top of page

Öykü- Abdulaziz Doğu- Yavru Tilkinin Denize Dökülmüş Dişleri

Bacaklarımın arasındaki çantayı istasyona yaklaşan trenin altına fırlatmanın akıllıca olduğunu biliyordum ama başka bir çıkış yolu bulmalıydım. İstasyondaki koca saate baktım. On biri kırk beş geçiyordu. Henüz geç kalmış değildim. On dakika sonra burada olacaktı. Çantayı alıp dizlerimin üstüne koydum, yara bandı sarılı işaret parmağımı çantanın yıpranmış etiketi üzerinde gezdirmeye başladım. “16.08.1996.” Çantayı almaya Şehreküstü istasyonuna gelecek nikâh memurunu beklerken, ben, otuzlu yaşlarımın ortasında saçlarım dökülüp iyice yamulduğumdan beri neredeyse her gün taktığım turuncu kravatı takmış, memurun tahtadan oyulmuş gemileriyle takasa girmenin yanlış olacağını düşünüyordum. Çünkü çizgi filmdeki karacanın mağaradayken fısıldadığı şiirleri bir an olsun bile aklımdan çıkaramıyordum. Üstelik karacanın tüylerini, dişlerini ve burnunu hatırladıkça eve gidip kapıları kilitlemek, çantayı rezervuarda saklamak ve yatağıma gömülüp parmaklarımı karanlık mağaranın oyuklarında gezdirmeyi, karacanın boynuzlarına dokunmayı ya da yavru tilkinin denize dökülmüş dişlerini aradığımı düşleyerek uykuya dalmak istiyordum.

Tren karanlığın içerisinden çıkıp tıslayarak istasyona girdi. Yavaşlayıp durdu, kapıları açıldı. Ne birisi indi, ne de bindi. Dirseklerimi diz üstü bilgisayar büyüklüğündeki çantanın üzerine sabitleyip avuç içlerimi çeneme yerleştirdim, baktım. Trendeki yabancıların mağarada tutsak edilmiş karacaya benzediklerini fark ettim. Öleceklerini biliyorlardı, yavru tilkinin ailesini biliyorlardı, mağaradaki oyukları, özgür olamadıklarını, gölgelerle ve karanlıkla iç içe girmiş bir toz bulutunun arasından mağaranın girişine konulmuş çember şeklindeki kayayı hareket ettiremeyeceklerinin farkındaydılar. Kör ya da topal bir tilkiden daha değerli değillerdi. Öfkelerine, sevgilerine ve sabırlarına katlanacak evlatlarından başka bir şey düşünmüyorlardı. Tren kapılarını kapatıp hareketlendi, yavaş yavaş hızlanıp gözden kayboldu.

Çizgi filmi izleyince unuttuğum şiirler geride kaldı, hatırlayacağım şiirler yazmaya başladım. Önceleri yazdığım şiirler beş para etmez bir yığın sözcükten ibaretti ama artık her şey değişti. Çizgi film tek ilham kaynağım ve servetim oldu. Seyrettikçe sözcüklerden yepyeni, hiç var olmayan renkler biçimlendiriyor, haritaya bakmadan ekvatordaki mevsimlerin, okyanusların ya da savaşların yerlerini değiştiriyordum. Hatta o kadar özgürdüm ki, Amerika Birleşik Devletleri saltanatla yönetiliyordu, Beyaz Saray ise, Brezilya demekti. Gemileriyle keşfe çıkmış gezgin Heinkel Almanya’yı keşfediyor ve Kızılderilileri katlediyordu. Norveç topraklarındaki Colosseum’da çarpışan Gladyatörler komşu ülkesi İsveç’teki iç savaştan göçmüş mültecilere kapılarını açmışlardı, Colosseumlar aç karnına uyuklayan göçmenlerle tıklım tıklımdı. Rusya ile Çin, Kutsal Topraklar sayılan Kanada için din savaşlarını sürdürüyorlardı. Elmas madenleriyle dolu İspanya’daki siyahilerin derdi ekonomik krizdi. İngiltere teknolojik gelişmelerini birbiri ardına duyururken, iplerini elinde tuttukları bilim adamlarına Nobel ödülleri dağıtıyordu. İsrail’i kurdukları dedikodusu yayılan büyük aileler; filozoflarla sanatçılara halkın afyonu olsun diye sanat eseri yazdırıyorlardı. Kasırgalar Japonya’da oluyor, Atom Bombası Arap Ülkelerine atılıyor, Lenin başında olmadığı devrimi Finlandiya’da gerçekleştiriyordu. Altı ay gece ve altı ay gündüzü Türkiye yaşıyordu. Arjantin’deki İkiz Kuleler vuruluyordu, Haham olmayan Yahudi papazlar haç taşıyordu, Hazreti Muhammet Hıristiyanların peygamberiydi. Müslümanlar evrene inanıyordu. Nazi İmparatorluğu kurmak isteyen diktatör Che soykırım gerçekleştiriyordu. Afro-Norveçliler kölelikle baş etmeye çabalarken komünizmin yayıldığı Portekiz fakirlikten kıvranıyor, Petrol yataklarına sahip işgal altındaki Uruguay, terörle mücadele ediyordu. Ölümsüzlüğe inandıkları için kütüphanelerdeki kitapları yakan Fransa halkı vebadan kurtulmayı umut ederken papazları idam ediyordu.

