top of page

Öykü- Ömer Faruk Güler- İşbaşı

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 7 gün önce
  • 8 dakikada okunur

Kapkaranlık bir sabah vaktiydi. Arabalar farlarıyla insanları kör ederek cadde boyunca geçiyorlardı. Şoförler kaldırımdaki oyuklara paldır küldür girip çıkıyorlardı. Yağmur yağmıyor, adeta herkesi dövüyordu. İnsanlar donlarına kadar ıslanmamak için dükkân pervazlarının altına sığınmışlardı. Gelip geçen kontrolsüz şoförlere sövüyorlardı. Liseli öğrenciler totem olsun diye peşi sıra sigara yakıyorlardı. Yeni açılmış dükkanların lambaları yanıyordu. Dükkanlarının kapısına yaslanan çıraklar yağmura dalıp gitmişlerdi. Otobüs durağının kırmızı tabelasına yazılan beyaz yazılar yağmurun altında dupduru parıldıyordu. İnsanlar tabelanın gerisinde henüz açılmamış bir eczanenin pervazının altındaydılar. Beş metre kadar uzuyordu bu pervaz. Dükkânın hemen bitişiğinde bir bankamatik duruyordu. . Onun altında bekleyen genç bir adam bir şeyler mırıldanıyordu. Biri para çekecek diye ödü kopuyordu. Neyse ki bankamatik kapanmış bir otogar kadar tenhaydı. Mırıldandıkları küfürden ibaretti. Kara asfalta düzensiz düşen yağmur damlalarına, su alan botlarına, içine sığmadığı, yenisini almaya da parasının yetmediği pardösüsüne sövüyordu. 

Yarım saattir bekliyordu. Çağrı merkezindeki telefona ilk çağrı dokuzda düşüyordu. Vardiyada onu sabahın bu saatine yazan takım şefine sövüyordu. Cebindeki parayı taksiye vermek istemiyordu. Ama başka çaresi de kalmamıştı. Kovulamazdı. Kira, faturalar, tütün, arkadaşı ayarlarsa ucuzundan bir litre yapma rakı, bir de iş yerinde tanıştığı o kızla bakarsın sözleştikleri gibi kahve içmeye giderlerdi. Kovulamazdı. Koşarak da gitmek zorunda olsa o telefonu açması gereken zamanda açmalıydı. Köşeden sarı boyaları parıldayan bir taksi döndü. Bir adım attı, geç kalmıştı. Pervazın altında bekleyen kadınlardan biri ondan önce yarı bataklık olmuş kaldırım kenarına atılmıştı. Göz göze geldiler. Kadın hiç ifade taşımayan, soğukta kızarmış yüzüyle ona baktı. Kadınlar zayıflığı dünya üzerindeki bütün canlıdan daha önce sezerler. Adamdaki kırılganlığı ise sokak köpekleri bile anlayabilirdi. İçten ne kadar telaşlıysa dıştan da bir o kadar durgun görünüyordu. Taksi kadını alıp götürdü. Genç adam aracın döndüğü köşeye yürüdü. Kâğıt gibi ince botları su almıştı, ayaklarına uyuzluğa benzer bir ağrı girmişti. Burada araçlar yaklaştıkça bir parlaklık yanıp sönüyordu. Anlık körlüklerden sonra gelen arabaları gözlerini kısarak seçmeye çalışıyordu.

Etrafına bakındı. Burada, bu karanlık köşe başında klozet kapağına yapışan nemli bir kül parçasını andırıyordu. Yağmur maşrapadan dökülürcesine tepesine boşalırken o bok rengi çamurların içine düşmemek için direniyordu. Evinin kirasını ödemeliydi. Kombinin derecesinde en az 45 c yazmalıydı. Duştan önce biraz uçluk eklediği sarı filtre tekel tütününü yakmalı, hemen ardından bir fıs lavanta kokulu oda spreyi sıkmalıydı. Bu sesi mutlaka iş yerinde tanıştığı kız da duymalı,'' bu sprey de zaman ayarlı değil sanırım'' diyen sesindeki merakı duymazdan gelmeliydi. Aklından geçen düşünceler içinde bir umut ışığı yaktı. Yağmur altındaki sarı taksilerin parlaklığı yayıldı yüzüne. Karın boşluğuyla kasıkları tatlı tatlı karıncalandı.

