Mâzîyi terk eyle müstakbel anacak dem değül
Safî
“Ooo, beyefendi kendine gelmiş.”
“Kimsin sen?”
“Bülent Yaşar Ölmez.”
“O benim adım.”
“Biliyoruz lan!”
Elleri, ayakları iskemleye bağlanmış uzun boylu gencin tam karşısına oturdu. Koyu renk gözlüğünü ceketinin iç cebine yerleştirirken gözlerini bir an bile çekmedi genç adamın üstünden. Bülent’in başka zaman görse komik diyeceği kadar yuvarlaktı adamın yüzü. Oysa bu yüze şimdiki bakışında merak ve korku aynı hizadaydı. Yeşil gözlerinin altında tasviri zor bir gülümseme vardı adamın. Ne müşfik veya dostane denecek kadar müspet ne de sinsi ve hin sayılabilecek kadar tekinsiz.
En son nerede olduğunu hatırlamaya çalıştı, beceremedi. Hiçbir yerinde ağrı, sızı da yoktu. Metruk bir binadaydılar. Geniş pencerelerden içeriye dağılan güneş iyi aydınlatıyordu odayı. Duvarda sıvalar çatlamış, boyalar dökük. Karşı duvara yakın tozlu masanın üstünde küçük, siyah bir çanta. Masanın etrafında pek de sağlam durmayan, gelişigüzel dağılmış dört, beş iskemle. Dikkatini yeniden adamdan yana çevirdi.
“Kimsin sen? Ne istiyorsun?”
“Dileğin kabul oldu.”
“Ne dileği?”
“Henüz dilemediğin dilek.”
“Nasıl yani?”
Dudağının bir kenarı gerildi garip bakışlı adamın. Mühim bir şey söyleyecekmiş gibi birkaç saniye duraksadı.
“Zaman yolculuğuna inanır mısın?”
Bülent gözlerini kıstı, bakışlarıyla, “Bu nereden çıktı şimdi?” diye sordu. Ama adam cevabı duymak istiyordu.
“Hayır. Ne alakası var? Niye buradayım?”
Arka arkaya sıraladığı sorulara bir cevap alamadı. Öfkeyle tekrar sordu.
“Kimsin? Niye buradayım?”
“Kim olduğumu boş ver,” dedi adam kayıtsızca. “Gelecekten geldim, sadece senin için.”
Bülent gülmeye başladı. Bunu gören karşısındaki adam da güldü. Beraberce güldüler. İlk duran yine Bülent oldu. Deminki soruyu biraz daha genişleterek sordu.
“Alay etme benimle, niye buradayım? Ne oluyor? Kimsin sen?”
“Anlatacağım Bülentçiğim, anlatacağım. Merak etme,” dedi adam aynı ifadeyle.
“Anlat o zaman.”
Gömleğinin altına kaçmış olan saati eliyle düzeltip baktı. Beklediği vaktin geldiğinden emin olmuş gibi, “olur” kabilinden bir hareketle, kafasını hafif yatırarak, “Tamam,” dedi.
“Bülent, sen çok büyük bir vahşet, cinayet, suç, günah işte adına her ne dersen, işledin. Daha doğrusu işleyeceksin, hem de yarın.”
Durakladı, baştan ayağa hızlıca göz gezdirdikten sonra hafiften açtı gözlerini ve abartılı mimiklerle, şaşkınlığını iyice göstermek istercesine, “Sen üzerini kaç günde bir değiştiriyorsun lan?” dedi.
Bülent yeniden gülmeye başladı. Adam epey bozulduysa da ses etmedi. Aynı ciddiyetle konuşmaya devam etti ama Bülent gülüyordu. Bir anda sustu adam. Biraz daha gülüp toparlanan Bülent kendisine bakan beton gibi iki gözle karşılaşınca biraz da korkarak hızla söndürdü kahkahasını. Sıkıcı bir komedyeni mecburen dinler gibi memnuniyetsiz bir tavırla bakıyordu adamın suratına artık. İğreti bir ciddiyetle, söylediklerine hafif kafa hareketleriyle karşılık vererek bir süre dinledi. Bakışlarının biraz yumuşadığını fark edince, “Tamam, çok güzel. Beğendim,” dedi. “Kimin işi bu? Cenk mi ayarladı, Murat mı yoksa?”
“Ben deminden beri ne anlatıyorum lan burada?”
Aniden Bülent’in yüzüne yaklaştı adam.
“İnanmıyor musun?”
“Şampiyon kim bu sezon?” dedi Bülent ansızın. Yüzünde alaycı bir ifade.
“Cimbom,” diye cevapladı karşıdaki.