Yüzümü sol tarafa çevirdim. İleride, uzun ve geniş merdivenin ilk basamağında ellerini pantolonun cebine koyup ileri geri yürüyen uzun boylu ve şişman güvenlik görevlisinin bana baktığını gördüm. Oturduğumdan beri gözü üzerimdeydi. Bankta oturmaktan başka bir şey yaptığım yoktu. Kılık kıyafetim de fena değildi. Kollarını dirseklerine kadar sıyırdığım kırmızı gömlekle siyah kot pantolon sorun olamazdı. Trene binmiyorum diye dikkatini çekmiş olmalıydım. Az önceki tren dördüncüsüydü. Her ne olursa olsun yanıma gelip soru sormasından, laf ebeliği yapmasından ya da muhabbet kurmaya çalışmasından çekiniyordum. Gelirse yüzüne de söyleyecektim, sabahleyin ilk işimin şikâyet etmek olacağını. Gözlerimi kaçırdım. Tufandan kurtulmak için memurun getireceği gemilerle takası yapmalı mıydım, hâlâ bilmiyordum, canım sıkıldı. Çizgi filmi hatırladım.

Yavru tilki ormandaki bodur ağaçların arasından, yeşilliğin ortasında yürüdükçe ıslanmış kuyruğundan kahverengi toprağın üzerine sular damlıyordu. Uzun boylu sayılmazdı ama kısa da değildi. Kocaman ağzı, sivri dişleri ve dümdüz çenesiyle sevimli görünmesine rağmen yılan derisinden yapılmış göz bandıyla ürkütücüydü. Göz bandı sol gözündeydi. Uzanıp bandı kaldırdı ve şakağına bıraktı. Sessizce eğilip sağ eliyle yerden büyük bir taş alırken, şurup rengindeki keskin gözleriyle mağaranın tepesindeki tabelaya bakıyordu. Tabela kovboy filmlerindeki kasabaların girişine asılan tabelalara benziyordu. Kahverengiydi, sert rüzgârda sallanıyor, üzerinde “ÂSİLER” yazıyordu. Yavru tilki sol bileğine doladığı ipi sıkıca kavrayıp gerildi ve taşı tabelaya konmuş kırlangıca fırlattı. Kırlangıç taşı son anda fark edip kanatlarını açtı, havalandı ve gözden kayboluncaya dek dolunaya doğru uçmayı sürdürdü.

“Ömrün yeterse” dedi yavru tilki “göreceksin, kırlangıçlar da dize gelecek.”

Arkasına döndü. Bileğine bağlı ipin ucu genç bir karacanın boğazına geçirilmişti. On beş adım kadar gerisindeydi. Bembeyaz beneklerle dolu vücudu kızıl ile kahverengi arasındaydı. Boynuzlarından biri, sağ taraftaki kulağına doğru bükülmüştü. Kulakları birer su tabancasına benziyordu. Krem rengindeki boğazına geçirilmiş ip, hareket ettikçe boynu daha da kızarıyordu. Saatlerdir su içmediği belliydi. Küçücük ağzı susuzluktan kupkuruydu. Kocaman açılmış parlak ama ölgün gözleri kırlangıcın gittiği yöne dikiliydi.

“Boşuna bakıyorsun” diye devam etti yavru tilki “Babam geçen gün Koca Akbaba ile sözleşme imzaladı. Hepinizin kökünü kazıyacağız. Köle olmayı kabul etmeyen bütün hayvanların kökünü kazıyacağız. Aslanların, kurtların; hepsinin, hepinizin.”

Karaca gözlerini devirip baktı. Göz gözeydiler. Kısa bir süre birbirlerini nefretle süzdükten sonra yavru tilki “Kahraman olmak istiyorsan ipini çözebilirim” dedi.

“Devrimin kendisi kahraman olacak. Ben ya da bir başkası değil.”

“Kızıl Orman Domuzcukları Devrim’inde domuzlar da öyle düşünüyordu. Başlarına neler geldiğini gördük. Devrimden sonra var olan her hükümet gibi çürük bir sistem kurdular ve onunla yozlaştılar. Bizim devrimimiz yüzyılların intikamını almak için yapıldı.”

“Devrim mi diyorsun sen buna? Tarih boyunca atalarınız bu hayatta ne yaptıysa siz de aynısını yapamaya dönmelisiniz!”

