top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ahmet Karakulak- Vail

Vail

Pero’nun evin içine para gömdüğünü yalnız ben biliyorum. Ocağın yanına gömüyor, üstüne de şu yamuk yumuk tencereyi koyuyor. Kimse o tencereye dokunmaz. Hep pis ve kara. Sabah saçımı keserken ona, gördüğümü söyleyecektim. Vazgeçtim. Gizlice yapılan şeyler korkutuyor çünkü. Pero gizli şeyler yapmaz sanıyordum. Üzülür gibi oldum. Saçımı keserken benimle hiç konuşmadı. Boynumdan aşağıya dökülen kıllar gıdıklasa da hiç kıpırdamadım bu yüzden. Kirpiklerime yapışan kılların arasından göle baktım.

Sara, “Güneş var mı?” dedi. Pero, duymamış gibi yüzümdeki kılları üfledi. Biraz daha kesti saçlarımı. Çok sonra söylendi. “Güneşi ne yapacak acaba? Otur dur taşında,” dedi. Sara, hep tosbağa sırtına benzeyen evin kapısında, hemen sağda, taşın üstünde oturuyordu. Elinde kalın bir ip vardı. Yine altın iğnesine bu ipi geçirmemi isteyeceğini anladım. İpi buruşuk parmaklarına doluyordu. Doladığı yerlerde kara damarları şişmişti. Güneşte daha iyi gördüğünü düşündüğü için bekliyordu. Güneş çıkarsa Pero’nun eline tutuşturduğu mavi paçavrayı yamamaya başlayacaktı. Güneşte iyi gördüğünü düşünüyor ama güneşin doğup doğmadığını fark edemiyor. Bunu da söyleyecektim. Vazgeçtim.

“Vail,” dedi, “bana iğneyi uzatıp, şunu geçiriversen yavrum.” Pero ona beni tıraş ettiğini söyledi. Bıçak saçımı keserken, etimi keser gibi ses çıkarıyordu. Sara çocukları sordu. “Biri geçiriversin ipi,” dedi. Pero, Necim’in suya gittiğini söyledi. Sara küser gibi dudağını damağına yapıştırıp taşın üstünde kıpırdadı. Ufaldığını düşündüm. Her gün ufalıyor, taşın üstünde gittikçe kara bir leke olarak kalacak. Üstünde de altın iğnesi ışıldayacak.

Bu iğne, ninemin bir zamanlar, bu kampa gelmeden çok önce, savaştan da önce, ta o ufacık kızken eline geçmiş. Kaybederim diye korkuyor. Kulağının üstüne, başörtüsüne geçiriyor iğneyi. Sağ eli ikide bir yokluyor. Pero artık iyice bunadığını söylüyor. Küçülüyor, körleşiyor ve bunuyor. Ben az daha büyüdüğümde, taşın üstünde toz olacak. Bir rüzgarla o toz da yok olup gidecek. Ondan geriye o altın iğne kalacak.

“Vail... Vail, ipliği geçiriver oğlum. Senin gözün iyidir. Yamanacak bir şeyin varsa da çıkar, ver.”

Annemin saçımı kestiğini söylemedim. Gölden kurbağa sesleri geliyordu. Kurbağa mevsimi. Kıyı boyunca bağırıyorlar. Bu güzel bir şey mi, kötü mü anlamıyorum. Dün Necim, “Cemmagil evde kurbağa yiyorlarmış.” dedi.

“Kim dedi?” dedim.

“Yenel dedi,” dedi, “Yenel’e Fate’nin kızı söylemiş.”

“Yalandır,” dedim Necim’e.

