Mezar deyip geçme, demişti dedesi. Hayat var mezarlıkta, hayatlar… Eşsiz öyküler toplanır orada. Akar, birikir.
O zamanlar küçüktü, anlamamıştı dedesini. Cansız bedenlerde, taşlarda nasıl hayat olabilirdi? Ölü, hikâyesi son bulmuş bir yığın et değil miydi?
Hele bir mezarlık var ki… Bu mezarlığa düşerse yolun korkma, hemen gir, diye de eklemişti.
Peki, nerede, diye sormuştu gözlerini kocaman açarak.
Yılların ötesinde, muhkem duvarların arkasında.
Sanki ulaşılması zor bir yeri tarif ediyordu. Sesini daha da kısarak, aramakla bulunmaz evlat, zamanı geldiğinde o seni bulur. Şayet bu sırra erersen, sabret, yedi gün kimseye bahsetme bundan.
O zamanlar çok anlamsız konuşmalardı bunlar. Sormadığına da pişman olmuştu.
Dedesi bunu söyledikten bir hafta sonra kalp krizi geçirip ölmüştü.
*
Fikret, dedesiyle aralarında geçen bu konuşmayı hiç unutmadı. Bunda dedesinin konuşmadan kısa süre sonra ölmesinin etkisi de vardı. Nerede bir mezarlık görse dedesini hatırlar, onun ses tonunu bulmaya çalışarak mırıldanırdı. Yılların ötesinde, muhkem duvarların arkasında.
Yıllar sonra, yolu iş icabı daha önce hiç görmediği bir kasabaya düştüğünde dedesini anlayacaktı.
Okumuş, gazeteci olmuştu. Günlerdir izini sürdüğü haber onu bu kasabaya getirmişti. Meydan kahvelerinden birinde ihtiyarlarla yarım saat sohbet etmesi, peşinden sürüklendiği haberin asılsız olduğunu anlamasına yetmişti. Bir gazeteci için zor bir durumdu. Onca zahmetin ardından eli boş dönmek… Can sıkıntısıyla ve nereye gideceğini bilmeyen adımlarla düşünceli düşünceli yürüyordu. Kasabanın girişindeki mezarlığı o anda fark etti. Mezarlık görüldüğünde hatırlanırdı hep ölenler. Mezarlığa yaklaşıp çok sevdiği dedesinin ruhuna bir Fatiha okumak istedi.
İlerlerken neyle karşılaşacağının farkında bile değildi. Mezarlığın etrafı dedesinin söylediği gibi kocaman taşlarla çevriliydi. Duvarlarda on beş yirmi metre arayla büyük ve süslü demir kapılar vardı. Yüksek, sık ağaçlar güneş ışığının girmesini engelliyor, loş bir hava oluşturuyordu. Kapı aralığından bakıldığında mezar taşlarındaki çeşitlilik göze çarpıyordu. Sanki tüm dinden, milletten, zamandan insan burada yatıyordu.
Bir anda mezarlığın içinde buldu kendini. Neden girdiğini kendi de anlamamıştı. Meslek refleksi, belki çarpıcı bir haber yakalama düşüncesi... Mezarlık adeta onu çağırıyordu.
Dedesinin sözleri yankılandı kulaklarında. Akıp biriken hayatlar…
Burası olabilir miydi?
Dev ağaçların gölgesinde ürkek adımlarla yürüdü. Rüyada gibiydi. Biraz ilerleyince eski püskü elbiseler içinde bir ihtiyar çıktı karşısına.
Hoş geldin azizim, dedi ihtiyar.
Kendisini yıllardır tanıyormuşçasına içten tebessüm ediyordu,
Rahat ol, biz ezelden tanışığız, dedi.
Kimsiniz, ne istiyorsunuz, dedi, korktuğunu belli etmemeye çalışarak Fikret.
İsmim çoktur. Yedi günde bir değişir. Sen şu yediden biriyle seslenebilirsin: Adem, İbrahim, Ahmet…
Hemen dönüp kaçmalı mıydı? Dedesinin sesi yankılandı kulaklarında. Korkma!
Şey… Ben... Sadece…
Biliyorum evlat, birkaç şeyi hatırlatıp gideceğim.
Aklına ihtiyarı dinlemekten başka bir şey gelmiyordu.
Deden sana bir mezarlıktan bahsetmişti, hatırladın mı? İşte burasıdır. Bu sır her dönem bir kişiye verilir, yedi gün kimseyle paylaşılmaz. Yedi gün sonra başka yerde bulunacak zaten. O kişi binlere karışır. Bazısı kendini bilir bazısı bilmez. Mezarlık yedi dünyayı paylaşır seninle. Senin olan yedi hayat. Şimdi buyur. Mezarlığın öyküleri senin…
İhtiyar, daha cümlesini tamamlamadan kaybolmuştu.