“Neymiş o?”

“Birinci sınıf dersi bu: Kümeslerden tavuk çalmak.”

“Korktuğunu saklamak için komik mi olmaya çabalıyorsun?”

“Kırlangıç buraya boşuna geldi di mi? Sadece ben değil, kimse sizden korkmuyor. Geçici bir hata, sistemdeki küçük bir arızasınız siz.”

“Babanın söylediklerini tekrar ediyorsun. Kendi cümlelerin bile değil bunlar. Zavallı zindanlarda ölünce çektiği acının hiçbir anlamı kalmadı. Boyun eğmeliydi, herkes gibi.”

Karaca acı içinde, öfkeyle tilkiye baktı.

“Gidelim, bi bakalım, bakalım da görelim, annen korkuyor mu korkmuyor mu?”

“Orospu çocuğu!” diye bağırdı karaca.

“Bu kadar gevezelik yeter,” dedi yavru tilki. Göz bandını gülerek tekrar gözüne indirdi. İpi çekerken yüzünü ormanın hemen çıkışındaki mağaraya döndü ve yavaş yavaş yürümeye başladı. “Senin gibi kahraman olmaya çalışanları neden seviyorum biliyor musun?” diye sordu ama cevap beklemeden ekledi “Yakalarken ya da öldürürken daha çok zevk veriyorsunuz!”

Güvenlik görevlisinin tepemde dikildiğini görünce aldırmadım. Çizgi filmi düşünmeye devam etmeye çalıştım, olmadı. Yapamadım. Kocaman cüssesiyle önümde dikilmiş, öylece duruyordu. Sonunda dikkatim tamamen dağıldı. Sinirle kafamı kaldırdım. Derin derin nefes alıp kravatımı düzelttim, arkama yaslandım. Ellerimi de cebime koyup bekledim. Hâlâ bana bakıyordu. O konuşuncaya dek sabırla beklemenin daha iyi olacağından emindim. Bekledim, bekledim ve bekledim. Öfkesine ya da merakına yenilecekti. Öyle de oldu.

En sonunda “Gelecek olan son tren” dedi.

“Eee?”

Gözlerini benden ayırmadan şapkasını düzeltti.

“Birini mi bekliyorsunuz?”

“Bilmem. Belki.”

“Dalga mı geçiyorsun ulan benimle? Kaç saattir, şuradan sana bakıyorum.”

Ellerimi cebimden çıkardım. Kravatımın ucunu gömleğimin cebine soktum. Yavaş yavaş istediğimi elde ediyordum. Sırtımı iyice arkaya yasladım.

“Buradan bakınca” dedim “saatlerdir yani, ben neye bakıyorum sen onu biliyor musun?”

Derin derin birkaç nefes aldı. “Gece gece...” dedi ve sustu.

“Ne olmuş gece gece?”

Eğilip kolumdan tutmaya çalıştı ama izin vermedim.

“İşimi yapıyorum, zorluk çıkarma.”

“Bütün işin gücün bu mu yani?”

Sinirle sırıtıp “Sen mi öğreteceksin lan bana işimi?” dedi. “Sekiz senedir buradayım. Sekiz sene!”

Cevap vermedim. Kısa bir süre hiç konuşmadan birbirimize bakarken yavru tilki ile karaca gibi olduğumuzu hissettim ama hangimiz karacaydı, emin olamadım.

Bir anda “Kokarca” dedim.

“Ne? Kokarca mı?”

“Evet, saatlerdir gördüğüm şey, kocaman bir kokarca.”

Gözleri büyüdü. Yavaş yavaş anlıyordu.

“Kesinlikle” diye devam ettim “kokarca. Göt koklamaktan hoşlanan bir kokarca. Ne yani, canın sıkıldı diye, kocaman, kızarmış burnunla götümü koklamana izin mi vereceğim zannediyorsun? Ayrıca memur olduğun için değil, kokarca olduğun için maaş alıyorsun.”

Bütün ağırlığıyla üzerime eğilip iki eliyle yakamdan tuttu ve küfür etmeye başladı ama vurmaya yanaşmadı. Kameraların farkındaydı. Şaşı değildi ama sol gözü biraz sol tarafa doğru biraz kaymış gibi görünüyordu. Çirkin yüzü ve çürük ön dişi midemi bulandırdı ama yapacak bir şey yoktu. Katlanmak zorundaydım çünkü ben de onun gibi çirkindim. Böyleyken ondan nefret etmek ile sevmek arasında hiçbir fark yoktu. Yakamdan tutarken, neredeyse hiç durmadan sövüyor, tartaklıyordu. Telefonum çalmaya başladı.

Telefon beşinci ya da altıncı sefer çaldığında “Önemli bir telefon bekliyordum” dedim.