İki manaya da yorulabilecek bir gülümsemeyle kafasını salladı Bülent, hoşuna mı gitti yoksa alaya mı aldı anlayamadı adam. Bir süre bakıştılar.
“Tamam o zaman, şöyle yapalım.”
Adam kalktı, masadaki çantanın içinden çıkardığı tableti elinde sallayarak geri geldi. Bülent’e garip ve biraz da gülünç gelen parmak hareketleriyle birkaç yere dokununca bazı renkler ve görüntüler belirdi saydam cihazın tamamında, işaret parmağını biraz daha kaydırıp aynı gülünçlükte iki dokunuşun ardından Bülent’e çevirdi.
“Bazı şeyler göstereceğim şimdi sana.”
Oynatılmaya hazır bir video vardı ekranda. Bülent’le bir saniyelik bir bakışmanın ardından videoyu başlattı adam. Bir televizyon programından alınmış kayıtta Bülent’in, sesine ve tipine aşina olsa da adını bilmediği sunucu kadının öfkesi sesinden dışarı taşıyordu.
“Bu vahşeti bir insan nasıl işleyebilir? İnanın ne diyeceğimi bilemiyorum. Bu insanlık suçunu işleyen -affedersiniz ama- mahlûkun en yakın zamanda olabilecek en ağır şekilde cezalandırılacağını umuyoruz. Şimdi bu konuyu konuşmak üzere aramızda bulunan değerli huk...”
Kayıt burada bitmişti. Bülent hâlâ bunun bir çeşit şaka olduğunu düşünüyor ve odanın çeşitli yerlerine gizlenmiş kameraları arıyordu.
“Nereye bakıyorsun oğlum? Sana diyor!”
“Tamam, çok güzel şaka, çok beğendim. Hadi bırak artık da gideyim.”
Adam anlaşılmayan bir fısıltı eşliğinde birkaç kere daha dokundu ekrana. Yine çevirip Bülent’e doğru tuttu tableti. Bu kez iyi bildiği bir spikerdi konuşan.
“Ülkenin günlerdir tek gündemi, cani Bülent Yaşar Ölmez’in ifadesi ortaya çıktı. Çok pişman olduğunu dile getiren Ölmez’in, ‘Keşke ölseydim de bunu yapmasaydım,’ dediği öğrenildi. Bu ifadenin hiçbir hafifletici yanının bulunmadığı neredeyse bütün hukukçular tarafından kabul edilirken...”
“Yalnız helal olsun, ellerim bağlı olmasa alkışlardım. Çok iyi prodüksiyon yapmışsınız, kim planladı bunu, yoksa Taner mi? O böyle birkaç şaka çekip atmıştı internete. Kesin o. Vay şerefsiz!”
Yuvarlak yüzlü adam gözlerini devirip hızla belinden çıkardığı tabancanın ucuna mermiyi sürdü. Silahtan çıkan metalik ses yarım saniye sonra boş odanın duvarlarından sekip geldi ikisinin de kulağına.
“Bülent,” adamın ağzından çıkan kelimeler soluğunda hışımla karıştığından ses tonu kalınlaşmış, konuşması ağırlaşmıştı, “bak, son bir şans veriyorum sana, eğer inanmazsan kafana sıkıp gideceğim. Çünkü bunu sen istedin.”
Bülent’in hançeresinden büyük bir yutkuntu geçti. Görmek istediği ifadeyi karşısındakinin gözünde ilk defa o an fark eden adamın yüzüne belli etmemeye çalıştığı bir memnuniyet yayıldı.
“Her şeyi anlatacağım ama önce bir anlaşalım. Sen yarın çok büyük bir suç işleyeceksin.”
Kafasını “kabul” anlamında aceleyle salladı Bülent.
“Dediğim gibi, gelecekten geliyorum, yirmi dört yıl sonradan. Nasıl geldiğimi soracaksan, orası seni ilgilendirmiyor ama bana inanmak zorundasın.”
Bülent dikkatle dinlemeye çalışsa da tabancanın namlusuyla bakışırken adamın söylediklerinin yarısı bile zihnine ulaşmıyordu. Adam bunu fark edince müşfik bir edayla elini Bülent’in omzuna koydu. Ses tonu biraz yumuşamıştı. Silahı beline soktu yeniden.
“Geçen gün eski kayıtlara bakarken senin haberini gördüm. Ellerin kelepçeli götürülürken o kadar pişmandın ki acıdım lan sana. Vallahi acıdım. Diyordun ki, ‘Öldürün beni, lütfen beni öldürün, yaşatmayın.’ Hem ağlıyor hem yalvarıyordun. Ben de olaydan önce gelip seninle bunu konuşmak istedim. İstiyorsan şu an öldürebilirim seni. Ne dersin?”
