top of page

Öykü- Ahmet Akdere- Türk Gecesi

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 2 dakika önce
  • 8 dakikada okunur

Birasından son yudumu alıp kahverengi cam şişeyi sahilin kumlarına doğru öfkeyle fırlattı ve bir süre gecenin karanlığında daha da koyulaşan fakat ayın şavkı ile menevişlenen denizin ortasında kaplumbağa sırtı gibi belirmiş Yunan adalarının durgun gölgelerini izledi. Uzayıp sünen, olduğumuz yerde dahi bizi yormayı başarabilen ve giderek ağırlaşan kurşun gibi bir gecenin içindeydik ikimiz. Bir buçuk metre yüksekliğindeki duvarın üstüne oturmuş ve çocuklar gibi ayaklarımızı aşağıya sarkıtıp sallayarak, konuşmak için sanki yazgımızın sufle vermesini bekliyor, ara vermeden esen rüzgârların ve sahili yalayıp duran dalgaların benzer dizemli seslerini dinliyorduk.

Beş yüz elli kişilik otelin restoran kısmında tüm boşları ve bulaşıkları toplamış; bardakları, tabakları ve çatal-kaşıkları pırıl pırıl eylemiş, kahvaltı servisi için de portakal çiçeği kokan bembeyaz masa örtülerini geceden sermiştik. İnsan boyundaki siyah renkli atık torbalarını mutfağın çıkışına park edilmiş çöp kamyonlarına son bir gayretle fırlatıp otelin personel lojmanlarına koşa koşa gelmiş ve duvardaki saatin akrebini on ikinin altında titrer halde bulmuştuk. Altı kişilik koğuşun daracık banyosunda sırayla duş alıp kendimize geldiğimizdeyse birin ikinci çeyreğini saniyelerle tüketiyorduk. Halil’le ben bir sonraki gün izinli olduğumuzdan şimdiden derin düşlerde yol alan ve Türk Gecesi’nin yorgunluğunu uyuyarak gidermeye çalışan arkadaşlarımızı rahatsız etmeden dışarı çıkmış, lojmana yakın yerdeki uğrak büfeden iki şişe bira, bir litre kola, biraz tuzlu çekirdek ve bir paket cips alıp otel müdürünün çevresini gülünç çitlerle sardırdığı kumsalın sınırındaki duvarın üstüne tünemiştik. Büfeden tembel adımlarla hayıtların, fundaların, böğürtlenlerin ve akasyaların süslediği morlu-mavili toprak yolda ilerlerken Halil birden durmuş, bana dönüp ciddi bir sesle,

“Biliyor musun,” demişti, “bugün intihar edeceğim.”

Duyusuz yontular gibi donup kalmış, sesimi, hareket yetimi ve bilincimi yitirmiştim. Böyle anlarda absürt cümleler duyan herkes gibi önce arkadaşımın tatsız bir şaka yaptığını sanmış fakat sandığım şakayla aynı ölçüde bir gerçeklik tedirginliği yaşamıştım. Ne olur, nasıl olur demeden etrafımızı saran bitkilerin kokusunu duyumsayarak susmuş, o zamandan beri edindiğimiz müşterek sükûtu zedelemeden buraya kadar gelmiş ve bir yas havası içinde aldıklarımızı yemiş içmiştik.

Susarak, etrafımızdaki karanlığı ve perde perde gidip gelen dalgaları izleyerek sabaha ereceğimizi düşünmeye başladığım bir anda yazgı suflesini Halil’in kulağına fısıldayınca iki saatlik sessizliği böldüğü için özür diler gibi mahcup bir tavırla sordu,

“Yarın ne yapacaksın?”