Pero’nun üstüne yemin edince inandım. Pişince tadı güzel diyormuş Fate’nin kızı. Açken başka şey yediğini hayal edince, unutuyormuş kurbağa yediğini Fate’nin kızı. Ben bin gün aç kalsam, yine de yemem. Yenmez ki! Babam, bokumu yerim, kurbağa yemem, diyor. Sara’nın önüne koysan, yer, anlamaz. Balık sanır. Ben balık severim. Çamur koksa da severim. Sara, geçen yıl göle bomba düştüğünde, balık toplamaya gidişimizi, çocukluğunda oldu sanıyor. Bana ve Necim’e anlatıp duruyor. Sen çocukken bomba yoktu diyesim geliyor. Secan’ın da öldüğünü unutmuş. Geride bir yere gömdüğümüzü ve durmadan ağladığını da unutmuş. Secan varmış gibi ara sıra, Secan deyip çuval çuval balıkla evin içini doldurduğumuzu, kampın hep balık koktuğunu, balık yemekten balığa döndüğümüzü anlatıyor. Oysa, geçen kış düştü bomba. Yolunu şaşırmış bir bomba, dedi babam, korkmayın. Evlerin, çadırların üstüne çamur yağdı. Herkes korksa da göle koştu. Kampta yalnız Sara kaldı ama bir tek o dilinden düşürmüyor. Herkes bombalı balıkları unuttu gitti. Unutulur gibi değil aslında. Çamurlu, pis gölün üstü balıkların pullarıyla ışıldamıştı. Akşamüstüydü, herkes ikinci bomba gelmeden toplayalım diye suya girdi o soğukta. Balık artık çok az. Ammar bizden çok önce geldiğinden bu kampa, ben, diyor, elektrikle tutarım ya, kamp yöneticisi ters adam, kulağına giderse kovar beni kamptan. On balık tutarsak birini bana veriyordu. Dün otuz balığa iki balık verdi Ammar. Sonra acıdığından bir balık daha verdi. Bugün acıyacak mı bakalım? Her gün acımaz, acıyamaz. Sabahtan akşama kadar sandalla gölün içinde dönüp duruyoruz. Akşama üç kilo balıkla kıyıya yanaşıyoruz. Ammar, eskiden öğleye kadar sandalı doldurduğunu söylüyor. Ammar’a acıyorum. O da bana acıyor. Ben onun tek başına, tek kollu oluşuna acıyorum. O da benim açlığıma acıyor. Açsın değil mi? diyor, gözlerin büyümüş. Acımak da sevmek gibi bir şey olmalı. Yüzü gülüyor ama acıyarak gülüyor.

Sara, ipliği iğneye geçirmekle uğraşıyor. Gözümün önündeki kılların arasından görüyorum onu. Tüm bu uğraşlarına rağmen, bana ölmüş biri gibi geliyor. Hareketleri var, sesi var ama yine de yaşamıyor gibi. Bunayınca ve küçülünce böyle hissettiriyor belki. Başörtüsü bile yırtık, çarşafının kenarları erimiş. Eteğinin diz yerleri de yırtık. Ama o bunu bilmiyor. Pero söyleyince bakınıyor, elliyor üstünü. Sonra unutup bir şeyler yamamaya çalışıyor. Pero buna kızıyor, yüzünden anlaşılıyor. Ben de kızıyorum. Kızdığımı fark edince utanıyorum kızmamdan. Çok yaşlı, kampın en yaşlısı. Kurbağa gibi taşın üstünde, iğneyi gözlerinin içine batıracak nerdeyse. İplik çok kalın. Boşuna uğraşıyor, vazgeçmek aklına gelmiyor herhalde. Deveyi iğne deliğine illa sokacak.