Bülent’in anlamsızca bir şeyler sayıkladığı sırada sonsuza dek sürecekmiş zannettiği, ürkütücü bir kapı gıcırtısı yavaşça sokuldu odanın içine. Boşluğundan evvela sivri bir gölgenin sızdığı hafif aralık kapı ağır ağır açıldı. İçeriye elinde tuttuğu büyükçe poşetle yirmi yaşında var yok, telefon direği gibi bir oğlan girdi.
“Kuddusi Abi, o dediğin yeri buldum ama Feridun Usta geçen sene başkasına devretmiş dükkânı.”
“Tüh bee, kaçırdık görüyor musun? Yanlış hatırladım demek ki,” diyerek esefle Bülent’e döndü adam. Bülent’ten cılız, zorlama bir tebessüm çıktı. Çocuğu işaret ederek, “Benim asistan,” dedi ve devam etti, “Çok iyi adamdı Feridun usta. Öğrenciyiz diye fazla fazla koyardı bizim yemekleri.” Şöyle bir kafasını salladıktan sonra mahrem bir şey söylemiş gibi yüzü kızardı, hemen bunu saklamak isteyen bir aceleyle çocuğun poşeti bıraktığı masaya döndü. Üst üste yerleştirilmiş beyaz köpük tabakları çıkarırken Bülent’e döndü, “Gazoz mu içersin ayran mı?”
“Fark etmez,” dedi Bülent. Masayı birer ucundan tutup iskemleye bağlı olan Bülent’e doğru taşıdılar. Adam ellerini çözmeden önce Bülent’e soru ve emrin birbirine karıştığı birkaç mimikle sakince oturup yemeği yiyeceklerini işaret etti. Anlaştılar.
“Sırf şunu yemek için yüz yıl sonradan bile gelirdim,” dedi, sumağı cömertçe boca ederken. “Feridun ustanınki bir başkaydı ama bu da fena olmamış. Beyni bol koydurmuşsun lan Selim, aferin.”
“Özellikle söyledim abi. Az koydu başta, biraz daha eklettim.”
Kuddusi, çocuğun kafasını okşadı bir eliyle.
Diğer ikisi yiyip bitirdiğinde Bülent ancak birkaç ısırık alabilmişti. Hayretle sordu Kuddusi, “Ne oldu, beğenmedin mi? Ulan ben bunun için kaç yıl sonradan geliyorum, sen önüne gelmiş şeyi yemiyor musun?”
“Söğüşle pek aram yok,” dedi Bülent, tiksintili bir sesle.
“Ver o zaman, ver. Ziyan olmasın.”
Çocuğa döndü. “Yer misin Selim?”
Kafasını salladı Selim. “Doydum abi, bayağı iyiymiş ama harbiden.”
Kuddusi çocuğun yorumundan memnun, alelade hazırladığı dürümü Bülent’in önünden alıp ısırdı. “Nasıl bir zamanda yaşıyoruz gör, Selim. Ulan insan şunu yasaklar mı be? Ne zararı olacak sanki?” Öfkeyle yer yer yanmış olan pidenin arasına koydu önündeki son et parçalarını. Selim’e döndü yeniden, “Yalnız var ya, bunu sıcak yiyeceksin. Biz çocukken bayramlarda öyle yapardık.”
Bülent Kuddusi’nin yemeğinin bitmesini bekledi. Elleri tekrar bağlandıktan sonra yalvarırcasına, “Bak,” deyip yutkundu, “kimsin bilmiyorum ama bir yanlışlık olmalı. Sandığın kişi değilim ben. Cinayetle falan işim olmaz. Ne yapmamı istiyorsun? Söyle, yapacağım. Vallahi yapacağım,” dedi.
“Şşşş...” deyip oturduğu yerden kalktı. “Bak koçum, aslında bunu yapmayacaktım ama şu yemeğe dua et.”
Selim işaret üzerine tableti uzattı. Öncekilerle aynı fakat bu kez Bülent’e hiç de komik gelmeyen birkaç parmak hareketiyle bir video daha oynattı adam. Bülent’in gözleri hayretten sonuna kadar açıldı. Videodaki kişi gerçekten de kendisiydi ve şimdiki kıyafeti vardı üzerinde. Yüzünde çizgiye benzeyen, ince bir yara izi net biçimde görülüyordu. Her iki kolundaki polislerle araca bindirilmeden önce, “Öldürün beni, lütfen öldürün!” diye yalvarıyordu, az evvel adamın tarif ettiği gibi. Video bittiğinde suratı bembeyazdı.