Yavaşça yaklaşan bir taksiye el edip bindi. Ön koltuğa oturdu. Soğuk arkalığa başını yasladı. Taksi ilerlerken damlalı camların ardından durakta bekleyenlere baktı. Birkaç kindar ve ıslak tiple göz göze geldi. ''Köprüye abi,'' dedi. Taksici direksiyona kadar eğilmiş, yolu görmeye çalışıyordu. Damlalı camın ötesine kırmızı, sarı, yeşil bir kaos hakimdi. Taksimetreye göz attı. Açılış miktarını çok da geçmeden gideceği yere varmalıydı. Aynanın üstündeki sallanan araba kokusu, taksicinin erkek markalı-kapağı hep takılı kalan-parfümünün kokusu, onun kalem parfümünün kokusu, geceden beri bekleyen arabanın kokusu... Hepsi birbirine karışmış, içeriye naftalin kokusuna benzer bir koku yayılmıştı. Biraz da tütün kokuyordu. Sarı filtre tekel tütünü...

Biraz ilerledikten sonra araba durdu. Yol burada tıkanıyordu. Tepe lambasından yansıyan ışık taksicinin açık alnındaki kara lekeleri belirginleştirmişti. 60 yaşlarındaydı. Yorgun, kanlı gözleri, göçük elmacık kemikleri, böbrek hastaları gibi sarı bir yüzü vardı. Tığ gibi de ince bir adamcağızdı. Genç işi şişme montu kollarına kısa geliyordu. Bileklerine kandil simidi geçirilebilirdi. Radyoyu açtı, dokunmatiğe uzanan elleri halsizdi, tırnakları mantar sarısıydı.  Radyoda bir iki pop kanalı çıktı önce, alçaktan homurdanarak atladı kanalları. Haber kanalına gelince durdu. Sesi biraz açtı. Radyoda konuşan kadının zarif sesi ninni gibi geliyordu: Keşke ben de haberci olsaydım, diye mırıldandı genç adam. Taksici, ''Buyur, ne dedin?'' dedi.

''Yok bir şey abi, kadın öyle rahat anlatıyor ki o hoşuma gitti,'' dedi.

''O niye?''

''Yani ben de sürekli bir şeyler anlatıyorum da böyle rahat değil,'' dedi.

Taksici merakla döndü, ''Allah Allah, sen de mi habercisin yoksa?'' dedi.

''Yok, telefon şirketinde çalışıyorum. Ama bir sürü zorluk oluyor. Evinin adresini bilmeyenler, sarhoşlar, dalga geçmek için arayıp duranlar; bir de pirim çıktı başımıza ki sorma. Böyle hazır metinler olsa çıkıp okurum ne güzel''

''Prim işi nasıl oluyor? Sağdan kaçıyorum bu arada, açılmaz bu yol''

Kafasını koltuktan kaldırıp şoförün açılmaz dediği yola baktı. Ta aşağıya kadar uzanan kırmızı arka lambalarından başka bir şey göremedi. '' Dön abi dön, geç kalıyorum zaten'' dedi.  Taksimetreye bakınca gözü yine korktu, henüz elli metre gitmelerine rağmen düşündüğü sınırı geçmişlerdi. İçinden bir sıkıntı geçti. Taksici ara sokağa girince hızlandı, ''Prim nasıl oluyor sizin işte, ne satıyorsun ki?'' diye sordu.

