Öykü- Ayşe Özge Oğuz- Çeşme, Türbe ve Kurtlar
- İshakEdebiyat
- 2 dakika önce
- 5 dakikada okunur
Bir yalan uydurdum vaktiyle eğlenmek için. Hayalet gibi peşimde… Dağdan inen kurtlar gibi…
Ne dünyanın en yüksek tepesi ne de ülkenin. İstanbul’un çoğu zaman sis ve pus kaplı bir dağı… Tatlı ve leziz suyu ile bilinirmiş. Öyle ki vaktiyle yaptırılan suyolları ile Anadolu Yakası’nın çeşitli semtlerine su sağlarmış. Zirvedeki çeşmenin suyundan hiç içmedim, kısmet olmadı, hep sıra, hep sıra! İrili ufaklı insanlar boyum kadar varillerle su peşindeler. Ne de olsa Kayış Baba’nın gizemli suyudur. Yolumun üstünde olduğundan önce bir yoklarım, ama beklemekten sıkıldığım için çabuk kaçarım çeşmeden. Boş anını yakalayamadım. Sadece yağmur yağınca su bulanıklaştığından kimse gelmez. Ama arkasındaki türbeye insanlar hep gelir.
Benim dükkân, çeşme ve türbenin iki alt sokağında. Yıllar önce dağın eteklerinde çalışırken hedeflediğim zirve burası değildi elbette. Zaten işe pek uğramam. Yapılacakları genelde kalfa halleder. Melek akıllı kızdır. Ara sıra uğrar, çeşme sırasını kontrol ettiğim gibi onu da kontrol ederim. İşi düzgün yapar, namusludur. Maalesef fena halde hamile. Az gidip çöp çaput bağlamadı türbeye hamile kalmak için. Garanti olsun diye tüp bebek de denediler, tuttu. Kusma ve bulantı, mesaisinin çoğunu oluşturduğundan artık iş başa düştü. İki üç aydır tekkeyi ben bekliyorum. Can sıkıcı olduğu kadar hareketli anları da var. İşte başlıyor! Cam kapının arkasından Saliha’yı görüyorum. Saliha’nın dağınık saçları omzundan sarkıyor, başı öne eğilmiş, dudakları dua mırıldar gibi aralı. Türbe ziyaretinden yeni gelmiş sanki. O beni hatırlamıyor ama kendisi unutulacak gibi değil. Doğru ilacı bir türlü bulamadıklarından dükkânın yeni müdavimi. Kapı önünde, girmek ve girmemek arasındaki arafta bekliyor.
Tezgâhın arkasından çıkıp üç dört adımda kapıya varıyorum. Açarken, “Buyurun Saliha Hanım,” diyorum. Şaşırmış bir halde, “Merhaba,” diyor, dalgın dalgın reçeteyi elime tutuşturuyor. Gözleri önceki gelişlerinden daha kısık ama deli bakıyor. “Değişti,” diyor, “göğsümden süt geliyordu, azaldı ama hâlâ geliyor!” Bilgisayardan bakıyorum, “Ah evet, göğüsten süt gelmesi o ilacın yan etkisi, şimdiki ilaç yapmaz, sabah üç akşam iki tane,” diye cevap veriyorum. Aniden gri tişörtünü sıyırıp memesinin ucunu yaralı bir hayvan gibi yakalıyor. Sıkarken, “Bak,” diyor, “bak gördün mü?” İnsanların çoğu kişiye göstermedikleri uzuvlarını ifşa ederkenki merak ve mahremiyet hissini bir tarafa bırakıp doktor bakışımı takınıyorum. Ben sadece objektif bir gözlemciyim. Bu benim işimin bir parçası. Bakıyorum ama görmemeye çalışıyorum. Onca sıkmaya süt falan yok ortada. “Hım,” diyorum yine de “hım, evet.” Onaylanmış hali daha az gergin, dudakları ve gözleri yumuşamış. “Ben,” diyor “şimdi Kayış Baba’ya gideceğim, çok yoruldum.” Çeşmeye de gitse keşke. Susuz kalmış yüzü, solmuş, sararmış. “Bu ilaçlar iyi gelecek. Bunu sabah üç, akşam iki, diğerini de dört tane yarım sabah, sonra tam alacaksın,” diye açıklama yapıyorum. Anlıyor, dükkândan dışarı çıkarken daha mağrur ama anlıyor.