Bir adım geri çekildi ama bir eliyle hâlâ yakamı tutuyordu. Sinirden gülümsüyor, sırıtıyordu. Derin bir nefes aldım. Ben de güldüm. Yakamı bıraktı, kravatımdan tutarak boynumu havaya kaldırdı. Dişlerinin arasından “Kalk, git, başımı belaya sokma benim! Senin gibi bir sürü… Kalk, siktir git şurdan!”

Hiçbir karşılık vermeden cebime uzanıp telefonumu aldım. Sakin bir şekilde hareket ediyordum. Ağırdan alıyordum. Güvenlik görevlisi şaşırmış gibiydi. Sövmeyi ve tartaklamayı bıraktı, beni izledi. Becerebildim mi bilmiyorum ama telefon ekranına bakarken, eşim arıyordu, yüzüme kararsızmışım gibi bir ifade takındım.

Güvenlik görevlisi benimle birlikte ekrana bakınca “Yaptığın” dedim “ayıp.”

“Sen mi söylüyorsun ulan bunu?”

“Açmam lazım, önemli.”

“Açarsan aç, bana ne!”

“Kravatımı bırakırsan eğer…”

Bir anda kravatımı bırakıp havada kapar gibi telefonumu aldı ve öteki eliyle ağzımı kapattı. Cüssesine rağmen o kadar hızlı hareket etmişti ki, karşılık veremedim. Sırtımı bankın arkasına yapıştırmıştı. Ellerimle uzanmaya çabaladım, olmadı. Ayaklarımla vurmaya çalıştıysam da, boşunaydı. İlk defa güçlü birisi olmak istedim. Hiçbir şey yapamamak bir anlığına da olsa çizgi filmdeki kartalları hatırlattı çünkü yavru tilki ile karaca mağaraya doğru yürürlerken, kartallarla kurtlara onlar da bir şey yapamıyorlardı. Gerçi yavru tilki ile karaca bunlardan habersizdi.

“Alo. Erol?”

Eşimin sesini duyunca yine güvenlik görevlisinden kurtulmaya çabaladım.

“Alo” diye cevapladı güvenlik görevlisi. Derin bir nefes aldı. “İyi geceler hanımefendi.”

“Erol’un telefonu siz de ne arıyor ya? Siz kimisiniz?”

Güvenlik görevlisi bana baktı. Gözlerimin içine. Deliler gibi küfür ediyordum ama anlamsızdı. Kelimeler ağzımdan boğuk çıkıyor, anlaşılmıyordu. Dişlerimle avuç içini de ısıramıyordum. Kollarım yorulmaya başlamıştı.

“Doktorum ben hanımefendi. Eşinizin psikoloğuyum.”

“Neyi, neyi?”

Güvenlik görevlisi telefonu biraz uzaklaştırdı.

“Psikoloğu hanımefendi.”

“Dalga mı geçiyorsunuz benimle? Ne psikoloğu?”

“Ne dalgası hanımefendi? Böyle bir konuda şaka mı yapılır?”

Eşim sustu ama çok kısa sürdü. Ben ise çaresiz halde debeleniyordum.

“Biliyordum” dedi eşim, “yemin ederim, biliyordum! Allahım! Kaç kere rüyamda gördüm doktor bey, kaç kere!”

“Sakin olun hanımefendi. Bağırmayın öyle.”

“Kusura bakmayın, doktor bey, kusura bakmayın. Erol nerede? İyi mi? Telefonu ne arıyor sizde? Yanınızda mı yoksa?”

“Evet yanımda. Yani, hayır değil. Yan odada şu anda.”

“Ona da söyleyecektim, yemin ederim, söyleyecektim doktor bey!”

“Neyi söyleyecektiniz hanımefendi?” diye sordu güvenlik görevlisi.

“Anlatmadı mı size hiçbirini?”

“Anlattı. Bir sürü şey anlattı ama siz hangisini kast ediyorsunuz?”

Güvenlik görevlisi şaşkın şaşkın bana bakınca gülümsedim. Onun gibi ben de eşimin ne diyeceğini merak ediyordum.

“Sabahlara kadar uyumayıp haritalara neden baktığını anlattı mı mesela?” dedi eşim. “Ya geçen yaz tatildeyken yaptıkları? Balıkların yemlerini alıp parkeye dökmüş, bir şeyler yapıyordu, ne olduğunu sordum. Dedi ki, valla söylemeye dilim varmıyor, akıl işi değil ki nasıl söyleyeyim? Şey, ölümü çizmeye çalışıyormuş. O günden sonra bir daha eve akvaryum alamadım. Anlatmadı mı size?”

“Haritaya baktığını anlattı ama yem olayını anlatmadı.”

“Geçen sene doğum gününde yepyeni turuncu bir kravat aldım. Teşekkür etti, yanaklarımdan bile öptü ama hâlâ o uğursuz kravatı takıyor. Gördünüz değil mi iğrenç şeyi?”

