Demir kapıdan gelen kilit sesi, daracık ve havasız odayı doldurdu. Zaten uykusu hafiflemişti. Gözlerini yavaş yavaş araladı.
“Hey sen! Ziyaretçin var, düş önüme," diye bağırdı kapıdan içeri giren gardiyan.
Kirden beyazlığını kaybetmiş örtüyü üzerinden attı. Terden sapsarı olmuş, yayları gevşemiş, her bir tarafı delik deşik yatağının üzerinde yavaşça doğruldu.
"Sana diyorum ulan, hızlı ol hadi!" diye tekrar bağırdı sabırsız gardiyan.
Yarı açık, uykulu gözleriyle gardiyandan tarafa döndü. Gardiyanın siyah kumaş pantolonun içine geçmiş mavi üniforması ve flat şapkası yine siyah bir kemer ve ayakkabıyla kombinlenmişti. Öylesine resmi, öylesine işe yaramaz bir kombindi kısaca.
"Bana mı diyorsunuz beyefendi?" diye, tek başına kaldığı odada, kendinin bile anlam veremediği bir soru yöneltti gardiyana.
Gardiyan, burnundan öfkeyle soluyup başını sağa doğru hafifçe silktikten sonra belindeki kılıftan copunu iştahla çıkardı, az biraz daha yaklaştı yatağa. Eline birkaç defa vurdu copu, her vuruşunda daha bir güçlü sıktı.
"Burada senden başka sen mi var ulan!" diye hiddetlendi.
Gardiyanın elindeki copa küçümser gözlerle baktı. Terliklerini birkaç başarısız denemenin ardından giyip ayağa kalktı. Her zamanki ağır adımlarla demir kapıya doğru hareketlendi. Gardiyanın yanından geçerken yüzüne dahi bakmaya tenezzül etmeden, lüzumsuz bir tavırla,
"Benim bir ismim var, biraz daha kibar olup ismimle seslenebilirsiniz ama değil mi? Çok zor bir şey olmasa gerek," dedi.
Gardiyan da hemen arkasına düştü.
"Kibarlık mı? Günümüzde insanlar üzerinde, kendisinin bir etkisi yok artık," diye de ekledi.
"Diğerlerini bil…"
Gardiyan, copunu hiç beklenmedik bir anda sertçe sırtına indirdi.
"Kes ulan sesini de sadece yürü. Çene çalmaya gelmedim seninle," diye alev püskürdü ani bir çıkışla.
Acıyla bağırdı, yere doğru sendeledi. Son anda duvardan destek alarak kendini yeniden ayakta tutmayı başardı. Hışımla gardiyana döndü. Yüzünün her bir tarafı alev hattı gibiydi. Sinirden yanıp tutuşuyordu. İki eliyle göğsünden ittirdi gardiyanı, uyguladığı kuvvetin ufacık bir sarsılma bile yaratamamasının verdiği ezilmişliğini suratından silmeden hemen söylenmeye başladı.
"Siz kim oluyor…"
Gardiyanın, suratına sert bir tokat atmasıyla lafı tekrardan yarıda kesildi. Yerdeki beyaz ve soğuk fayansa yüzüstü kapaklandı.
İki eliyle kemerini düzeltip yıkıcı gücünün gururunu kendince pekiştiren gardiyan, yanına çömeldi ve kulağına doğru,
"Biliyor musun gerçekten çok konuşuyorsun ve ben çok konuşanlardan hiç hazzetmem."
Gardiyanın dilinden dökülen her kelime son derece keskindi. Sesinde ne bir duraksama ne de tonlama değişimi vardı. Adeta programlı bir robot gibiydi. Öylesine duygusuz öylesine insanlıktan uzak.
Bir süre yerden kalkamadı. İki eliyle darbe aldığı yanağını tutuyor, yerde acı içinde kıvranıyordu. Bağırmamak için acısını dişleriyle dudaklarına bastırıyor, ağır gelip de taşıyamadığı acılarını ise bacaklarını kontrolsüz bir şekilde yerde sürterek üzerinden atmaya çalışıyordu.
Hükümlünün kıvranışını öylece izleyen gardiyan, kulağına doğru eğilip:
"Kalkacak mısın, yoksa yine zor mu kullanayım?"
Acıdan kısılan sesini yükseltemedi.
Birkaç saniye sonra gardiyanın soğuk, nasırlı elini ensesinde hissetti.