Pero

Birazcık insana benzesinler, diye sabahtan elime bıçağı aldım. Necim az sonra sudan gelir. Onun da saçını keseyim. Vail göle gidecek daha. Ammar bekliyordur şimdi. Tek kolla tütün içiyordur o sarı sandalda. Vail’e, “Hakkını yedirme, balıkları sayarken sen de say,” dedim. Çocuk kandırmaz Ammar, diyor Rasha. Ben de birine güvenilecek zaman değil diyorum. Başta on balığa bir balık dedi. Şimdi balık yok gölde diyor. Dün çocuk üç balıkla çıkageldi. Bu soğukta sabahtan akşama üç balık. Neyiz biz? Bugün de üç balıkla çıkagelirse çocuk, Rasha’yı yollarım üstüne. Rasha bir daha anlatır halimizi. Baktım anlamıyor, Vail’i yollamam, o da tek kolla kaç balık tutacak, görürüz. İki lira daha biriktirsem bir tavuk alırım. Vail ona gözü gibi bakar. İki güne iki yumurta verse Necim’e yeter. Arada Vail de yer. Karınları sabahları olsun doyar. Nohut ununun üstüne kırıp bolca yağla kavurdum mu pek güzel olur. Bir de diyorum, ayaklarında ayakkabı yok. Önce Vail’e almalı, her gün göl yolunda yalınayak, büyümeden ölüp gidecek çocuk. Koca gözlü oğlum benim. Yumurta kadar oldu gözü. Öteki küçülüyor, soldaki büyüyor sanki. Sordum, hiç acımıyor diyor. Hep sordum. Bir kere olsun acıdı demedi. Rasha, onu gören korkuyormuş dedi. Sulu sulu, gözünün akına kan karışmış. Allah vere de kapanmasa! Rasha’ya, “Git sor, şu doktor ne zaman gelirmiş, öğren,” dedim. “Bir parça çiğ et sar, geçer,” dedi. Suratına tüküresim geldi. “Baldırımdan mı keseyim lan eti?” demişim. Yumruğunu gösterdi, kuru, çürük yumruğunu. Diyecektim, lan o yumruğu kıvırıp sokarım ağzına. Adam hiçbir şey duymak istemiyor. Gözünü kapattı dünyaya. Eski bir çuvalla tepeleri dolanıyor. Öldüm ben, desen gider abdest alır, neden öldün demez. Kendim gideyim bari dedim. Kamp yöneticisine çıktım. Mezarlığın solunda, büyük ve beyaz bir çadırda dedilerdi. Kırmızı hilalle orası burası süslü çadırmış. İnce bıyıklı, ufacık gözlü bir adamdı yönetici. Bir eli sandalyede sallanıyordu. Biraz bana biraz çadırın kırmızı hilallerine dönük oturuyordu. Yüzüme bakmadı. Ama diyeceğimi diyordum. Necim’in elinden tutmuştum. Vail arkamızdan yürümüştü. Utanıyor gözünden Vail, geri geri duruyor herkese. Yönetici adam elma yiyordu. Bir dilim de Necim’e uzattı. Uzatırken gülümsedi ama Necim, günah işleyecekmiş gibi yüzüme baktı. Almadı elmayı, ben aldım. Elimde elmayla Vail’e gel bura, dedim. Çocuk çadırın eşiğinde, gözü iyice belermiş, korkmuş, ardıma anca geldi. Anlattım ben de. Adam, Necim’e güldü durdu. Gülerek oyun oynadı çocukla. Bana değil de çadırın gerisinde, soba borusuna sarılan beyaz önlüklü, gençten birine bir şeyler dedi.

Dönerken elma kararmış. Necim’e sıkı tut, düşürme yere dedim. Dedim ya, illa olacak, çocuk bir ısırdı, ikincisinde çamura düşürüverdi. Abisi önden yürüdü gitti aşağıya. Necim’e sus, ağlama oğlum dedim. Çamurlu çamurlu verdim eline, yıkarız evde dedim. Benim elim de elma kokmuş. Allah’ım, dedim, bu ne güzel koku! Günah işlemişim gibi oldum. Adamdan ayakkabı isteyecektim oysa. Elmanın kokusundan mı utandığımdan mı unuttum. Bir hoş oldum, aklım yitiverdi. Necim, bu sefer, elma alalım anne diye tutturdu. Çamurlu elmayı ağzına tıkasım geldi. Gömdüğüm parayı tavuğa mı vermeli? Necim’e alsam ayakkabıyı! Ayakları, elleri kara kara. Sanki biraz yanıp sönmüş çalı dalı gibi. Hastalanacak. Ödüm patlıyor. Secan gibi kıvrılıp kalacak kucağımda! Ödüm patlıyor. Gören, altı yaşında değil bu diyor.