“Normal bir izin günü olursa,” diyebildim usumdaki korku senaryolarını kovabildikten nice sonra, esmer, dalgın yüzünü yandan süzerek, “öğlene doğru uyanır, sahilden yürüyerek Turgutreis’e giderim. Sahilde yürümeyi sevdiğimi bilirsin. Elimde terliklerim, kumlara bata çıka ve yalınayak. Kulağımda kulaklık olduğunda keyfim katlanıverir ki, bu da sevdiğimi bildiğin zevklerdendir. Belki Turgutreis’te öğle yemeği yerim. Sonra ikindi olmadan dolmuşa atlayıp doğru Bodrum’a; Mersin’den tanış olduğum arkadaşın yanına uğrarım. Benimle aynı günler izin kullanır, onunla kalenin oralarda, Barlar Sokağı’nda dolaşırız. Bazen de Gümbet’e ya da Türkbükü’ne gideriz ama büyük ihtimalle yarın kalenin çevresinde gezer, kafelerde oturup akşam eder, geç olmadan da geri dönerim.”

“Normal bir izin günü olursa,” diye mırıldandı, yeşilimsi sakal uçlarının kendini dışarı atmaya çalıştığı çenesini uzun uzun kaşıdı, aynı cümleyi birkaç kez yineledi, sahili benzer devinimlerle yalayan denizin doygun, beyaz köpüklerine baktı, “olur mu ki?”

“Neden olmayacakmış?” diye sordum, kendimi başından beri şaka olarak kabullendirmeye çalıştığım kararını yok sayar gibi.

Cevap vermedi. Ellerini hafifçe birbirine vurdu, ağzını açtı, ön dişleri ışıladı sonra tek bir sözcük bile söylemeden, söyleyeceği her şeyi; serzenişleri, hayal kırıklıklarını, aldatılışlarını, yeis içinde geçen belirsiz yavan günleri yutarak geri kapadı. Aramızdan serince bir yel geçti o vakit, nemlenmiş, önü havaya kalkık dalgalı saçlarımızı taradı. Çekirdek kabuklarını, içerisinde kola damlarının kalıntı olarak durduğu pet bardakları duvardan aşağı savurdu. Üzerimize karanlığını örten söğüdün bükümlü yapraklarını haşince hışırdattı. Duvarın üstüne yeni oturduğumuz saatlerde süs köpeğini dolaştıran beyaz giysili genç kız, tansık bir sahneyi yinelemeye çalışır gibi bir kez daha önümüzden geçip gitti. Karanlığın içindeki bedenlerimizi görmediği için kendini sahilde yalnız sanıyor, rahat hareketlerde bulunarak köpeğiyle dans ediyor, yüksek sesle Lehçe şarkılar söylüyordu. Halil aldırmadı, aynı durgun havayla,

“Kararlıyım, dostum,” dedi, “son derece kararlıyım.”

Burnundan gecenin lacivert tonlarına bir yılgınlık nefesi bıraktı. O zaman geri dönüşü olmayan bir yolun üzerinde o önde ben arkada yavaş yavaş ilerlediğimizi, yelkovan soldan sağa doğru aktıkça korkunç sona doğru yaklaştığımızı anladım. Çırpınmaya çalıştım kendimce. Öyle susup kalmak gibi bir niyetim yoktu açıkçası.

“Bence,” dedim, caydırıcı bir fikir düşünmeden -göç yolda dizilir hesabı- gelişigüzel nasihatler sıralamak için.

Ellerini dur işareti yaparak havaya kaldırdı sonra sözlerimin başına satır indirircesine kollarını iki yanına hızlıca bıraktı,

“İkna etmeye, geri döndürmeye çalışmak yok, arkadaş! Üstelik bu dostluğa yakışmaz, öyle değil mi? Kuracağın cümleler de beni aptal yerine koymaktan öteye gitmez.” İki üç nefes alıp verme süresince sustu. Uzaklardaki kaplumbağa sırtlarına baktı. Yalp yalp eden gümüşserviler adaların etrafını dolanır gibi oldu. “Öyle değil mi?”