"Tamam, tamam, kalkıyorum," diye haykırdı birden, içinde cirit atan korkudan aldığı kuvvet ile.
Gardiyan doğruldu. Copunu belindeki kılıfına tekrar yerleştirdi.
Atılan sert tokadın mührünü taşıyan kıpkırmızı olmuş yanağı ve nemli gözleriyle ayağa kalktı. Elleriyle üstünü başını silkeledi. Gardiyanla göz teması kurmadan atik adımlara demir kapıdan dışarı çıktı.
Her iki tarafında hücre kapılarının sıralandığı, alabildiğine uzun bir koridor karşıladı kendisini; bembeyaz parkeler ve anlamsız derecede güçlü bir ışıklandırma sistemi ile.
"Sola doğru devam et," dedi arkasından dürten gardiyan.
Bu ses tüm koridor boyunca yankılandı, uzadıkça uzadı… Sesin ulaştığı her demir kapının küçük pencereleri bir bir açıldı. Metal seslerinden oluşan koroyla birlikte açılan tüm o pencerelerden bir çift göz belirdi.
Söylenen yöne doğru yürümeye başladı. Kendisini izleyen tüm o gözler, bilip de hatırlamak istemediği bir şeyleri haykırıyor gibiydi... Aniden beliren bir utanç duygusu benliğini doldurmaya başladı. Sanki bu koridorda yürümek ayıp bir şeymiş de bunu defalarca yapmış gibiydi. Hücrelerdeki pencerelerden izlendiğini bildiği tüm o bakışlarla göz göze gelmemek için kendiyle mücadele etmeye başladı ve adımlarını hızlandırdı.
Attığı her adımda terliklerinin çıkardığı ses, koridor boyunca azalarak uzaklarda bir yerlerde kaybolmadan önce bir diğer adımının sesi yankılanıyor, adım sesleri birbirine karışıyor, baş ağrıtan bir ses yumağı etrafı sarıp sarmalıyordu.
Belirsizliğin verdiği endişe, zihninde olur olmadık senaryolar kurdururken ucu bucağı gözükmeyen koridor boyunca yürümeyi sürdürdü.
Ne kadar süredir yürüdüğü konusunda en ufak bir fikri dahi yoktu, bildiği tek şey: attığı her adımda, içine çektiği her nefesin kendisine biraz daha yetersiz geldiğini hissetmeye başladığıydı. Artık sadece burnundan aldığı nefes yetmiyor, ağzıyla koordineli bir şekilde, havayı ciğerlerine nüfuz ettirmeye çalışıyordu. Sanki hücre kapılarının önünden her geçişinde, ömründen birer ikişer yıl gidiyordu.
Aniden sol ayağındaki güç kesildi, sendeledi. Bembeyaz koridor gözünün önünde sağa-sola, yukarı-aşağı sallanmaya başladı. Duvara yasladı güçten kesilmiş bedenini.
Gardiyan, arkasından daha güçlü dürttü.
"Hadisene lan! Tüm gün senle uğraşamam," diye bağırarak tüm koridoru ruhsuz ses tonuyla yeniden doldurdu.
Göğsü anormal şekilde inip kalkarken yardım ve merhamet için yalvaran gözleriyle gardiyana baktı. Gardiyan sadece yüzünü tiksintiyle kasmakla yetindi, takip mesafesini koruyarak elindeki copla, ısrarla yola devam etmesi için ittirdi kendisini.
Yalpalaya yalpalaya, elleriyle duvardan güç almaya çalışarak devam etti yoluna. Yüzü morarmaya başlamıştı ve ayakları bir adım daha atmamaya ant içmiş gibi ağırlaşmıştı. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi ciğerleri, nefes almasını engelleyen şey her ne ise onu ciğerlerinden dışarı atmak için öksürük krizine tutmuştu kendisini.
Birkaç adımdan sonra öksürükler hat safhayı bulmuştu artık. Şimdi de her öksürdüğünde beline keskin ağrı saplanıyordu.
Yürümekte çektiği güçlük, öksürük krizi, arkasındaki merhametten yoksun gardiyan, bilinmezliğe doğru aldığı yol, kendisini izleyen gözler… Etrafı düşman askerleri tarafından sarılmış amansız bir harpte yalnız gibiydi. Geçen her saniye; yaşamın, en ufak detaylardan bulup getirdiği umudu taşımıyordu artık. Saniyelerin hızla yaktığı yaşama umudunun acı dumanı bedenini ve ruhunu esir almıştı…
Çaresizliğin esiri olmuş acılar, gözlerinden süzülerek yanağını ıslattı.