Bulanıklaşmış her şeyin yavaşça netleştiğini fark edince rahatladığımı hissettim. Sakindim, güvenlik görevlisine kızmıyordum, içimden küfür etmiyordum. İyilik bile etmiş sayılırdı. Karaca gibi kendimi bıraktım.

“Evet, gördüm” dedi güvenlik görevlisi. “Bazı hastalar kendini güçlü hissetmek için böyle takıntılardan hoşlanırlar. Erol Bey’in durumu da böyle. Kravatı takması iyi bir şey.”

“İyi mi? Yani taksın ama neresi iyi bunun doktor bey! Neden takıyor, onu söyledi mi?”

“Hayır, söylemedi. Söylemedi ama siz biliyor musunuz?”

“Bilmez olur muyum? Biliyorum tabii. Kurtlarla tilkiler arasında yapılmış bir savaş mı varmış, neymiş. İç savaşmış hatta, yanlış hatırlamıyorsam. Neler düşünüyor görüyorsunuz değil mi şuncacık aklıyla? Neyse işte, kravat o savaşın simgesiymiş, bayrağıymış.” Derin bir nefes aldı. “Evlendikten sonra çok değişti.”

“Anlıyorum hanımefendi. Kendinizi sakın üzmeyin. Yakında her şey düzelecek.”

“Her gece aynı yatağa giriyoruz ama tek kelime bile konuşmuyoruz.”

“Bunlar normal belirtiler olmamakla birlikte pek de umutsuz vaka değil kendisi. Erol Bey’le bir yıla yakın bir süredir ekibimle özel olarak ilgileniyoruz. Bu arada ben Psikolog Hamdi Muhsin Yıldırım. Kliniğim Nilüfer’de. Numaranızı da aldım, hafta içi yüz yüze görüşmemiz gerek. Sekreterim sizinle iletişime geçecektir.”

“Yarın da gelebilirim. Müsaitseniz eğer yani yarın gelip öğreneyim her şeyi.”

“Aceleye gerek yok.”

“İyi ki aramışım, iyi ki. Kafam karıştı ama doktor bey, Erol bu saatte yanınızda ne arıyor? Saat geç değil mi?"

"Önemli olan hastamızdır. O yüzden bazı kurallar esnetilebilir. Saat pek mühim değil. Kendisi görüşmek istediği için yanındayım. Keyfi de yerinde. Yerinde çünkü bütün bunlara sebebiyet veren asıl psikolojik sorunu sonunda bulduk.”

“Buldunuz mu? Ciddi misiniz?”

“Bu iki etti, hanımefendi.”

“Kusura bakmayın… Allahım! Hele şükür Allahım! Çok teşekkür ederim doktor bey. Çok teşekkür ederim.”

“Bizi değil, eşinizi tebrik edin. Çok çaba sarf etti, iyileşmek için.”

“Nesi varmış ki? Zaten annem hep söylüyordu, bu oğlanda bir tuhaflık var diye. Gençtim, hiç dinlemedim kadını. Haklı çıktı vallahi. Benim de aklım beş karış havada nasıl anlayayım ki hastalığını, psikolojisini? Keşke, keşke böyle olmasaydı. Bilmiyorum…”

“Dinlemiyor musunuz beni? Eşinizi yargılamak yerine yanında olmayı deneyin lütfen.”

“Tabii, tabii. Size gelmiş ya, artık hep yanında olacağım. Şey, lafınızı böldüm. Nesi varmış, tam olarak sebebi neymiş bütün bunların?”

“Çeşitli incelemelerle anladık ki, çocukluğunda yaşadıkları ve rüyasında gördükleri zihnini olumsuz şekilde zedelemiş. Bütün ve asıl sebep bunlar değil elbette ama etkisi büyük. Söylemek zor olacak ama güçlü olmanız, metin olmanız lazım!”

“Evet, neyi var Erol’un?” diye sordu eşim.

Güvenlik görevlisi elini ağzımdan çekti. Hoparlörü kapattı ve telefonu kulağına dayadı. Oturduğum yerden kafam öne eğik, çantaya bakarken boğuk sesini duyuyordum.

“Boşanacakmış sizden” dedi güvenlik görevlisi.

Sustu ve uzun bir süre sesi gelmedi. Kafamı kaldırdım. Telefon kulağında, dinliyordu. Tepemde dikilirken bana göz kırptı. “Evet, evet” dedi. Sonra bacaklarını kırıp çöktü. “Kokarca” dedi. “Göt koklayan bir kokarca eşiniz. Göt koklayan bir kokarcayla evli kaç kadın tanıyorsunuz hanımefendi?” Cevabı beklemeden telefonu kapattı. Keyifle nefret arası bir duyguyla gülümserken telefonu gömleğimin cebine koydu. “Lisedeyken” dedi “tiyatro oynamışlığım var.”