Derken pörtlek gözleri ile Berivan beliriyor kapının ardında. Yanında çocukları yok. Reçete yerine ufak bir kâğıda yazılı kodu uzatıyor. Bilgisayardan kontrol ediyorum. “Akşamki ilaç artmış Berivan Hanım,” derken acaba mevsimsel mi diye düşünüyorum. “Evet, söyledi doktor ama çete hâlâ peşimde!” Unuttuğumdan değil hiç hatırlamadığımdan soruyorum. “Hangi çete?” Pervasızca söylüyor. “Geri dönmezler çetesi!” Sanrılar, takipler, peki ama neredeler? “İyi işte belki gerçekten dönmüyorlardır,” diyerek müşterimi gerçekliğe davet ediyorum. Kim kimi umursuyor ki ardından gelecek? Ateş gibi gözlerle beni süzüyor ve davetimi, “Önce babamı, sonra eşimi, şimdi çocuklarımı aldı bu çete. Polise gittim, şikâyetçi oldum ama her yerdeler, sürekli takipteler,” diyerek reddediyor. Sanki bildik bir repliği sayıklıyor. Anlattı aslında. yirmi yıl önce kocasına kaçınca ailesi tarafından reddedilişini, sonra babasının çeteye girişini, Berivan eşinden ayrılınca eşinin, çocuklar gidince de çocuklarının çeteye katıldığını anlattı. Herkes gibi ben de onu anlamamışım. Empatisizlik beni hüsrana uğratıyor. “Buralarda da var mı?” sorusu ile kaygan zeminde etüt yapıyorum. Görüyor ve arttırıyor. “Evet, babamı Kayış Baba Türbesi civarında gördüm. Belinde silah vardı.” 20 yıldır görmediği, yaşadığı yaşamadığı belli olmayan babası. “Peki,” diyorum pes ederek. Rahatlasın diye türbenin efsunlu olduğundan, etrafında zarar görmeyeceğinden dem vuruyorum. “Biliyorum,” diyor, “o yüzden hep buralardayım!” Başımı sallıyorum. Yeni bir müşteri. Bana kalırsa mevsimden, kış gelmek bilmedi.
Hem Melek yok hem bugün kabul günü galiba. Gövdesinin yarısı içerde yarısı dışarda olan turuncu rujlu kadını ilk kez görüyorum. “Buralarda türbe varmış, Kayış Baba Türbesi. Nerede biliyor musunuz?” diye soruyor. İçeri buyur edip etmemekte kararsızım. Yanındaki kız çocuğunu fark edince, “İçeri gelin, anlatayım. Kayış Baba, İstanbul’un en eski türbelerindendir. İki sokak yukarıda çeşmenin arkasında. Çay içer misiniz,” diye soruyorum. Kadın içmek, kız içmemek istiyor. Ben çayı hazırlıyorum. Ortamın sıcaklığı kadının dilini çözüyor. Sır verircesine, “Babası marşmelov ağacından marşmelov toplayıp kızartacağını söylemiş!” “Yani?” diyorum. “Yani kızıma zarar vermek istiyor. Başka ne için marşmelov kızartılır ki! Düşünebiliyor musunuz beş yıl önce, kızım beş yaşında iken söylemiş! Yeni hatırlıyor.” Dehşete düşmediğimi görünce gözlerini kocaman açıp gözlerime dikiyor. Kadından korkmuyorum. Bu dağın zirvesinde, eteklerinden daha az oksijen var. Bilmiyorum bunun etkisi mi? Sadece çocuğun yalnızlığı aklımı çeliyor. “Avukata mı yoksa doktora mı gitseniz,” diye soruyorum. “Risalelerden okuduk. Önce Kayış Baba’ya geldik. Ondan derman dileyeceğiz,” diye yanıtlıyor. “O zaman size kısa hikâyesini anlatayım,” diyorum. Hevesli değiller ama tek motivasyonları hikâyenin kısa olması. Başlıyorum: “Bir zamanlar, ta Arap akınlarından önce bu dağda at eyeri için kayış yapmakla ünlü, kimilerine göre derviş kimilerine göre yabani bir adam yaşarmış. İsmini kimse bilmiyor ama sonradan bütün kayışların babası anlamında Kayış Baba lakabını takmışlar. Dervişe niye dağın tepesindesin, soğuk değil mi diye sorduklarında insanlardan sıkıldığını söyler, kulübesinde tek başına yaşar, işi ile ilgilenirmiş. Ama o insanlardan kaçtıkça insanlar onu bulmuş. Ülkenin dört bir yanından onun elinden çıkmış kayışları almaya gelenler olurmuş. Çok dayanıklı olan kayışlar sayesinde kimse seyahatinde sorun yaşamazmış. Kayış Baba dağın zirvesindeymiş ama etrafında su yokmuş. Bu sebeple her gün su