“Şimdi, şöyle bir şey yapacağız. Sana üç tahmin hakkı vereceğim. Eğer ne yaptığını bilirsen nasıl öleceğine sen karar vereceksin. Ama bir tavsiyen olursa, ‘şöyle ölmek isterim’ dersen de dinlerim bu arada, sorun değil. Tamam?”
Adamın son dediklerini yarım yamalak anladı. Tüm bunlar doğru olabilir miydi? Gelecekten nasıl gelecekti ki bu adam? Mümkün müydü bu? Hadi doğru olsun, ne yapmış olabilirdi? –“Doğru olsun” kısmında saçmalama demişti kendi kendine- Kimse kendini bir suça yakıştırmaz ama lisedeyken karıştığı birkaç kavga ve dört yıl önce, emaneten aldığı motorla virajı dönerken çarptığı bir bisikletli turist haricinde kimseye bir zarar verdiğini de hatırlamıyordu. Zengin değildi ama -geçici de olsa- iyi kötü kendine yeten bir işi olduğundan hırsızlık yapacak, hele hele bunun için birini öldürecek biri hiç değildi. Evinde herhangi bir silah yoktu, hiç olmamıştı. Nasıl bir suç işleyebilirdi? Hem, anladığı kadarıyla epey vahşice bir cinayetti söz konusu olan. Ne yapmış olabilirdi? Kuddusi’nin parmaklarını şıklattığını ayırt edinceye kadar bu düşüncelerin içinde yalpaladı. Birkaç dakikadır suratında ciddiyetten başka bir şey görünmeyen adam devam etti konuşmaya.
“Geçmişte bu fırsat kendilerine verilse kabul edecek ne katiller, sapıklar, caniler olurdu. İyi düşün. Sen onların yerinde olsan -ki yarın itibarıyla olacaksın- böyle birine dönüşmeden ölüp gitmeyi istemez miydin Bülent? Hayatın boyunca böyle bir utançla mı yaşamak isterdin? Şimdi ölsen ‘genç yaşta öldü’ derler, ağlayanların gözünden fazladan üç damla yaş çıkar. Üç gün daha geç unutulursun. Ama ailenin, akrabalarının, arkadaşlarının arasında ‘iyi biri’ diye bildikleri Bülent olarak anılarda, fotoğraflarda yaşamaya devam edersin.”
Az önce bir budala gibi gördüğü adamın bu sözlerle bir anda nasıl da büyüdüğünü hayretle düşündü Bülent. Eğer söyledikleri doğruysa haklıydı. Hakikaten bir caniden başka kim bile bile bir vahşetin üstüne yürürdü? Fakat hâlâ bunların bir şaka, belki de saçma sapan bir kâbus olduğunu düşünüyordu. İncecik bir tebessümle gerildi dudakları.
“Bana bir tokat atar mısın?”
“Olur.”
Sol yanağındaki acı, kâbusta olmadığını işaret ediyordu. Kısa süreli bir sessizliğin ardından son bir cesaret parıltısıyla sordu.
“Peki ya kabul etmezsem? Kabul ettiğimde öleceksem kabul etmeyince ne yapacaksın?”
Adam kısık gözlerle gülümsedi. “Anlamıyorsun, değil mi?”
Bülent sustu. Adam da sustu, bir süre konuşmadan durdular. Sessizliği yine Bülent bozdu.
“Sık o zaman kafama!”
Adam böyle bir tepki beklemiyordu. Selim’le birbirlerine baktılar. Onların bu şaşkınlığını gören Bülent devam etti aynı tonda.
“Hadi, ne duruyorsun!”
Bakışlarını genç adamın üstünden ayırmadan silahı yeniden çıkarıp emniyetini açtı Kuddusi. Bülent adamdan gözlerini kaçırdı. Biraz önceki gereksiz cesaretinden pişman olsa da tek kelime edemedi. Bir saniyeden biraz uzunca kapattığı gözlerini açtığında silahın namlusuyla bakışıyordu. Başını hafif sola yatırdı, hiç bu kadar ciddi bir çehre görmemişti.
“Kabul,” dedi neyi, niye kabul ettiğinin pek de ayırdında olmadan.
Ölüm dünyadaki en büyük hakikat. Peki nasıl öleceğini seçebilmek insana verilmiş bir mükâfat sayılabilir mi? Belki doksan yaşında, artık vaktinin geldiğini düşünen bir ihtiyar için, evet. Oysa Bülent henüz yirmi yedi yaşındaydı. Yirmi yedisinde ölür müydü insan? Bu yaşta bu hakikat fazla ağır değil miydi?