İstasyonun öte ucuna doğru yürümeye başladı. Sessizce güvenlik görevlisinin arkasından bakarken tekrar telefon çaldı. Yine eşim arıyordu. Önce aramayı reddettim, sonra telefonu tamamen kapattım ve yerine koydum. Oturmuş derin derin nefes alırken, kendimi bitkin hissettiğim kesindi ama mutsuz muydum yoksa rahatlamış mıydım bilmiyordum. Yaklaşan trenin sesini işitince çizgi filmin devamını düşünmeye başladım ama bütün bunlardan önce hepsinin başlangıcını hatırladım.

Kendim hakkımda düşünmeyi öğrendiğim günlerde bütün işim gücüm Hazreti Âdem’i kıskanmaktı. On altı ağustos bin dokuz yüz doksan altıdan beri Tanrı’nın Hazreti Âdem’e sorduğu ilk soruyu kendime sorduktan sonra balçıklaşmış çamuru ve kirlenmiş kanı; kocaman bir kâseye benzettiğim bu dünyada birbirine karıştırdığımı düşünüyor, her soluk alıp verişimde, yaratılmış bilincin hücrelerimde gezinmeye başladığını hissediyordum. Gençliğimin uçuk ve keskin düşlerini de işin içine katınca bunları benden başka tasarlayabilecek bir kişi bile tanımıyordum. Uyku uyumuyor, yemek yemiyor ve kimseyle konuşmuyordum, kitap okurken bile kimseyle konuşmuyordum… Çünkü yüküm ağırdı ve armağan edilmiş ölümlülüğü hak ettiğimi zannetmiyordum. Gündüzleri, geceleri ve zamanı unutuyordum. “Ey Âdem! Ben kimim?” Bu soru cesaretimin, korkaklığımın, nefretimin, savaşımın, köpekliğimin, sanatımın ve vurdumduymazlığımın simgesiydi. Çizgi filmle zamanı hatırladım, ışığı buldum, görmeyi ve konuşmayı öğrendim. “Ey Âdem! Ben kimim?” Anlayışsızsam bu soru yüzündendi, mutsuzsam bu soru yüzdendi, tembelsem, suskunsam ve beceriksizsem bu soru yüzündendi. Çelişkileri süpürgeyle kapının önüne süpürecek kadar becerikliysem de, bunun yetmediğini de biliyordum. Kıskançlığım nefrete dönüştü. Yaşamımın her noktasında saplantılı bir şekilde Tanrı’yı, Hazreti Âdem’i, kendimi, dünyayı ve insanları bu soruyla yargılamaya cüret ettim. Mühim olan tek şey bu oldu. Her halt önemini yitirdi. Parlak yaşantım puslu ve tekinsiz bir geceye benzedi. Çantamda neler olduğunu hatırladıkça, her şey ama her şey boğucu bir sessizliğe gömülüyordu. Hâlâ Hazreti Âdem’in ölümlülüğü ve yaratılışının altında eziliyordum. Kıskanıyordum ve Napolyon’u kıskananları da hiç anlayamıyordum. Napolyon, Hazreti Âdem’in gölgesiydi, damarlarında kan gezinmiyordu, zihninde ölümlülüğü ve yaratılmışı tasarlamıyordu. Yine de ne sorunun cevabını elde ettim ne de başlangıcı hiçbir bağı olmayan bir yaratılıştan filizlendirmek ustalığına erdim. Bu yüzden ölüm armağandı. Hâlbuki ilk başlarda eğer çabalarsam, daha çok çabalarsam, çizgi filmi izlersem daha yoğun cevaplar bulur, kıskançlığımın sona ereceğini düşünürdüm ama gerçek bambaşka bir eğriyle karşımda dikildi. Bütün bunlarla birlikte sorunun cevabı hâlâ elimde değildi, kırıntıları bile ortalıkta görünmüyordu. Bulduğum cevapların hiçbiri açlığımı gidermedi. Kıskanmak sözcüğü yirmi birinci yüzyılda içi boşaltılmış bir sözcük olsa bile beni ifade eden en iyi sözcüktü. Hayranlıkla, nefretle ve coşkunluklarla dolu geçen uykusuz gecelerim, upuzun yürüyüşlerim, çizgi filmim, çantam, yakılıp içilmemiş sigaralarım, anlamsız rüyalarım, evdeki ansiklopedilerim, üniversite derslerim; eşim; anlamıyordum ama balçıklaşmış çamurla kirlenmiş kan zihnimdeki yılanları emziriyor gibiydi. Tanrı’nın ona bahşettikleri umurumda bile olmadı. Öyle olsa Jesus’ı, Nuh’u ya da Muhammet’i kıskanırdım. Onu kıskanma sebebim ölme sebebimle eş değerdi. O hem yaratılmış ilk insan hem de zamanın ilk hükümdarıyken, bunları biliyor ve bu konuda hiçbir şüphe duymuyordu. İşte bu yüzden onu kıskanıyordum çünkü ben yaratılmış olduğumu sorgulamak zorundaydım. Neyse ki, ölecektim ve bu kesinlikle gerçekleşecekti. Eğer varsa Tanrı’dan daha ne isteyebilirdim? Bedenim toprak altında çürürken bilincim çocukluğumdaki gibi pamuk şeker yiyormuşum gibi mutlu ve özgür hissedecekti. Çantayı memurun getireceği gemilerle takas edersem Tufan’dan kurtulacak, artık Hazreti Âdem’i kıskanmayacaktım ama artık hiçbir şeyin benimle bağlantılı olmadığından kesinlikle emindim.