Gözünün önünde bir oraya bir buraya sallanan koridor böylece artık bulanıktı da. Elleriyle yakasını sündürdü. Olduğu yere çöktü. Kontrolünü kaybettiği başı ağır ağır yere doğru düştü.
Güçlü, beyaz ışık yavaş yavaş sönükleşti gözlerinin önünde. En sonunda da karardı her yer.
Uyandığında yanağını yumuşak bir halı üstünde buldu.
“Uyanabildin nihayet," dedi gaipten duyduğunu zannettiği bir ses.
Gardiyanın eli ensesinde bitti o anda, yakasından tuttuğu el, kendisini yine zorla ayağa kaldırdı.
“Saat 16.03. Otuz dakika vaktiniz var. Bu süre asla ve asla uzatılamaz," diyen gardiyan kapıyı sertçe kapatıp rüzgâr hızıyla terk etti odayı.
Ne olup bittiği konusunda en ufak bir fikri dâhi yoktu. Yarı açık, dingin göz kapaklarını elleriyle ovuşturdu.
Hemen önünde bir masa, masanın diğer tarafında da kel sayılabilecek, gözlüklü bir adam oturuyordu. Kahverengi çizgili beyaz gömleği ve siyah benekli lacivert kravatıyla, komik ama bir o kadar da önemli bir adam imajı uyandırıyordu.
“Oturun lütfen, vaktimiz kısıtlı. Hemen başlayalım," dedi önündeki küçük, siyah çantasının fermuarını açarken.
Gösterilen yere oturdu. Odanın içini alıcı gözüyle inceledi. Açık mavi ferah duvarlar, insanın içini ısıtan süt beyazı estetik desenlere sahip halı, çizimlerine anlam veremediği küçüklü büyüklü tablolar, köşedeki küçük buzdolabı, duvara monte edilmiş televizyon, kahverengi deri kaplama çift kişilik koltuk, koltuğun önündeki saf ahşaptan masa, masanın üstündeki dergiler ve kitaplar, şu an oturduğu ofis sandalyesi...”
O rutubetli, daracık, duvarların sıvası atmış, bin bir çeşit böcekle ortak kullanmak zorunda kaldığı; sadece lavabo, tuvalet ve yataktan ibaret olan hücre odasını düşününce burası cennetten bir köşe sayılırdı kendisi için.
Masanın üzerindeki fincandan yükselen güzel kokuyu içine çekti. Kahve miydi? Yoksa çay mıydı? Ürperdi. Bunun ayrımını yapamayacak kadar, bir dönem hayatının vazgeçilmezi olan bu şeylerden, bu kadar uzak mı kalmıştı.
"İçebilir miyim?" diye bardağı işaret etti.
"Elbette," dedi gözlüklü adam, hâlâ çantasının içini kurcalarken.
İki eliyle bardağı şevkle kavradı, ciğerleri; o adını bile unuttuğu içeceğin kokusuyla bayram etti. O tiksinç hücredeki aldığı her nefesi, adını unuttuğu şu içeceğin kokusu tek nefeste unutturmaya yetmişti. O kokudan mest olurken gözlüklü adam da en nihayetinde çantasından bir poşet dosya çıkarmayı başarmıştı.
"Şimdi, sizi neden çağırdığımı ve kim olduğumu merak ediyorsunuzdur değil mi?" diye başladı muhabbete.
"Dürüst olmak gerekirse hayır," dedi kayıtsız gözükmeye çalışırken.
"Peki nerede olduğunuzu biliyor musunuz?" diye ikinci bir soru yöneltti gözlüklü adam.
"Hapishane olabilir mi?"
"Olabilir mi değil, öyle. Peki ne zamandır buradasınız biliyor musunuz?"
"Bilmem, epey uzun bir süre oldu ama…"
"Neden buradasınız peki?"
"Bilmem."
"Hiç merak etmediniz mi?"
"Siz her merak ettiğiniz şeyin cevabını öğrenebiliyor musunuz?"
Karşılıklı hazırcevaplardan oluşuyormuş gibi görünen muhabbet bir anda kesildi.