“Yine de,” diyecekken ellerini bir kez daha havaya kaldırdı, gözlerini kızın yittiği yöne çevirerek,

“Yeterince düşündüm,” dedi, “belki duymuşsundur, daha önce de birkaç kez teşebbüste bulunmuştum fakat bu sefer...” Hevesi kırılan insanların boş vermişliğiyle cümlesini yarıda bıraktı. Başını duvarın dibindeki kumlara belenmiş deniz kabuklarına çevirip alayla gülümsedi. “Yani olmalı, anlıyor musun?” Lojmanların arkasındaki bahçelerde köpekler çeniledi. Bir faili meçhulün yarattığı, acıyı aşikâr eden tiz seslerdi. Halil de sözünü unutturan bu sesleri bir süre dinledi ve “Istırap içindeki ruhumu merak dahi etmediğim bir geleceğe daha fazla sürükleyemem,” dedi, aklını allak bullak eden paragraflardan cımbızla çektiği bir cümleyi seslendirir gibi. Aramızda duran kola şişesini eline aldı, içmeyi düşündü belki, şişeyi şöyle bir salladı, oluşan asit köpüklerine baktı ve hafifçe yerine koydu.

Bir cevap bulabileceğimi bilsem ‘neden’ diye sorardım. Zihninin karanlıklarına fener tutulmasını isteseydi, sonuna kadar o karanlık dehlizlerde dolaşırdım. Bir ilaç bulmak olsaydı amacı eski otacılar gibi dağlarda, bayırlarda, bakir koyaklarda bin bir çiçeğe bakarak ve her birinden tek tek damıtarak derman suyunu, onun ilacını arar bulurdum. Ama o bunların hiçbirini istemiyordu, derdini yok etmenin yolunu kendini yok etmekte bulan birine ne diyebilirdim? En çok da bu yüzden beyhude bir araştırmanın içine girmedim. Yüzüne bir daha bakmak istedim, onu son kez böyle hatırlamak için miydi, bilmiyorum. Ve göz göze geldik. Herhangi bir ifadeye geçit vermeyen bu esmer yüze eğreti bir neşe yayıldı, “Hem ben ömrümün şu son dakikalarında bir kulağımdan girip öbüründen çıkacak sözler duymak istemiyorum ki!” diye sözünü tamamladı.

Almanya’nın Brezilya’yı yedi golle perişan ettiği yarı final akşamı, personel kantininde şef garsonlar kendi aralarında konuşurlarken başarısız teşebbüslerini duymuştum. Sol bileğindeki derin kesi izinin nereden geldiğini, çekmecesinde duran çeşit çeşit, renkli hapların neden orada durduğunu sambacıların son dakikada attığı golü izlerken anlamıştım. İlk sözüne yanıt olarak,

“Duydum,” dedim ama o bunu duydu mu, bilemedim.

Serin bir yel buğulanmaya başlayan gözlerime çarptı ve kirpiklerime yeğni kumlar bıraktı. Onunla tanıştığım zamanı hatırladım. Otele ilk geldiğim günü. Kırk yıllık ahbaplar gibi sıcak tokalaşmamızı. “Restoranın teras kısmının şef garsonuyum,” demişti, “bundan böyle birlikte çalışacağız, kaçıp gitmezsen tabi. Böyle söylediğim için kusura bakma ama senin gibi üniversiteliler harçlıklarını çıkarmaya yazları buraya gelir, zoru görünce de sezon bitmeden, arkasına bile bakmadan memleketine tüyer ve sırra kadem basarlar. Öyle misin, değil misin, çalışınca anlarız. Sonuçta insanın ne olduğu alnında yazmıyor. Tecrüben var mı? Eh, zaten tecrübeli olsan buraya gelmezdin. Şanslısın ki, steward ya da HK olmadın. Sabahtan akşama bulaşık yıka, el âlemin kirli çarşafını değiş, yerleri sil: çekilir dert değil vallahi. Gerçi bizim işin de onlardan geri kalır yanı yok. Dil biliyor musun? Neyse, öğrenirsin. Ben dokuz yılda iki buçuk dil öğrendim, burada: İngilizce, Rusça, biraz da Lehçe. Mantığını anladın mı, bir zorluğu yok. Hem dil bildin mi, kız düşürmen kolay olur. Tipe gelince, diğer garsonlar komilere zırnık koklatmaz ama bende her şey, ‘fifty-fifty.’ Sonuçta ortada bir emek var, öyle değil mi? Teras yoğundur, demedi deme sonra! Şu yosunlu denizi, beş para etmez sahili, gün batımını izlemek isteyenlerin sayısı hayli çok olduğundan rezerve masası bol olur. Genelde kodamanlar öğleden sonra akşam yemekleri için yer ayırır, haliyle bahşişi de çoktur. Bir şarap açar ya da şampanya patlatırsan Eurolar cebine oluk oluk akar. Açıkçası pek maharet isteyen bir iş yapmayacaksın, senden tek istediğim, mesai bitene kadar sözümden dışarı çıkma.”