Ormandaki ağaçların sivri uçları üzerindeki kartallar kanatları üstündeki kurtların ağırlığını hissetmeden bir sinek gibi keskin hareketlerle mağaraya doğru ilerliyorlardı. Sert ve soğuk rüzgâr, kartallarla kurtların tüylerini savururken, mağaranın girişini görebiliyorlardı. Hızlıca, gecenin ortasında hem avlarına hem de dostlarına yaklaşıyorlardı.

Yavru tilki ile karaca hâlâ yürüyordu. Karşılarındaki mağaranın önüne konulmuş kaya çember şeklindeydi. Kapı görevi görüyordu. Kapının etrafına kahverengi, geniş bir lavabo borusuna benzer bir boru örülmüştü ama genişti. İncecik ve turuncuya boyanmış bir dal parçasıyla yatay bir şekilde ikiye bölünmüştü, dal parçası da tepedeki dolunayın aydınlattığı gecede pek belli olmuyordu. Alt kısmında, yan yana dizili onlarca dondurma külâhı vardı. Her külahın üzerine oturtulmuş elleri, ayakları ve cinsiyetleri belli rengârenk gezegenler duruyordu. Oldukları yerde hareket ediyor, birbirlerinin yerini kapmaya çalışıyorlardı. Bacak bacak üstüne atmış gezegenler, sigara içen gezegenler, sarhoş gezegenler, bir tanısanız ne rezil herif olduğunu anlayacağınız gezegenler, palyaço elbisesi giyinmiş gezegenler, otuz iki diş birden gülen gezegenler, fularlarını boynuna geçirmiş gezegenler. Bir uçtan öte uca kadar diziliydiler ve bütün yaşamları boyunca aynı hareketleri tekrar ediyorlardı. Üstelik yüzlerindeki ifade mutluluklarını ya da acılarını başlarına gelmiş büyük bir şeymiş gibi taşıyorlardı. Çemberin üst kısmında sadece bir tane dondurma külahı duruyordu. Hareketsizdi. Külahın elleri, ayakları ya da yüzü yoktu. Cinsiyeti belirsizdi. Külah, tepesine bir lira büyüklüğünde çizilmiş kocaman bir gezegenden ibaretti. İçerisinde büyük harflerle “DÜNYA” yazıyordu. Tek başına olmaktan o kadar çok canı sıkılıyordu ki, gözleri olmaması rağmen aşağısındaki gezegenlere tepeden bakıyormuş gibi geliyordu.

Yavru tilki kapının on metre kadar önünde, misketler gibi yan yana dizili onlarca beyaz ve yassı taşın gerisinde durdu, gözlerini kapıdan ayırmadan eğildi. En sağdaki taşı alıp en sola koydu ve uzun uzun kuyruğunu salladı.

Kapı sağ tarafa doğru ağır ağır dönüp açılmaya başladı. Kapı döndükçe alt kısımdaki gezegenler birbirine girdi, yerleri değişti, sesleri tizleşti; ama üstteki külah hâlâ hareketsiz ve sessizdi. Üstelik burada müzik giriyordu. Müzikle beraber mağaranın kapısı açılırken, içeriden ince ama güzel sesiyle anne karacanın sesi duyuluyordu. Sözcükler kullanmıyordu, müzik ve ritimle kocasının ölümünü, çocuğunu özlediğini ve çektiği acıyı fısıldıyor, mağaradan dışarıdaki evladına korkunç bir haber veriyor ve sesi mağaranın oyuklarını dolduruyordu. Kapı açıldıkça mağaraya giren ışık huzmesi içeriyi de aydınlatıyordu.

Karacanın gözleri kocaman açılmıştı. Büyülenmiş bir halde olup biteni izliyor, anlamaya çalışıyordu. Annesinin sesini duymadığı belliydi.

“Nasıl yaptın bunu?” diye sordu sonunda.

Yavru tilki yüzünü karacaya döndü.

“Hiç sormayacaksın sandım.” Eliyle kapıyı gösterdi. “Kapının etrafına örülmüş hortumu fark ettin mi?”

Karaca evet anlamında kafasını salladı.