Üstelik sorsalar, henüz, “yaşadım” da demezdi. Öğle yemeği vaktinde tek başına kahvaltı edip gece yarısından saatler sonra yatmayı, arada bir kahvede arkadaşlarıyla buluşmayı, ayda üç dört kere halı saha maçı yapmayı, alttan aldığı derslerin notları için tanımadığı öğrencilere kantinde kahve ısmarlamayı, soğukta ve sıcakta uzun uzun otobüs beklemeyi, ayda yılda bir anne babasının ricası üzerine misafir oldukları komşularının sıkıcı konuşmalarına katlanmayı pek de yaşamaktan saymıyordu Bülent.
“İyi misin?”
Daha kötü olmamıştı. Nemli gözleri boşlukta, dudakları titriyordu. Kuddusi’ye dönüp yalvarırcasına sordu, az önce anlattıklarını gerçekten yapmamıştı değil mi?
“Sadece birini,” dedi adam kararlı bir sesle.
Bülent’in başı önüne düştü. İnsan bir günde caniye dönüşür mü? Dönüşürmüş. Bir günde değil hem, bir anda dönüşürmüş. Belki buna dönüşmek denemez. Olsa olsa yıllar yılı içinde beslediği canavarı ansızın salıvermektir bu. İnsanın farkında olmadan, yıllarca tasmasını sımsıkı tutsa da ancak ilk fırsatta elinden kaçıverdiğinde varlığından haberdar olduğu, vahşi bir canavar.
“Demek bu kadarmış,” deyip güldü Bülent. Birazdan öleceğinin ayırdında, içinde bir yerlerde bundan garip bir memnuniyet de duyarak güldü. Soluk tebessümü yerini kıkırtılara ardından da kahkahalara bıraktı. Gözlerinden yaşlar gelip de hüngür hüngür ağlamaya başlayıncaya kadar güldü. Selim, adamın işaretiyle odadan çıktı. Bülent’in boynuyla omzu arasında bir yeri tutup birkaç defa hafifçe vurdu Kuddusi.
Başkalarında gördüğü güzel şeyleri kendinin de yaşayacağı ümidine tutunarak bekliyordu Bülent. Henüz tanışmadığı o -muhtemelen güzel- kızı şu an bilmediği bir yerde ve zamanda görecek, kısa zamanda mutlu bir yuva kuracaktı. Parayı dert etmek zorunda kalmadığı günler de gelecekti. Bunları düşününce tekrar güldü. Ağlamakla gülmek arasında kararsız bir döngüye girmişti.
“Şimdi ne yapacağız biliyor musun Bülent?” dedi susturucuyu yavaş hareketlerle takarken. Göz göze geldiler, ardından Bülent’in gözü silaha kaydı. Kuddusi gülümsedi. Bülent’e doğru eğilip cebinden çıkardığı küçük bıçakla ipleri kesti. Bülent biraz şaşırdı. Başka bir yere götürüp orada sıkacaktı demek. Yavaşça ayağa kalktı. Bekliyordu.
“Hadi git.”
Anlamadı Bülent. Önce gözleriyle sonra diliyle sordu.
“Na... nasıl yani?”
“Gidebilirsin.”
“Bırakıyor musun beni?”
Kafası birkaç defa aşağı yukarı hafifçe oynadı Kuddusi’nin. Ayağa kalkan Bülent öylece duruyor, gerçekten gidebileceğine henüz inanmıyordu. Adam silahı tutan eliyle kapıyı işaret etti. Bülent her adımında arkasındaki adama bakarak kapıya doğru ürkekçe yürüdü.
“Bülent,” dedi Kuddusi, genç adam kapıdan çıkmadan, “gittiğin yere dikkat et.”
Nereye gittiğini bilmeden, koşar adımlarla sağa sola saparak birkaç sokak geçtikten sonra iyi bildiği bir caddeye çıktı. Deminden beri korkunun, öfkenin, heyecan ve sevincin bir bulamaca döndüğü göğsünde daha önce hissetmediği bir özgürlük duygusuyla ikide bir arkasına dönüyor, her adımında az önceki o garip esaretten uzaklaştığını düşünüyordu. Epey yürüyüp takip edilmediğinden emin olduktan sonra bulduğu ilk banka oturdu. Kesik nefeslerle, dikkatlice etrafını gözledi. Garip şekilli bitkiler ve bodur ağaçlarla yeşillendirilmiş tenha bir parktı burası. Biraz ilerideki büfeye gidip bir su aldı, tek dikişte bitirdi. Bugün yaşadıklarını düşünürken bir kahkaha gelip yerleşti ağzına. Yanından gelip geçenlerin garip bakışlarına aldırmadı, bilakis daha da güldü. Pek de aşina olmadığı türden bir haz bütün vücudundan kahkaha suretinde çıkıyordu. Adamın hâline, hareketlerine ayrı, dediklerine ayrı güldü. Ama en çok da kendine güldü Bülent, ciddi ciddi inanmıştı söylediklerine. Kim bilir nasıl bir şaka çıkacaktı bunun altından.