Kafamı tek tük ışıldayan yıldızlara çevirdim. Bir zamanlar Heredot’un gezdiği dağlarda, yürüdüğü antik kentlerde dolaşan rüzgârların delişmen torunları, pek yakın bir yerden, kör karanlıkların içinden müzik seslerinin kuru, yoz gürültülerini kulaklarıma taşıdı. Daha iyi duymak için gözlerimi kapayıp kulağımı bozuk notalı seslere verdim. Olduğum andan, bu dehşetengiz durumdan kurtulmanın yolu olarak görüp, uzaklara gitmeyi dileyerek, dizemleri korku içindeki bir kalbin atışına öykünen o aptal şarkının vuruşlarını yakalamaya ve anlamaya çalıştım. Fakat şarkının dizemleri öyle kötü ve düzensizdi ki kısa sürede bundan vazgeçtim. Gözlerimi açıp Halil’e baktım. Ne rüzgârı ne müziği duyumsuyordu. Halinden öyle anlıyordum. Duvarın üzerine bıraktığı paketten bir dal çıkarıp dudaklarına götürdü,

“Rahatsız olmazsın ya?”

Şimdiye kadar, daracık lojman odasının içinde bile başkalarının öfkelenmesine aldırmadan pofur pofur sigara içen adamın -üstelik açık havada- böyle bir soru sormasına şaşırmalı mıydım?

“Keyfine bak,” dedim içtenlikle.

Elini siper edip sigarasını yaktı. Burnundan çıdamsız dumanlar salarken karanlığın içinde iki ışık noktasına benzeyen gözleri gidip gelen dalgaları izledi.

“Ha, bir de bomba haberim var, unutmadan söyleyeyim,” dedi birden.

Yaşamın sıradanlığını işte, dedim içimden, insan intiharın eşiğindeyken bile bomba haber vermenin heyecanını yaşayabiliyor.

“Neymiş?”

“Restoran şefi olacak dümbük, bugün şu herkesin dilindeki Rus afete asılmış.”

Üç gün önce otele yerleşen, Ukraynalı voleybolcu kadını ve restoran şefini gözlerimin önünde yan yana getirdim,

“Boyuna bakmadan,” dedim, ister istemez.

“Evet, boyuna bakmadan,” diye beni destekledi. Sigarasını tuttuğu elini diz kapağına koydu, başını öne eğdi, hafifçe kamburlaştı, “Neye kızıyorum, biliyor musun?” Biliyordum. “Hem bize uslu olun, kimseye sarkmayın diye öğüt veriyor hem de her taşın altından kendi çıkıyor.” Taş derken iki eliyle bir kadının vücut hatlarını çizmişti boşluğa. Sigarasından bir nefes daha içine çekti, gözlerini kapadı ve haz alırcasına kesif lacivert dumanı dışarı bıraktı. “Müdür kovacağını söylemiş ama bakma, onun da ötekinden farkı yok.” Dalgalar gidip geldi, gidip geldi. Gökte sapsarı, irice bir yıldız göz kırpar gibi yarım saniyeliğine ışılayıp söndü.

“Piç,” dedi, belli belirsiz. Sırtını arkamızdaki ağaca dayadı, sigaranın ucunda biriken külü işaret parmağıyla silkeledi. Yüksekçe bir dalga şiddetli bir şekilde kumsalı yalayıp gürüldeyerek geri çekildi. Ruhunun yorgunluğunu belli edercesine şakağını ağır ağır ovdu. “Dünyayı bunlar gibilere bırakmak istemezdim.”

“Bırakma o zaman sen de,” dedim.