Şeytan dürtüyor, gözüm Sara’nın ayaklarına kayıyor. Taşın üstünde iğneyle oynuyor. Ayağındakini alsam, bir iki yanına yama vursam, Vail giyer. Sonra diyorum, ne der el âlem? Ayıp, hem de günah. Allah’ım sen şeytanları uzat tut yuvamdan. Diyorum, zaten hep taşın üstünde, ayağında ayakkabı neyine? Vail her gün göle yürüyor. Ayaklarının altı yarık yarık, puse sarmalı, puse bulmalı. Köpeklerden korkuyor bir de. Kışı yalınayak geçirdi çocuk. Yalınayak kaçtı durdu köpeklerden. Saçını keserken, dedim ona, sopanın ucuna iki çivi çak. Yaklaşana savur, neresine gelirse. Bak, o zaman sokulabiliyorlar mı? Köpekler de köpek olduğunu hatırladı herhalde. Açlık, insana unutturuyor, hayvana hatırlatıyor.

Vail gidiyor. Sopayı etrafındaki otlara vuruyor. Kızgın. Sara’nın ellerinin üstünde bir sürü sinek var. Elimde bıçak, bekliyorum. Necim gelsin, keseyim saçlarını, temiz bir çocuğa benzesin. Başını da yıkamalı. Sara’yı yıkayacağım ama sabun azaldı. Yöneticiye deseydim keşke. Unuttum. Doktor, ayakkabı, sabun, elma. Ağlasaydım verirdi. Elma da nerden çıktı? Başkalarının yanında ağlayamıyorum ki. Ağlayanların elini boş görmedim hiç. Genç kızken de ağlamak için ormanlara giderdim. Burda orman yok. Sara kapıda, sinekli elleriyle iğneyi elleştiriyor. Rasha ot topluyordur. Necim su bidonunu sürüklüyordur. Vail gidiyordur, sopasını oraya buraya savurarak. Bu bıçak kokuyor. Dünden bir koku. Balık kokuyor. Buranın balıkları amma da kanlı. Çamur ve kan kokusu, içimi eritiyor. Sara’ya güneşin doğduğunu söylemek içimden gelmiyor. Eve girip ağlayasım var ama Necim şimdi gelir su bidonuyla. Beline kadar ıslaktır. Sara’ya sokulur, burnunun sümüğünü kadının yenine sürer. Bir yandan o buruşuk elleri öper. Sara iğneyi başına geçirir, sonra titreyerek sever Necim’i. Necim’e Secan’ı sorar, çağır der. Necim, kızgın ve şaşkın, gömdük ya nine der. Sara, çocuğun cevabını anlamadan, öyle mi der. Ellerinin üstünde ellerini gezdirir. Ben de ağlamayı unuturum. Bu, çok çok eskiden beridir böyle gibi gelir bana. Sanki kimse ölmez. Ölüm az gibi gelir bana. Sonra bakarım, yoklar. Ölmüşler. Ne çok kişi yok derim. Yitmişler, mezarları bile az. Kampın mezarlığına çeviririm başımı, şimdiden kampın büyüklüğüne vardı mezarlığın büyüklüğü.

Sonra Rasha kuru ot çuvalıyla gelir. Sivri çenesinin üstündeki sakalları titreyerek belim ağrıyor der hemen. Anasının yanına oturup şalvarının ceplerini karıştırır. Cebini ilk kez karıştırıyor gibi ya da başkasının cebini karıştırıyor gibi. Laf olsun diye Sara’ya bir şeyler söyler. Sara’yı hemen dinlemez olur. Düşünür, çocukların düşündüğü gibi düşünür. Hasta tavuklar gibi başı önüne düşer. Ceplerinden toz toprak, kuru ot, bilemedin kenger sakızı çıkar. Kengeri Sara’nın ağzına tıkar, ötekileri çuvala. Eskiden, buğday ekebiliyorken toprağa düşen başakları toplardı. Bıkmazdı bundan, üşenmezdi. Hava karardığında cepleri başak dolu gelir, dünyayı doyurmuş gibi böbürlenirdi. İbrahim’in ateşine su taşıyan karıncalardan biriydi eskiden.