Yarım saate yakın oturduktan sonra kalktı, eve doğru yürüdü. Sokağın kalabalığından ayrılmamaya çalışıyordu. Hâlâ sıyırıp atamadığı bir gerginlik vardı üstünde. Gözleri devamlı çevresini tarıyordu bir yandan.
Acele adımlarla yürümüş, umduğundan çabuk gelmişti apartmanın önüne. Sanki aradığı huzur cebinde saklıymış gibi, elini cebine atıp anahtarı çıkardığında garip bir rahatlama duydu. Kapıyı açıp ilk adımını atıyordu ki kuvvetli bir el tarafından geriye doğruya hızla çekildi omzu.
“Bülent!”
Saatler kadar uzun gelen bir iki saniyeden sonra ancak Murat’ı görünce nefes alabildi. Yüzü bomboz kesilmişti.
“Korkma lan bu kadar!”
Gülüyordu Murat. Bülent arkadaşına hem “O” olmadığı için sarılmak istiyor hem de yaptığı şakadan ötürü boğazını sıkmamak için kendini zor tutuyordu. Yine de gülmeye çalıştı, zar zor gerebildiği yüz hatlarıyla. Üç beş kelam ettiler. Arkadaşı ayrılırken son anda hatırlamış gibi, “Yarın akşama bizdeyiz biliyorsun,” dedi, soru manasını son heceye yükleyerek. “Bekliyorum mutlaka.”
Başta canı istemedi Bülent’in. Bir an önce eve gidip yatmak ve birkaç gün hiç uyanmamak istiyordu. Geçiştirircesine bir tamamla uğurladı onu. Gün batarken girdi eve.
“Bülent, kalkmıyor musun artık?”
Annesi odaya girmiş, sesiyle uykudan dünyaya doğru çekiştiriyordu. Yüzünü buruşturarak anlamsız bir iki şey söyledi Bülent. Tek hamlede açılan perdenin sesi güneşle bir olup bıçak gibi kestirip attı uykunun son artıklarını da.
“Kalk hadi, kalk! Saat 12 oldu.”
Sinirlendiğinde tam bir sopranoya dönüşen bu sesi daha da inceltmek istemiyordu Bülent. “Tamam, tamam,” diyerek attı yorganı üstünden.
“Aaa! Üstünü niye değiştirmedin?”
Bülent, şişmiş gözlerle üstüne başına baktı. Dün eve geldiğinde doğrudan odasına geçip yatağına uzanmış, öylece sızıvermişti demek. “Neyse” cinsinden bir hareketle odadan çıkıp elini yüzünü yıkadı. Mutfakta bardağa doldurduğu suyu iştahla içerken annesi, “Ekmek yok evde, iki tane al da gel hadi,” diyerek yirmi lira uzattı. Bülent memnuniyetsizce parayı alıp çıktı evden. Asansörün aynasına dişlerini gösterdi. Saçını eliyle düzeltmeye çalıştı. Üstündeki tişörte kalktığından beri ilk defa dikkat etti. “Yoksa…” İpince bir tedirginliğin göğsüne kadar yükseldiğini hissedince alaylı bir gülüşle üstünü örttü hemen. Aynadaki yansıması sesli güldü. “Yok artık...”
“Akşam Feridun amcanlar gelecekmiş, baban aradı.”
“Ben arkadaşa söz verdim akşam için,” dedi Bülent domatesi ağzına atarken.
“Ne zamandır görüşmedik oğlum, yengen bir şey var sanacak. Geçen de gelemediler ya, hemen laf etmiş yok ‘zaten bizi beğenmiyorlar’, yok ‘gelmemizi istemiyorlar’ falan. Onun ağzına düşürme beni gene.”
“Anneciğim söz verdim diyorum. Yarın gelsinler. Zaten mesaj attı Murat, buradan geçiyormuş. Alacak beni iki saate.”
“O zaman arıyorsun babanı, kendin söylüyorsun.”
“İyi, tamam ararım.” dedi Bülent peynirli bir sesle.