Kaşlarıyla birlikte başını da havaya kaldırdı. O vakit yaklaşan müzik sesinin kaynağı da ortaya çıkıverdi. Üzerinde çeşitli ülkelerin bayrakları bulunan, ışıl ışıl bir gemi adaların arasından sıyrılıp karşımıza geçti ve içinde dans edip eğlenen, kaba kahkahalar atan yarı çıplak insanlarıyla birlikte kuzeye doğru süzüldü. Halil, izmariti kumsala doğru fırlattı.

“Gördüğün gibi sigarayı bıraktım,” deyip gülümsedi. Duvardan aşağı indi, birkaç adım ilerledikten sonra bana doğru döndü. Gözlerinde sonuçsuz bir intizarın yılgınlığı vardı. “Anneme söylersin bunu.” Durgunlaştı. “Bırak şu mereti, deyip durdu kadın yıllarca.” Eski, unutulmaya yüz tutmuş bir şarkı mırıldandı, birkaç saniye sonra o şarkı ıslığa dönüştü, çok sürmeden ıslık da kesildi. Ellerini şortunun ceplerine sokup bir süre öylece bekledi. “Bu dünyada bazı mutlulukları tadamayacağımı biliyorum; tattığım en acı şey de bu.” Birkaç adım denize doğru yürüdü, “Herhalde yani,” dedi kendi kendine konuşur gibi. Dalgalar ayaklarını yalayıp geri çekildi. “Bana ayrılan sürenin sonuna geldik, dostum,” dedi ya da ben öyle duydum. Üzerindeki siyah tişörtü ve boynundaki deri cevşeni çıkarıp kumların üzerine bıraktı. Ağır aksak iki adım daha attı, tekrar bana döndü.

“Bir şey demeyecek misin?”

Kıpırdaman durmuş öylece onu izliyordum.

“Hayır.”

Aklında benim anlayamayacağım bir şeyleri tarttı ve bana hak verirmiş gibi başını salladı. Esrik adımlarla denizin içine yürüdü. Su göbeğinden yukarı gelince kulaç atıp yavaşça yüzmeye başladı. Uzaklarda bir yerde durdu. Arkasına dönüp dönmediğini anlayamadım. Sular o durgun halini denizin içinde kaldırıp yerine bıraktı. Kollarını iki yana açtı, isyan eder gibi göğe küfürlü cümleler savurdu. Sonra sustu. Kollarını indirdi. Aşinası olduğum yılgın hali üzerine konuverdi. Bekledi, bekledi. Ayın şavkı ıslak saçlarına vururken kendini denizin dibine bıraktı.

Duvardan inip kumsala bıraktığı eşyalarını aldım. Şimdi başka bir iştahla parlayan gümüşservilere kayıtsızca baktım. İçimde bir şeylerin akıp gittiğini sandım. İçimde dostluk, arkadaşlık üzerine ağıtlar yakıldığını işittim. İçimde arkadaşıma karşı derin bir merhametin yeşerdiğini hissettim ve bir eksiklik duydum; zamanla dolacağına inandığım geniş bir boşluk. Korkmadım, bu yüzden.

“Ben olmasam da bu iş, aşağı yukarı böyle olacaktı,” dedim, kendi kendime. Sol taraftan birinin bana doğru yaklaştığını fark ettim o vakit. Köpeğini dolaştıran beyaz elbiseli genç kız yanıma yarım metre mesafe kala durdu. Bodrum güneşi elmacık kemiklerini taze yakmıştı, duru mavi gözleri gecenin karanlığında ışıl ışıldı. Sağlıklı bedeninden engellenemez bir neşe taşıyor, güneşi çağrıştıran sarı saçlarından keskin bir vanilya kokusu geliyordu. Kucağında kahverengi süs köpeği vardı. Boynundan tombul memelerinin arasına altın bir haç sarkıyordu. Önce Halil’i yutan denize sonra kollarımın arasında duran hatıralarına ve son olarak nemli gözlerime baktı. Dalgalar ani bir hücumla ayak bileklerimizi sardı. Genç kız içtenlikle gülümsedi, bir eliyle saçını kulağının arkasına saldı ve içinde bulunduğumuz karanlığın korkunçluğuna tezat bir sözcük döküldü dudaklarından:

“Dobrano.”


Ahmet Akdere

bottom of page