Gözlüğünü eline aldı, içine hohlayıp camını ceketinin iç tarafına sildikten sonra tekrar taktı. Aralarında kısacık bir zamanda tehlikeli bir gerilim hattı oluşmuştu. İkisi de birbirini, birbirlerinden ölesiye nefret edecek kadar yakından tanıyor gibiydiler.
Önündeki poşet dosyadan kâğıtları çıkardı.
"Ben sizin neden ve ne kadar süredir burada mahkûm olduğunuzu biliyorum ama," diyerek gıcık bir tiplemeyle söylendi.
Bir karşılık bekliyordu ama nafile…
"Buradan kurtulmak istiyor musunuz?" diye ısrarla sorularını yöneltmeye devam etti.
"Elbette istiyorum."
"O zaman dediklerimi harfiyen uygulamak zorundasınız."
"Bir söyleyin de…"
Önündeki kâğıtları karıştırmaya başladı, bir yandan da devam etti konuşmasına.
"Bu zindanı yaratan sizsiniz."
"Anlamadım."
"Anlaşılmayacak bir şey yok. Bu zindanı yaratan sizsiniz."
Oturduğu sandalyeyi geri itti ve gitmek üzere ayaklandı.
"Buradan kurtulmak istediğinizi zannediyordum."
"Evet ama bunu benimle dalga geçmek için gelen bir insanla yapamam diye düşünüyorum," dedi demir kapıya doğru adımlarken.
"Olmadığınız biri gibi davranmayı bırakmalısınız, tek söyleyeceğim bu. İsterseniz şimdi gidebilirsiniz."
Durdu. Arkasını döndü. Hızlı adımlarla tekrar masaya yaklaştı. Avuç içlerini masaya sertçe vurdu.
"Siz kimsiniz de…"
Kısa, içi sahtelikle dolu ve kibirli bir kahkahayla sözünü kesti, sandalyesinde kasılarak gerindi.
"Sakin olun beyefendi!"
Gözlüklerinin üzerinden attığı alaycı bakışlarla devam etti sözüne.
"Ben sizin bilinçaltınızım, yani ben asıl sizim. Lütfen bana kendinizi savunmaya çalışmayın. Sizi, sizden daha iyi tanıyan biri varsa o da benim."
"Kim veya ne olduğunuz umurumda değil ve inanın böyle saçma cevaplar dinleyecek hâlde de değilim," dedi yorgunluğun verdiği tehditkarlıkla.
Ufak bir es verdikten sonra ciddiyetini en üst noktaya çıkarmak için, kaşlarını kaldırıp gözlerini açabildiği kadar açtı ve ekledi.
"Ayrıca ben buyum!"
Bu sefer de ellerini havada bir aşağı bir yukarı dalga geçmek için sallayan gömlekli adam, "Bana anlatmayın bu masalları, olmadığınız biri gibi davranıyorsunuz," dedi.
"Hayır davranmıyorum, ben buyum," dedi her bir kelimeyi ayrı ayrı bastırarak.
"Hayır değilsiniz."
"Evet buyum!"
"Hayır değilsiniz."
Sandalyeye tekrar oturdu. Olabildiğince kendini yaklaştırdı masaya. Gömlekli adamın gözlerinin içine avda olan bir kaplan agresifliği ile baktı.
"Kimim ben, anlat o zaman!"
"O kadar vaktimiz yok, maalesef. Sadece buradan nasıl çıkabilirsiniz onu anlatacağım."
Rahatsız edici bir rahatlığı vardı gözlüklü adamın. Hareketleri ve konuşma tarzı gereğinden fazla laubali idi. Yüzünde de tiksindirici bir donukluk vardı.
Pes etti. Derin bir nefes aldı, sandalyede arkasına yaslandı. "E anlat o zaman!" der gibi beklemeye başladı.
"Öncelikle..." dedi gözlüklü adam.
Sustu. Önündeki birkaç kâğıdı alt üst etti.
"İşte burda," diyerek yarım ağızla söylendi.
Kâğıda hızlıca göz gezdirdi. Tekrar masanın üstüne bıraktı.
"Her şeyi yapabilecekmiş gibi bir özgüvenle etrafta dolanmayı bırakın. Siz korkaksınız."
Baş ve işaret parmağıyla iki gözünün arasını bıkkınlıkla sıkıp gözlerini sertçe kapattı. Burnundan öfkeyle kısa bir nefes verdikten sonra,
"Böyle şeyleri hangi hakla bana söyleyebiliyorsunuz inanın bilmiyorum! Bildiğim tek şey korkak falan olmadığım!"