Apartmanın girişinde genç denebilecek bir kadınla dört, beş yaşlarındaki küçük kıza gülümsedi. Önce onların çıkması için kapıyı tutmuşlardı.
“Sizin komşuydu değil mi bunlar?” diye sordu.
“Aynen,” dedi arkadaşı. Bülent’in de geçmesi için kapıyı sonuna kadar ittirip hızla içeri girdi. Bülent adımını atarken bir şey hatırlamış gibi birden arkasına dönüp anne kıza doğru baktı. Kapı gelip omzuna çarptığında kıpırdayamadı. Acabanın bin çeşidi aynı anda hücum etti zihnine.
“Noldu?”
Ses yok.
“Lan noldu?”
Arkadaşının dürtmesiyle kendine gelir gibi oldu. Ağzında bir şeyler geveledi. Ne dediğini anlamayan Murat kolundan tutup, “Hadi yürü,” diyerek sürükledi onu. Asansör bozuktu, merdivenleri çıkıp eve girdiler. Bülent’i gördüğünde Vedat’ın yüzünden geçen gölgeyi kimse fark etmedi. Kısık bir tebessümle Bülent’e salonu işaret edip ev arkadaşını kolundan mutfağa çekti Vedat.
“Kanka, yalnız bir şey var,” diyerek geldi Murat, sesinde bir karaltı. Elindeki çerez ve meyve tabaklarını masaya bıraktı. Bülent’in aklı başka yerde gibiydi, kararsız bir “ııı” çıktı Murat’ın ağzından.
“Ne oldu?”
“Tarık da geliyormuş, Vedat çağırmış. Senin geleceğinden habersizdi.”
Dudakları gerildi Bülent’in. “Ben gideyim o zaman.”
Ayaklanmışken Murat tuttu kolundan. “Ayıp ediyorsun ama.”
Hatır dedi, gönül dedi kabul ettirdi kalmayı. Onunla da konuşacaklardı. Geçmişte kalmış, geçip gitmişti artık her şey. Büyümüşlerdi.
Bülent maçı bırakmış, belli aralıklarla L koltuğun diğer ucunda oturan Tarık’a bakıyordu göz ucuyla. Son gördüğünde böyle değildi. Yüzü çökmüş, saçları seyrelmiş, duruşu bile değişmişti. O eski, bildiği Tarık gitmiş de yerine şu zavallı gelmişti.
“Sadece üç tane içtim,” deyip gülmüştü kendini karşılayan Vedat’a, az önce ellerindeki poşetlerden biri her adımında şıngırdayarak odaya girdiğinde. Bülent onun geleceğini öğrendiğinden beri kabaran bir telaşla en umursamaz tavrını nasıl takınabileceğini düşünüyordu.
“Oooo...”
Coşkunca girdiği odada diğer üç kişiyle selamlaşmış, en son Bülent’i görmüştü. Göz göze geldikleri iki saniyede Bülent’in neye yoracağını bilemediği birkaç mimik ve uzaktan verdiği bir el selamından sonra dudağının bir kenarı bükülmüştü Tarık’ın. Onu görünce kırmızı gözleri biraz daha açılmış, tuhaf bir gülümseme gelip yerleşmişti yüzüne. Bülent o an üstündeki gerginliğin biraz gevşediğini hissetti.
İlk yarı bitmek üzereydi. Bülent, Tarık’ın arada bir pozisyonlara yaptığı saçma sapan yorumlara içten içe artan bir alaycılıkla gülümsüyordu. Daha demin çok eskiden tanıdığı bir ürkekliğin kıpırtılarından ötürü kendi kendine hınçlanmamış gibi gülümsüyordu. Az ötedeki zavallı içeriye adımını atana kadar da artarak büyümüştü bu hınç. Sonra Tarık bir anda silip atıvermişti o eski anılara sarılmış endişeleri. Sanki o hatıraların bir ucunda duran, tüm o aşağılanmaların, utançların müsebbibi olanla şurada aptallığa epey yakın bir masumlukla oturan kişi başkasıydı.
Cebinin titrediğini hissetti Bülent. Telefonu çıkardı. Ekranda tanımadığı bir numaradan gelen kısa bir mesaj. “Çabuk o evden çık!” Şaşırdı, sebebini merak etmeden o saniye çıkmayı da düşündü ama göz göze geldikleri Tarık’ın yüzünden dağılan aptalca gülümsemeyi görünce vazgeçti bundan.