''Pizza siparişleri alıyoruz, onlardan pirim yok aslında. Ama yan ürünler var, onları sunmak gerekiyor''

''Sunamıyor musun? Sessiz birine benziyorsun da ondan söylüyorum''

''Ya sunuyorum da fiyat farkı çıkıyor, müşteriye söylemiyor kimse, en son toplu fiyat söylüyorlar. Ben de rahatsız oluyorum bundan, öyle büyümedim''

''İnsan ne kazanıyorsa hakkıyla kazanmalı. Haram rızık dinimizde haramdır''

''Öyle,'' dedi genç adam. Taksicinin girdiği ara sokak da tıkalıydı. Bu defa genç adama sormadan yine sağa saptı. ''İleriden çıkarız şimdi önlerine,'' diye delikanlıya cevap olarak kendi kendine söylendi. Girdikleri yolun ucu yandaki caddeye çıktı. Cadde de tıkalıydı. Üstelik tersten girdikleri için yol açık bile olsa dönüp genç adamı aldığı yola gelebilirlerdi. C çizmişlerdi. Delikanlı panikle saatine, korkuyla taksimetreye, sinirle yaşlı adama baktı. Taksicinin de yüzü biraz sertleşmişti. Hiç hesap sorulmasıyla uğraşarak halde olmadığını göstermek istermiş gibi bakıyordu.

Delikanlı, ''Ben ara sokaklardan gideyim en iyisi,'' dedi.

Yaşlı adam, ''Allah kahretsin bu milleti, bok var gibi herkes araba alıyor,'' dedi.

Genç adam açılışın neredeyse iki katını ödeyerek taksiden indi. Pardösüsünün yakasını kaldırdı. Nereden aldım bunu da, diye düşündü. Hangi filmden gördüm? Ne ısıtıyor ne de cepleri işe yarıyor. Bere de takılmıyor üstüne, karton toplayan amcalara benziyorum. Kesin biri verdi. Bir zamanlar giymediği üst başı dağıtan insanlar vardı. Onlardan gelmiştir kesin. Kestirme yolları bulmaya çalışarak koşar adım yürümeye başladı. Apartmanların pencerelerinde sımsıcak sarı ışıklar yanıyordu. Ceplerinin serin, nemli kumaşı soğuktan kızarmış ellerinin üstüne sürtündükçe derisi yanıyordu. Sanki ellerinin üstünü birisi çimdikliyordu: Nemlendirici de almak lazım, biraz yaksa da toparlar. Eski okulunun arka sokağından iş yerine doğru uzanan caddeye çıktı. Bu liseden mezun olmuştu. Bir kızı anımsadı; her müstehcen şakadan sonra açık pembe tırnaklarıyla onu tatlı tatlı çimdikleyen bir kızı.

Bir sigara yakmak için tütün poşetini çıkardı. Bu poşetlerdeki sigaralar iyi sarılmadığı için sigara azaldıkça sona kalanların içi boşalmaya başlıyordu. Yarısı dolu bir sarı filtre tekel tütününü çıkarıp kağıdını dişiyle ortasından kopardı. Ağzına yapışan kâğıdı yağmurdan kararmış kaldırıma tükürdü. Yaktı, bir iki nefesle sonuna geldi. Çok çabuk bittiği için hiç yakmamışçasına sigaraya aç hissetti. Yolun üstünde bir tütüncü bakınarak yürümeye devam etti. Açık bakkallar da vardı ama onlardaki sigara fiyatını karşılayamazdı. Arkasından, ''Adam yürüyen kül tablası,'' dediklerini bilir, yine de mecbur içmeyi sürdürürdü. Çok sigara içtiği için de tütün alıyordu. Bir süre sonra tadı anlaşılmaz olduğundan bir öğrenci odası kirası kadar parayı sigaraya yatırmak istemiyordu. Yol boyunca satın alabileceği bir ürün bulunmayan ışıltılı dükkanları izleyerek yürüdü. Uzakta, bir mezarlığın yanı başında bir tütüncü dükkânı gördü. Tabelasız, ufacık bir yerdi. Ta Victory zamanlarından beri tütün içtiği için yüz metreden görürdü bu depoya benzeyen dükkanları. Victory zamanlarında buraları Doğu'dan gelen, Türkçeyi sigara satmak için kullanan adamlar işletirlerdi. Şimdilerde ise oturduğu yerdeki tütüncüler lise arkadaşlarının iş yerleri olmuşlardı. Hatta bir keresinde Kadıköy taraflarına gittiğinde önüne butik kafelerdeki gibi üç beş küçük masa atılan, konservatuar mezunu çocukların işlettiği bir tütüncü bile görmüştü.