"Yaa öyle mi…" diyerek az önce göz gezdirdiği kâğıdı kendisine uzattı beyaz gömlekli adam.
"O zaman şu fotoğrafa bakarak bu fotoğraftaki…"
Gömlekli adamın cümlesi yarıda kaldı.
Kendisine uzatılan kâğıdı çevik bir hamleyle aşağı fırlattı. Kâğıt süzüle süzüle masanın altına gitti.
"Ben de öyle düşünmüştüm," diye güldü gözlüklü adam.
Önündeki diğer kâğıtları karıştırmaya devam etti.
"Nerden buldunuz bu fotoğrafı? Kimsiniz siz?"
Terlemeye başlamıştı, korktuğunda veya sinirlendiğinde beliren o kalın ve mor damar, alnının hemen sağ üstünde belirdi.
Bu sefer de gözlüklü adam tınlamadı. Önündeki kâğıtları alt üst etmeye devam etti.
Bir kâğıda daha hızlıca göz gezdirdi.
"İkinci olarak…"
Yine duraksadı. Sağ eliyle gözlüğünü düzeltti.
"Şunu yapmayı da bırakın artık."
Tek kaşını, korkakça bir öfke ve şüpheyle kaldırdı.
"Neyi yapmayı?"
"Bunu yapmayı. Sizden edebiyat adamı olmaz. Kendinizi kandırmayın."
Ayağa hışımla kalktı.
"Tamam, bu kadar saçmalık yeter! Ben gidiyorum."
Gömlekli adam omuz silkti, önündeki kâğıtları kaldırmak üzere düzenlemeye başladı.
"Siz bilirsiniz. Bu ilk karşılaşmamız değil ve gördüğüm kadarıyla son da olmayacak."
Bu umursamaz ve belirsiz tavırlarında, cümlelerinde insanı çeken garip bir aura vardı. Adımları odayı terk edemedi. Belirsizliğin ve umursamazlığın aurasını çok etkili kullanan bu adama yeniden ve çok kolay bir şekilde yenik düştü. Puflayarak sandalyesine kalktığı gibi geri oturdu. Gözlüklü adamın suratına yalvarırcasına:
"Lütfen bana adam akıllı cevap verin, siz kimsiniz ve beni neden çağırdınız?"
"Zaten adam akıllı cevap veriyorum, ben sizin bilinçaltınızım, sizi bu yarattığınız zindandan kurtarmaya geldim. Sadece işinize gelmiyor beni anlamak."
Kısa bir an için sessizce bakıştılar.
"İsterseniz şimdi devam edelim," diye ekledi gözlüklü adam.
"Bir dakika bir dakika…" dedi elini havaya kaldırarak.
Derin bir nefes aldı.
"Şimdi, benim kendi içimde bir zindan yarattığımı ve oraya hapsolduğumu söylüyorsun. Sen de bilinçaltımın bir bedene bürünmüş hâlisin öyle mi? Doğru mu anladım?"
"Ne eksik ne fazla."
Yine kısa bir duraksadı.
"Daha önce de görüştüğümüzü söyledin, peki bunu ben niye hatırlamıyorum. "
Dudaklarını büzüştürdü gözlüklü adam.
“Böyle olması gerekiyor, benimle yaptığın her başarısız çekişmenin sende yer etmesine imkân yok. Bana kulak astığın zaman değişeceksin, bana kulak astığın zaman içindeki o sahte salı batırıp kıyıya, gerçek sana, yüzeceksin… Bu cümleleri sana kaç defa kurdum aslında bir bilsen…"
Derin bir iç çekti gözlüklü adam konuşmanın üstüne; bıkkınlığın, yorulmuşluğun, umutsuzluğun sindirilmesiydi bu iç çekiş.
Bu sefer de o zorla gıcık bir kahkaha attı ve ekledi,
“Siz gerçekten benimle kafa bulmaya gelmişsiniz, daha fazla sizi dinlemek istemiyorum." diye azarlar gibi ayağa kalktı son kez.
“En kısa sürede tekrar görüşmek üzere, bu görüşme bitmiştir," dedi gözlüklü adam.
Gözlerini ağır ağır araladı. Havasız insanı boğan bir oda, sıvası atmış beyaz duvarlar, rahatsız bir yatak…
Ökkeş Can Kılıç
Comments