Tarık’ın her sözünde tebessümü biraz daha büyüyen Bülent bu anın keyfini çıkarırken en dipte kalmış hatıralar zihninde birer öfke yumağı şeklinde toplanmaya başlamıştı. Yıllarca ve ısrarla musallat olan o çaresizlik duygusundan ne de uzakta hissediyordu şimdi kendini. Üstelik bu hissin müsebbibi biraz ötedeydi. Kimsenin görmediği bir baş hareketiyle, yarı memnun, hayıflandı. Sonunu bildiği için artık korkmadığı bir korku filmi sahneleri gibi geçiyordu hatıralar gözleri önünden. Hepsinde o vardı. Mecburen tutuştuğu bir kavgada kırdığı burnu yüzünden haftalarca alay konusu olduğunu, çeşitli lakaplar taktığını, onun söylediği yalan yüzünden haksız yere ceza aldığını. Ama en çok da hoşlandığı kızı herkesin içinde aşağılamasına -hâlâ tam iyileşmeyen kırık burnu aklına geldiğinden- hiç ses çıkaramadan yürüyüp gittiğini hatırlıyor, bu eski öfkenin hiç bilmediği derin bir yerde yıllar yılı yaşamaya devam etmiş olduğunu o an fark ediyordu.
“Ne oluyor çocuklar? Bülent, burnun mu kanıyor?”
“Arkadaş merdivenden düştü hocam. Değil mi Bülent?”
“Ee, evet hocam…”
“Şşşt, Sibop! At lan şu topu.”
“Pembiş, gel lan buraya!”
“Bak buraya Ayten. Seversin sen. Hah hah!”
“Ayten, okuldan sonra alayım mı seni? Bize gideriz ha?”
Daha dün söylenmiş gibi birbiri ardına sıralanan bu sözler Bülent’in yumruğunda birikiyordu bir bir. Alnındaki damarın maviliği giderek belirginleşirken kapıdan hem zil hem de ısrarlı bir yumruklama sesi duyuldu. Birbirlerine baktılar. Kapıyı açan Murat tanımadığı bir adam gördü karşısında.
“İyi akşamlar. Bülent’i çağırmanızı rica edebilir miyim?”
Adamın kibarlığına şaşırdı, başını sallamakla yetindi Murat. Salona geçip arkadaşına doğru bağırdı. “Bülent! Seni çağırıyor bir adam.”
“Kimmiş?” diyerek kapıya yürüdü Bülent. Tanıdık bir yüzdü bekleyen. Gülümsedi adam. “Merhaba Bülent,” dedi susturuculu silahını doğrultarak.
Tenhaydı yol. Beş on dakikada bir ancak bir iki araba geçiyordu. Kuddusi elindeki telefonla ilgileniyor, otomobili kullanan Selim ise bir şey sormaya fırsat arar gibi arada bir yan tarafındaki canı sıkkın adamı kaçamak bakışlarla yokluyordu.
“Kuddusi Ağabey,” dedi uygun gördüğü bir anda, “şimdi gelecek değişti değil mi?”
“Gelecek...” dedi Kuddusi, uzunca aldığı nefesi biraz tutup yavaşça geri verdi. “Değişen bir şey yok, bunlar da zaten yaşanmadı, yaşanmayacak,” dedi telefonu işaret ederek. Anladığını zannederek kafasını salladı Selim. Kuddusi görüntüyü önlerindeki geniş ekrana yansıtıp sesini açmasını istedi. Arkada Bülent’in eli kelepçeli görüntüsü dönerken bir kadın stüdyodaki seyircilerin önünde konuklarıyla birlikte olayı konuşuyordu.
“Öğrendiğimize göre bu çocukla, yani Bülent’le, öldürdüğü çocuklardan biri eskiden husumetliymiş. Olay akşamı aynı eve gitmiş ikisi de.”
“Maç izlemek için.”
“Evet evet, maç için. Tarık, yani o husumetli olduğu çocuk eve sonradan geliyor. Zaten bu yüzden oluyor ne oluyorsa. Bir tartışma çıkıyor ikisinin arasında. Karşılıklı atışıyorlar. Diğerleri araya girmeye çalışıyor ama önce Tarık’ı daha sonra evdeki diğer iki kişiyi bıçaklıyor o anki cinnetle Bülent.
“Onlar da arkadaşı aslında.”
“Tabii tabii, evdekilerin hepsi birbirini tanıyor. Evdeki son kişiyi tam kapıdan çıkarken yakalayıp onu da yaralıyor.”
“Tabii bu arada kapı açık.”
“Kapı açık ve karşı dairede oturan kadınla küçük kızı tam o anda evlerine girmek üzereler. Onları görünc…”
Kaydı kapattı Kuddusi. Bir nefes daha alıp verdi. Yol karanlıktı.
A. Emre Navgasın
Comments