Söylenenler çok karmaşıktı. Anladığı, bu bir sırdı ve yedi gün kimseyle paylaşılmayacaktı. Yine koşarak uzaklaşmayı geçirdi aklından. Dedesinin sesini duydu: Korkma, yeni hayatlar, eşsiz hikâyeler…
Mezar taşlarındaki yazılar dikkatini çekti. Her birine ilginç hayat hikâyeleri gizlenmişti.
Bazılarında taş bile yoktu. Üzerinde yazı olmayan mezar taşları da vardı. Hikâyeler altın renginde bir levhayla mezar üzerine sabitlenmişti. Birbirinden ilginç hikâyeleri kaçıramazdı. Bunlarla ilgili belki gazetede bir yazı dizisi bile hazırlayabilirdi. Hemen defterini çıkardı. Bir taraftan mezar taşlarının fotoğrafını çekiyor, diğer taraftan üzerindeki öyküleri yazıyordu. Fotoğrafını çektiği ilk taş şöyle bir şeydi.
I
Hayatta en büyük isteği sunucu olmaktı. Başaramadı. Kelimeleri telaffuz edememe hastalığıyla muzdaripti. Kimini zorluğu kimini çağrışımları sebebiyle söyleyemiyordu. Bu kelimeler, özellikle en olmaz yerlerde aklına gelirdi. Daha kötüsü, o anda kelimenin üstüne üstüne gider, işi iyice içinden çıkılmaz hale getirirdi.
Sunucu olamayacağını anlayınca ‘canlı heykel’ olmaya karar verdi. Kelimelere ihtiyacı olmayacaktı artık. Düşünen adam. Ağlayan adam. En çok kolu üzerinde uyuyan adam performansıyla çıktı insanların karşısına. Mezar taşına “Mesleğini icraya devam ediyor.” yazdırmaya karar vermişti ki son anda vazgeçti bundan.
Sunuculuğu unutamamıştı. Telaffuz edemediği kelimelerin liste yapılıp mezarına yazılmasını vasiyet etti. Kim bilir, Başına gelen okuyucuların Fatiha’dan sonra bu kelimeleri güzel bir şekilde telaffuz etmesiyle ruhunun huzur bulacağına inanıyordu.
II
Ömrünü tanrı olmadığını anlatmakla geçirdi. Bir türlü başaramadı. Doğruya inandırmak, yalana inandırmaktan daha zordu sanki. Kendisiyle ilgili söylenenleri duyunca ne yapacağını bilemiyor, utançla öfke arasında renkten renge giriyordu.
Kimseyi ikna edemedi. Baktı olmuyor. Kendi de inanmaya başladı bu yalana. Ne güzel ne tatlı bir yalandı bu: İstekleri anında yerine getiriliyor, çaba göstermeden malı da itibarı da artıyordu. Kim istemezdi böyle hayatı.
Tatlı bir yalanla yaşadı. Ölene kadar...
Dedesinin sözlerinden sonra mezarlıklar ve mezar taşları hakkında epey araştırma yapmıştı. Kadına ait mezar taşları, bir kadının inceliğini, letafetini en güzel şekilde ortaya koyan çiçekler, buketler, gerdanlık, küpe ve broşlarla süslenirdi. Anlaşılan bir kadın mezarının önündeydi şu an. Sadece tek parça mermerden yapılmış mezar taşının alt kısmında küçük bir mezar taşı daha göze çarpıyordu. Bu, ölen kadının hamile olduğunu gösteriyordu. Mezarın diğer ucunda ise kanatları olan bir çocuk duruyordu. Meleğe benziyordu çocuk.
III Bir salası bile okunmadı. Annesinin karnından başka vatan da edinemedi.
Anne ve babası onun için çıkmıştı yola. Daha güzel bir gelecek için…
Babası, onu da annesini de kurtarmak için çok çırpındı. Yapamadı. Dört yaşındaki ablasını kurtarmaya ancak yetti gücü.
Öldüğüne değil; anne ve babasının durumuna üzüldü. Annesinin karnını yarıp tertemiz nefesiyle dünyayı ısıtmak istedi ancak buz gibiydi deniz. Çığlığını boğdu.
IV
Irkına hayrandı. Dünyada başka ırkın, vatanın, düşüncenin yaşamasına tahammülü yoktu. Soydaşları için savaştı. Çok toprak kazandı. Kazanılan toprağın düşman da kazandırdığını henüz bilmiyordu.
Çok sevdiği soydaşları için (aslında sevdiği sadece kendisiydi) dünyayı karşısına aldı. Sonunda bir sığınağa atmak zorunda kaldı kendini. Çıkış yolu olmayan bir sığınak. Bu gerçeği haber veren askerleri vurdu önce.
Sonra çok sevdiği eşini…
En son kendini…
Sıradaki mezar taşında yazı yoktu.
