aslında yaşlı bir kadın olan Ines'in cümle taşın bedeninde vücut bulduğu canlı bir efsanevi yaratığa, bir trol kadına dönüşmesi hikâyesi İzlandalı bir heykeltıraşın onu bir sanat eserine dönüştürmesiyle son buluyor. Ölümün menopoza girerek kurumaya yüz tutmuş bir kadını kaçınılmaz bir biçimde taşa dönüştürmesi beklentisi yerine, içinde lav barındıran bir yanardağa evirmesi okuru umduğu sondan uzaklaştırıyor.

Kitabın en beğendiğim öykülerinden biri "Ham Malzeme”, aslında öykü adının “Hammadde” olarak çevrilmesini yeğlerdim. Jack Smollett titiz bir yaratıcı yazarlık öğretmeni ve yazardır. Yaşlı öğrenci Cicely Fox hariç, öğretmeniyle flört etmekten ve melodram yazmaktan hoşlanan kadın öğrencilerin bulunduğu sıkıcı bir yazı sınıfının katmanlı öyküsünde ilerliyorum. Jack Smolett’in sınıfı için yaptığı bir tespitin altını çiziyorum, çünkü çok beğeniyorum. “Yazamıyorlardı, uydurmaları hamdı.” (s.134) Zekice tasarlanmış bu kurgunun rengi en siyah ve sonu beklenmedik. “Taş Kadın”daki taşlar, ametis, bileği ya da kayrak, burada da bir kanca olarak karşıma çıkıyor. Böylece başlangıçta birbirinden bağımsız görünen öyküler minik ilmiklerle birbirine bağlanıyor. Öykünün katmanlarını oluşturan iç metinler “Eskiden Kullandığımız Siyah Kurşun Cilalı Sobalar” ve “Çamaşır Günü” oldukça iyi yazılmış, hatta “Çamaşır Günü” hikâyenin ilerleyen bölümlerinde bir ödüle bile layık görülüyor.

“Pembe Kurdele” alzheimer hastası karısı Madeleine ve günlük hayatıyla mücadele eden James Ennis’in hikâyesi. Öyküye devam ederken nedense Madeleine’de bir Proust göndermesi hissediyorum. Kocasının kaçık dediği Mado, öyküde Madeleine’in kısaltması, kocanın gözünde bir zombidir. Çocuklaşan karısının saçına taktığı pembe kurdele bir yerde adamın karısından intikam alma şeklidir, çünkü Mado pembeden her zaman nefret eden bir karakter olarak çiziliyor. James artık bir kız çocuğu gibi gördüğü karısına bir gün yeşil teletubbie Dipsy'yi satın alıyor. Oyuncak biraz safra yeşiline çalıyor, çünkü karısının durumu gün geçtikçe adamı hasta ediyor. Diğer öykülerde olduğu gibi bir başkalaşmaya doğru ilerleyen okur, savaşta asker olarak görev yapmış bu çiftin hayatına giren Dido’yla tuhaf bir sona sürükleniyor, çünkü gerçekte yaşayıp yaşamadığı hakkında şüpheye düştüğüm Dido ikinci ziyaretinde James’e Mado'yu öldürmesini söylüyor. Metin ilerleyen sayfalarda ötenaziye yönelik korkunç talebi karşılamak için harika bir hal alıyor. Bir gece seksi kırmızı elbisesiyle hayatlarına giren Dido, kocadan Mado’nun hayatını sonlandırmasını istiyor, çünkü bu abartılacak bir durum değil, onlar savaş boyunca genç Almanları ya da bütün o insanları öldürmekte sorun yaşamamıştı.

Byatt'ın metinleri baş döndürücü analojik desenlerle örülmüş, özellikle renklerle değişime vurgu yapılmış öyküler. Eserleri yirmiden fazla dile çevrilmiş Byatt’ın olayları kurgudan önce renklerle tasarladığını düşünüyorum. Renkler onun için her şeyden önce anlamlı ve onları betimlemek adına dilin sınırlarını zorluyor. “Altın rengi, soluk yeşil, gri-yeşil, biber kırmızısı, çiğ et rengi, pirinç rengi, safra yeşili, misket limonu yeşili, zencefil rengi, toprak renginin şaşırtıcı değişkenliği, vişne çürüğü…” daha pek çoğunda gördüğüm üzere Byatt’ın renkleri organik. “Ormandaki Şey” öyküsünde olduğu gibi renkleri tanımlamak için insan bedenini, daha özel olarak vücutta kamçı veya bıçakla açılan yaraları referans alıyor. Bütün bunların zihnimdeki çağrışımları hem ürkütücü hem tiksindirici hem de kesinlikle güzel. Renklerin boya katmanlarında üst üste binmesi gibi bir çağrışım da “Ham Malzeme”de karşıma çıkıyor. Byatt, yaratıcı yazmayı öğreten yazar Jack Smollett'le Cicely'nin eserlerini aynı anda birden fazla düzeyde çalışıyor. Esere bütüncül bir gözle baktığımda siyahın liderliği üstlendiği bu süreçte yazar kişisel, kültürel ve mitik bir atmosfer yaratmayı başarıyor. Belki ben okurken bir şeyler öğrenmeyi de seven biri olsam bile özellikle “Taş Kadın” öyküsündeki jeolojik terimlerin yoğunluğu, pek çok yerde içeriğin didaktikleşmesi gibi aksaklıkları söylemem gerek. Ama yine de Türk edebiyatında bu derinlikte öykü yazamamamızın sebebini düşünerek yazımı sonlandırıyor, günümüz öykü yazarlarına “Küçük Kara Hikâyeler Kitabı” okumalarını salık veriyorum.

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page