“İşte o hortumun içi dişleri sökülmüş yüzlerce fareyle dolu.”

Kahkaha atmaya başladı ama kısa sürdü çünkü karaca hemen lafa girişmişti.

“Kurnazlık bu yaptığınız.”

“Kıskançsınız! Kimse bizim kadar akıllı olmadığı için yaptığımız her halta kurnazlık diyorsunuz. Hâlbuki olması gereken…”

“Böyle mi avutuyorsunuz kendinizi?”

“Akıl, bu. Siz karacalar yem olmamakla biz yaptıklarımızla avunuruz.”

Karaca kafasını kaldırıp mağaranın tepesine baktı, gülümsedi.

“Devrim buraya kadarmış” dedi.

“Ne?”

Yavru tilki yüzünü mağaraya dönünce gözleri fal taşı gibi açılıverdi. Karşısında gördükleriyle kafasındaki uyuşmuyordu. Telaşla etrafına bakıyor, ne yapacağını kestiremiyordu. Şaşkınlıktan ve korkudan olduğu yerde hareketsiz duruyordu. Taş kesilmişti. Kartallarla kurtlara bakıyordu. Mağaranın tepesindeydiler. Kartallar havada asılıymış gibi dik açıyla gözlerini kırpmadan mağaraya doğru inerlerken hilal şeklindeydiler. Öyle hızlı iniyorlardı ki, gökyüzü ile yeryüzü arasında hiçbir mesafe yokmuş gibiydi. Saniyeler içinde mağaranın çevresine inmişlerdi bile. Kocaman ayakları, tüyleri ve gagalarıyla heybetli kartalların ayakları toprağa basar basmaz, kurtlar ağır ağır ama öfkeyle aşağı inip mağaranın önünde C şeklini aldılar. Kartallar da etrafa yayılıyorlardı. Birisi mağaranın tepesindeki tabeladaydı. İkisi C şeklini almış kurtların en solunda, diğer ikisi en sağındaydı, sonuncusu ise mağaranın karşısındaki ormana doğru ilerleyip ağaçlardan birinin dalına kondu. Yavru tilki, korkudan büyümüş gözleriyle etrafındaki düşmanlarına bakarken, yavaşça eğilip tuttuğu ipi ayak bileğine doladı.

Kocaman cüssesi, sivri dişleri ve başındaki şapkasıyla ekibin lideri olduğu anlaşılan bembeyaz bir kurt turuncu bayraklarını pençesiyle sallayıp uzun uzun ulurken ötekiler hırlıyor, dişleri arasında sıkıştırıp çiğneyecekleri tilkinin etine bakıyorlardı ama liderin uluması bitince hepsi sessizleşti.

Yavru tilki gözlerini devirip mağaranın içine baktı. Bir şeyler bekliyor gibiydi. Kuyruğunu hızlı hızlı sallıyor, ileri geri yürüyordu. Umutsuzluktan ve korkudan tam gözlerini kapatıyordu ki, karacanın korkunç çığlığıyla kendine geldi. Beklediği gerçekleşiyordu. Mağaranın içerisinden arka arkaya sıralanmış onlarca tilki, onlarca fil, onlarca domuz ellerinde bayraklarla, silahlarla, süngülerle ve sopalarla dışarı çıkıyordu. Kurtlar arkasına dönüp bakınca bembeyaz dişleri ortaya çıktı, hırlamaları duyuldu ve kulakları dikleşti. Gerisin geriye birkaç adım attılar ama hemen durdular. Yüz yüze sinirle ve nefretle birbirlerine bakıyorlardı. Kartallar hemen kurtların arkasında dikilirken, gökyüzündeki akbabaları gördüler. Büyük savaş başlamak üzereydi.

Tıslayarak istasyona giren trenin sesini işittim. Korkuyla etrafıma bakındım. Memur hiçbir yerde görünmüyordu ama yine de burada olduğunu hissediyordum. Çantamı dizlerimin üzerine koyup açtım. İçi defter sayfalarıyla doluydu. Hazreti Âdem içindeydi. Yanılıyordum ve bütün bu olanlar benimle alakalıydı! Hazreti Adem’i kesinlikle unutmak zorundaydım. Öleceğimi unutmak zorundaydım. Ölümlüydüm ve ölümü bilmiyordum. Yapmam gereken de belliydi. Hem memurun gemilerini alıp Nuh gibi tufana karşı koyamazdım. Cebimden çakmağımı çıkardım Sayfaları tutuşturmaya başladım. Ateşin ve dumanın yükseldiğini görünce biraz sonra kartalın pençeleri arasındaki yaralanmış yavru tilkinin ağzından denize dökülen bembeyaz, sivri dişlerini hatırlayıp Hazreti Âdem’i unuturken kravatımı da çantanın içine attım çünkü bayrak olmazsa savaş da olmazdı, biliyordum.



Abdulaziz Doğu


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page