Cellâtların mezar taşına, beddua edilmesin diye, yazı yazılmadığını biliyordu. Yalnız cellâtların mezar taşları dikdörtgen olurdu. Bu yuvarlaktı. Hikâyesi şöyleydi:
V
Hayatta en sevdiği varlığı, evladını, kendi elleriyle ateşe attı. Biricik evladının kendisi gibi yokluk çekmesini istememişti oysa. Tek isteği oğlunun rahat etmesiydi. Yalanına yalan, malına mal, itibarına itibar ekleyip durdu. Doymak bilmiyordu. Ancak dünya Pisagor Kupası’na benziyordu işte. Sınırı bilmeyene sıfırı öğretiyordu.
İşler tasarladığı gibi gitmedi. İşlediği cinayetlere eşi, kızları bile tahammül edemeyip terk etti onu. Düştükleri bataklıkta oğlu da kendine sırtını dönünce dayanamadı. Önce oğlunu sonra kendini vurmaktan başka çaresi kalmamıştı. Mezar taşlarından biri olabildiğince ihtişamlıydı ama hiçbir zaman diğerinin gölgesinden kurtulamayacaktı.
VI
Hep güler yüzlüydü. Uzaktan tanıyanlar onu dünyanın en mutlu insanı sanırdı. Ama o dünyadan kurtulmak için can atıyordu. Samimi arkadaşlarına söylerdi dünyadan zerre zevk almadığını.
Mezarlığın sırrını öğrendiğinde elli iki yaşındaydı. Çok yaşlı sayılmazdı. Sırrı yedi gün boyunca kimseyle paylaşmaması gerektiğini biliyordu. Paylaşırsa yedi gün içinde ölüp buraya gömüleceğini de. Ölmek onun için korkulacak bir şey değildi. Bu sırrı yedi gün dolmadan torununa söyledi.
Ruhlar Yüksek Konseyi neden böyle bir şey yaptığını sorduğunda,
“Ben torunumu seviyordum, torunum öyküleri… Onun bu hikâyelere ulaşması çok zordu ancak ben nereye ak
tık
la
rı
nı
biliyordum.” dedi.
Yirmi yıl önceki kendi tebessümüyle karşılık verdi dedesine,
Yılların ötesinde, toprağın altında, diye fısıldadı.
Sıradaki mezar için mezarlığın sonuna kadar yürüdü.
VII
Gazeteciydi. Küçükken dedesinden öğrendiği sırra ulaşana dek asılsız haberlerin peşinden koşturup durdu. Yine asılsız bir haber için gittiği kasabanın dönüş yolunda bir trafik kazası sonucu hayata gözlerini yumdu.
Daha ikinci gününde sırrı açığa çıkaran bir metin kaleme alıp bir dergide yayımlattı. Böylece sabrı yedi günle sınırlı olan herkes, bu kehanetin hedefi haline geldi.
Başka mezar taşlarına kaydı gözleri ancak okuyamıyordu artık. Bilmediği yazılar vardı üzerlerinde. Diğer hayatların kendine kapalı olduğuna emin olunca defterini kapattı; yedi gün sonra çıkarmak üzere çantasına yerleştirdi.
Peki mezarlık, neden bu yedi hayatı paylaşılmıştı kendisiyle. Mezarlıktan çıkana kadar bunu düşündü. Bu hayatların tek ortak noktası vardı: Tutunamamak. Zaten tutunamayanların dünyası değil mi bu, dedi kendi kendine; düşmeyi geciktirmek tutunmak sayılır mı?
Bunları sonra düşünecekti. Büyük büyük büyük dedesi hayata tutunabilseydi açıklardı. Belki bu kişiler büyük büyük babasıydı, büyük büyük annesi, ya da amcası; kim bilir.
O günün gecesinde dedesini rüyasında görünce bu açıklamaların hepsinden vazgeçecekti zaten Fikret,
Dede buldum, dedi heyecanla.
Dedesi tebessüm etti,
Haberim var evlat, dedi, ama unutma, sana bu hikâyelerin ortak noktasını sorarlar, ne demek istediğini öğrenmek isterler. Onlara hepsinin insan olması yetmez mi; sen, ben, biz işte; bizim yaralarımız, bizim hırslarımız, bizim yalanlarımız, diye cevap verme. Önemsemezler! Sakın, ben bir şey demek için yazmıyorum da deme! Kör kuyu, çıkamazsın. Acı gerçekler… Sakın, sakın! Herkes acısını kendi yaşar. Başkasının acısı sana gelene kadar… Peki, ölen biri bunları nasıl… (Fikret buna bir anlam verememişti) Onların istediği biraz heyecan, unutma! Başlığını da değiştir ve soranlara şöyle cevap ver:
İşine bak!
*Agavanceae familyasından bir çiçek. Unesco tarafından dünya mirası listesine girmiş ve koruma altına alınmıştır. Üç yüz kadar türe sahiptir. Yedi yılda bir açar, yedi günlük ömrü vardır.
Adem Tekden
Commentaires