için vadideki akarsuya iner, matarasını doldururmuş. Bir gün akarsuyun kıyısında kurt sürüsüne rastlamış.” Annesinin yanında büyümüş gözlerle bana bakan kız “Hâlâ kurt var mıdır?” diye soruyor. İki sokak ötedeki dağa bakıyorum, “Bazen gecenin ıssızlığında sesleri duyuluyor ama eski zamanlardaki kadar olduğunu sanmıyorum. Buralar şimdiki zamanın Kurtköy’ü değilse de belki o zamanların kurt diyarı idi.” Yaptığım espri bana göre komik ama anne ve kızda, az önce benim yaşadığım marşmelov tepkisizliği var. Hevesim kırık devam ediyorum. “Geceler gündüzler boyu kurt ulumaları duymuş. Sesler zaman zaman acı haykırışlara dönüşmüş. Derviş, korkudan kulübesinden dışarı çıkmamış. Ulumalar kesilince akarsuya inebilmiş. Bir de ne görsün, akarsuyun kenarında birbirine kayışlarla bağlanmış ölü kurtlar var. Yaklaşınca bu kayışların kendi kayışları olduğunu anlamış ve bu kadar sağlam olmalarından utanmış. Sağlam olmasalar o kurtlar belki yaşarmış. Kurtların, çoğu yenmiş, az etli yüzlerinde, gözlerinin altına denk gelen yerde donmuş su birikintisine rastlamış. Gözyaşı olduğuna hükmetmiş. O günden sonra dervişi gören olmamış. Kimi yıldız olup kaydığından kimi kendisini dağdan aşağı salarak eteklerden vadiye kayışından bahsetmiş. Bazıları Kayış Baba ismini bu sebeple almış olabileceğini söyler ama o zaman da kayışları kim yaptı? Hikâyenin o kısmı sorunlu oluyor,” diyerek izleyicilerime dönüyorum.
“Kurtlar birbirini mi yemiş yani,” diye soruyor küçük kız. Marşmelovun yanı sıra kıza bir de kurt fobisi kazandırmanın şerefine anlatmaya devam ediyorum. “Öyle duruyor ama kurtları kim niye bağlamış, kim niye ölümlerine yol açmış bilinmiyor. Neyse, yüzer yüzer yıllar, tek bir yıl gibi geçmiş. Zirveye doğru yerleşim ilerledikçe insanlar burada Kayış Baba isimli bir dervişin yaşadığını öğrenmişler. Risaleleri okuyunca yüzyıllar boyu unuttukları dervişi, akarsu, kulübe dâhil her şeyi ile hatırlamak istemişler. Bu anıyı ölümsüzleştirip ona tapmak istemişler ki kazalar, belalar, felaketler dursun. Hatta türbenin yanına çeşme kondurmuşlar ki Kayış Baba ve kurtların susuzluğu dinsin. Kendileri için diledikleri iyilikler, güzellikler türbe ziyaretleri ve çeşme ile yaşam bulsun.” Derken anne ve kızı hareketleniyor. “Biz gidelim artık yaşayacağımız kötülükler beklemez,” diyerek kalkıyorlar ayağa… Daha bitmedi ki? Hikâyenin son cümlelerinin vakti yeni geldi. “Zaman zaman gözlerinden ateş fışkıran bir kurdun dolandığına şahitlik edenler çıkarmış. Bazen kurdun yanında kara örtülere sarınmış bir adam da belirirmiş. Derler ki o adam Kayış Baba’nın ruhudur. Soğuklarda kurdun göz pınarlarında donan yaşları elleri ile çözer, kendini affettirmeye çalışır. Hatta yemin ederler ki, o gözyaşları damlayıp yol yaparak çeşmeye kavuşur, özlem biter.” Bu da çeşmenin hikâyesi, dinlemiyorlar. Uğurlama sözcükleri dilemeden saf bir tebessümle kapattıkları cam kapının ardından bakakalıyorum. Gittiler.
Akşamüstü Melek arıyor. Benim onu yokladığım gibi o da beni yokluyor. “Yok önemli bir şey,” diyorum, “Hastalar geldi, Kayış Baba masalını anlattım, hatta senin hamileliğini bile hikâyeye kattım.” Bir kahkaha savuruyor: “Sen bıkmayacaksın bu masalı anlatmaktan. Ahaliyi, belediyeyi ikna ettin, kim bilir daha neler olacak?” “İnsanların ihtiyacı var demek ki,” diyorum. Tıpkı dükkân, doludan zarar görmediği için Kayış Baba’yı keşfedip varlığına duacı olduğumuz o yağmurlu, fırtınalı gün gibi. Ve ekliyorum, “Bir yalan uydurdum vaktiyle eğlenmek için. Hayalet gibi peşimde… Dağdan inen kurtlar gibi… Hiç de pişman değilim!”
Ayşe Özge Oğuz
Commentaires