Öykü- İpek Taşdöğen- Gençliğimi Hatırlamak
- İshakEdebiyat

- 9 saat önce
- 2 dakikada okunur
Sabahın ilk ışıkları otogarın paslı çatısına vururken, Rıfat elindeki bastonla durağın kenarındaki bankta bekliyordu. Rüzgâr, gazete yapraklarını ayaklarının dibine sürüklüyor; çaycı, ocağın önündeki dumanın içinde bir görünüp bir kayboluyor, elindeki çay kaşığını tepsiye vurarak sesleniyordu:
“Haydi tavşan kanııı!”
Otobüs gecikmişti. Bir çay içmeyi düşündü, ama çaycının kirli önlüğüne bakınca vazgeçti. “Nasıl olsa birazdan gelir,” diye geçirdi içinden. Bu yaştan sonra insan saatlere değil, nefesine bakıyordu. Her nefes, ömrün küçük bir parçasıydı artık.
Yola çıkmak, yaşlı bir adam için çoğu zaman dönüş demekti. Küs olduğu kardeşinin yanına gidiyordu. Hazırlığı dediğin, bir mağaza poşetinin içinde: bir gömlek, bir hırka, birkaç ilaç kutusu ve yıllar önce yazılıp gönderilmemiş bir mektup.
Otobüs yanaştı. Şoför başıyla selam verdi. Rıfat bastonuna dayanıp basamakları çıktı, ön koltuğa oturdu. Camdan dışarı baktı; şehir bir zamanlar içinden geçtiği gibi değildi. Sanki her şey büyümüş, bir tek o küçülmüştü. Az sonra sırt çantalı bir genç oturdu yanına. Kulağını tıkayan kulaklıklar, başını cama yaslayan gövde… Rıfat gülümsedi kendi kendine. Eskiden yolculuklar konuşmayla başlardı; şimdi sessizlikle.
Gençlik… Yüreği ağzında bir koşuda olmaktı; nereye gittiğini bilmeden. Zor yanları da yok değildi elbet — kırgınlıkları çabuk, yaraları ince olurdu insanın. Ama yine de yıllar geçtikçe insan en çok o telaşın içindeki ışığı özlüyordu.
Otobüs tarlaların, kavşakların, küçük istasyonların içinden geçti. Her geçişte bir anısı kıpırdadı; her titreşimde bir eksilme. Motorun uğultusu bir noktada kalbinin atışıyla aynı ritme girdi.
Kasabaya vardıklarında genç hâlâ kulaklığını çıkarmamıştı. Rıfat bastonunu aldı, sessizce indi. Sokaklar tanıdıktı ama evlerin yüzü değişmişti. Bir kahveye girdi. Kahveci, elindeki poşete ve bastonuna bakarak, “Hayırdır amca, nereden böyle?” diye sordu. “Yoldan,” dedi Rıfat, çayını alıp pencere kenarına geçerken. Çayı içerken ellerine baktı; damar damar, solgun, ama hâlâ diri. Kardeşinin evi dere kenarında, biraz ilerideydi. Bardağın yanına iki bozukluk bırakıp çıktı. Yürürken ceketinin iç cebindeki mektubu yokladı. Kâğıt, kat yerlerinden yıpranmıştı. Yıllar önce yazmış, göndermekten vazgeçmişti. Bazı sözler, sessiz kalınca daha az acıtıyor, diye düşündü.
Köprünün ortasında durdu. Aşağıda su ağır ağır akıyordu. Rıfat baktı; suda gençliğinin gölgesi vardı sanki. Bir serçe suya kondu, kanadı suya değdi. İnce bir dalga yayıldı — sanki yılların içinden yükselen bir hatıra gibi.
O an, arkadan bir ses işitti; otobüsteki gencin sesi miydi bu, yoksa kendi aklının içindeki eski bir yankı mı, bilemedi:
“Peki ya yaşlılığının en zor yanı ne sence?”
Rıfat, farkında olmadan havaya “boş ver” der gibi bir el hareketi yaptı. Ama ses bıraktığı yerden devam etti:
“Yaşlılığın en zor yanı…”
Rıfat başını kaldırmadan fısıldadı:
“Gençliğimi…”
Sonra, sanki kendine cevap veriyormuş gibi, daha yüksek söyledi:
“Gençliğimi hatırlamak.”
İpek Taşdöğen




Yorumlar