Tütüncüye girdi. Kıvırcık saçlı, balık etli, uzun bir delikanlı masada oturuyordu. Sırtında kollarını dirseklerine kadar kıvırdığı bir palto vardı. Telefonuna dalmış, sağır eden bir gürültüyle dizi izliyordu. İçeriye adımını atınca gözleri kamaştı. Dışarıdaki karanlığın aksine burada parlak, beyaz bir ışık yanıyordu. Ama tuhaftır ki tıpatıp dışardakine benzer bir kasvet hakimdi içeriye de.

''Günaydın, bir sarı filtre tekel tütünü,'' dedi.

''Aleyküm selam,'' dedi Çocuk. Bir poşet tütün çıkarıp cam masaya bıraktı. Yirmi lira çıkarıp çocuğa uzattı.

''Yirmi iki oldu abi yalnız,'' deyince duraladı. Ceplerine baktı, boştu. Nemli, soğuk bir boşluk. Bu defa çimdiklemiyor, uyuz edercesine kaşıyordu ellerini.

''Zam mı geldi?'' diye sordu.

''He,'' dedi çocuk. Sesinde bir yakınlık vardı. Bir tanış yakınlığı değil, bir yabancının laçka yakınlığı.

''İstersen yirmiye beyaz ince tütün var,'' dedi. Sarı filtre tekel tütününü çekmeceye geri koydu. Alttaki sıkışmış çekmeceyi biraz sarsıp açtı. Beyaz ince tütünü çıkarıp masaya attı.

Beyaz ince tütünden nefret ederdi. Zehir gibi acıydı. Üstelik asla düzgün sıkıştırılmaz, ateşi de sürekli düşerdi. En sevdiği, iltifatlar alan siyah kapüşonlusunu beyaz tütünle yakmıştı. Yer yer solmuş olsa da o kapşonlunun daha en az iki yılı vardı. Hala ara sıra giyiyordu ama eli ister istemez kalbine denk gelen deliğin üstüne gidiyordu. Bu bir tik halini almıştı. Tütünü alıp çıkmaktan başka çaresi yoktu. Gözüne duvardaki saat takıldı. Yirmi dakika kalmıştı. Hızla parayı verip kolay gelsin demeden dükkândan fırladı.

Yağmur durmuş, hava biraz açmıştı. Mezarlığın yanından koştura koştura yürüdü. Mezarlığın sabah mahmurluğu bir yanda, caddenin korna, insan, kedi, köpek, çoluk çocuk, lise, ilkokul talebe sesleri öte yanda. O aklında karmakarışık düşünceler, kimseye merhaba bile demeye gücü olmadan, tüm gün telefonla konuşmaya gidiyordu. Öğleye kadar sakindi, yemek molasıyla başlıyordu curcuna.

İş yerinin sokağına girince birden önünde yürüyen kestane saçlı kıza dikkat kesildi. Yanına gelirken adımlarını yavaşlattı. Kızın yanına gelince durup baktı. Genç kız başını çevirdi, ela ela baktı, ''Günaydın,'' dedi. Bugün ilk kez birisi ona günaydın demişti, o ise ömründe ilk kez birinden bu lafı duyuyor gibi oldu. ''Günaydın, nasılsın,” dedi. Genç kız yoğun, uçurum gibi çekici gözlerini genç adamın yüzünde gezdirdi. ''İyi, sen nasılsın asıl, ter içinde kalmışsın,'' dedi.

Genç adam bir an durdu: Burnuma gelen bu koku sokaktaki çöplerden değil de benden mi geliyor yoksa, diye düşündü. ''Geç kaldım biraz,'' dedi, '' Ondan koşturdum''

Kızın ince, al dudakları alayla gevşedi, ''Sen işi bu kadar önemser miydin ya?'' dedi.

Genç adam bozuldu. Gözleri buğulandı, yüzünü kimlik soran bekçiler gibi buruşturdu.

''Her gün görüyorsun ya burada, sence önemsemiyor muyum?'' dedi.

''Bilmem, kat şefinin ortak grupta paylaştığı pirim listesinde adını görmüyorum da. Çok kasmıyor herhalde dedim''

''Pirim işinde dönen dümenleri bilmiyor gibi konuşuyorsun''

Genç kız sahiden de bilmiyormuş gibi umursamaz göründü. İş yerinin önüne gelmişlerdi. Gri bir binaydı, duvarları tırtıklı. Kurumaya yüz tutmuş yağmur suları kara lekeler bırakmıştı duvarlarda. Yalnız çıkacağı katın ışıkları yanıyordu; beyaz, acımasız, kir gösteren bir ışık. Kızın dizlerine inen krem rengi kabarık mantosunda pembe yağmur lekeleri vardı. Genç adamın evden çıkarken lacivert olan pardösüsü ise simsiyah kesilmişti.

Vedalaşmak için bir neden yoktu. Ama kız birden tek ayağı üstünde kayarak ona döndü.

''Ne zaman bira içiyoruz?'' diye sordu.

''Bira mı?'' dedi genç adam. Biraz afallamıştı. Kafasına yağmur sonrasının ağrısı girmişti.

''Evet bira,' 'dedi kız heyecanlı bir sesle. ''Geçen konuşmuştuk ya. Gerçi bira demedik ama iş çıkışı kahve bayar. Zaten bütün gün molada içip duruyorum''

Genç adamın susmaya devam ettiği görünce, ''Bugün içiyoruz o zaman. Beş gibi çıkarım ben, burada buluşuruz,'' diye çabucak programı belirleyip gitti. Kapıya yürüdü. Kartını okutup kapıyı açtı. Arkasını dönüp sigara aranan genç adama baktı. ''Geç kaldın, takım şefi olamayacaksın bak bu gidişle,'' dedi içten bir gülümsemeyle.

Genç adam ofiste tek başına mesaiye başladı. Yağlı kulaklıklardan birini boynuna geçirdi. Pencerenin kenarındaki masaya oturdu. İlk telefona kadar gelip geçen bulutları izledi. Saat on gibi ikinci müşteri temsilcisi gelince yangın merdivenine çıkıp bir sigara yaktı. Acı sigarayı içine çektikçe göğsüne bir sancı giriyordu. İş arkadaşı.

''Ne içiyorsun sen, zehir gibi kokuyor, burnumun direği kırıldı,'' dedi.

''Sarı filtre kalmamıştı,'' diye karşılık verdi. İş arkadaşı masadan kalkıp yanına geldi. Elinde siyah bir poşet tutuyordu. İçinden bir tütün poşeti çıkarıp verdi.

''Kaç tane var orada, toplumu alıyorsun bunları?'' diye sordu.

''Ee ucuz, On beş tl bizim orada sarı filtre tekel tütünü. Sen kaça alıyorsun ki?''

Utandı. Cevap vermek istemedi. ''Aynı bizim burada da,'' dedi, '' Kalmamıştı ama''

İlk siparişi 11.00'de, dalgın dalgın otururken düştü. Telefon çalınca panikle yerinden sıçradı.

''İyi günler, nasıl yardımcı olabilirim,'' dedi.

Bilgisayar ekranından yemek listesini açtı, önce yemeği sundu. Sonra da, ''Başka bir şey ister miydiniz?'' diye sordu.

Yan ürün sunarken, ''Başka bir şey ister miydiniz,'' denmez, ''Ne isterdiniz,' denir!" diye kendine kızdı.


Ömer Faruk Güler

Comments


bottom of page