Akşama bir çuval kuru ot bulmaya çıkar tepelere. Kampın ateşleri yanıp çoluk çocuk toplaşınca döner gelir. Yine sırtı ağrır. Köpekler tepelerden üstümüze ulur. Vail hepsini tanır onların. Kocaman gözü ta burdan seçer bazen. Uyuza bulaşmış olanı bu, der. Bu dişsiz şey, son dişini bu sopayla kırdım. Gözü çıkmış bunun, sağ gözü, göz çukuru karanlık bir boşluk. Bazen uslu olur, yanım sıra yürür. En beteri öldü der Vail. Böbürlene böbürlene Necim’e köpeklerin arasından her gün nasıl geçip gittiğini anlatır. Sopa hala elindedir. Sopayı görünce ucuna çivi çakmasını söylerim.

Rasha köpeklerin insanlar gibi değiştiğini söyler. Uydurur mu duyar mı, bir hikâye anlatıverir çocuklara. Çadırın bir yanı ocağın ışığıyla doludur, geriler karanlık. Çocukların yüzünü ateşle görürüm. Secan’ı da yanlarına koyup onları mutlu büyümüş görürüm. Yüzleri ışır, bir peygamber görmüş gibi olurlar. Oysa ben peygamber değil de Allah’ı görmek isterim. Peygamberlerden bıktığımı anlamalarından korkarak başımı dizime koyup düşünürüm. Rasha, nerden bulduysa artık, yarısı yırtık bir gazete parçası çıkarır yastığın altından. Dünyayı yarım yamalak dinleriz ondan. Her şey eksiktir. Ummadığın anda bitiverir haberler. Hep birlikte ateşe bakarız. Küçücük başları, evin tavanında sallanır. Gece düşümde öldüklerini görürüm korkusuna kapılırım. Ağlayasım gelir. Rasha’ya ot çayı demlerim. Sara çocukların arkasında hasta bir kedi gibi, karanlığın içinde kıvrılır. Kamptan sesler gelir. Kimi bağırır, kimi döver, kimi ağlar. Herkes susarsa köpekler ağlar. Köpekler susunca kurbağalar, kurbağalar susunca ben ağlarım. Ağlarken tavuk mu alınsa iyidir, çocuklara ayakkabı mı diye düşünürüm.


Rasha

Ölsem aklıma gelmezdi, kuru ot toplayıp satacağım. Sırtım ağrıyor, kopacak gibi hem de. Toprağa dümdüz yatsam az geçiyor. Oturunca başlıyor, yürüyünce ikiye kırılacakmışım gibi oluyorum. Babam elliyi geçtiğinde, bir kere ağzından şuram ağrıyor lafı çıkmadıydı. Biz erken çürüdük. Pero’ya vasiyet edeceğim, beni buralara gömmesinler. Eğer savaş biterse, geriye götürsünler. Yapar mı bunu Pero? İsterse yapar da istemez. Gömüverir herkes gibi. Gömer, sonra hadi Vail balığa git oğlum der. Ağlamaz bile. Necim’e yumurta yedireceğim diye aylardır para gömüyor karı. Görmedim sanıyor, salak karı, beni Sara gibi bunak sanıyor. Tavuk, tavukmuş. Ben sofraya ne götürürüm derdindeyim, o tavuk. Tam dayaklık ya, sırtım ağrıyor.

Kızıl çamurun içinde beyaz beyaz benekler gibi yırtık pırtık ağarıyor çadırlar. Hepsinin önünde çocuk donu asılı, bayrak gibi. Babam, insanın ağzıyla şeyi birbirine iyice yaklaştı, derdi. Göt kadar çadırın içinde, hem de on çocuğun arasında, karısının arasını bulanlar var! Tütünsüzlüğe hiç alışamadım. Mezarlık, sanki daha çok kampa benziyor. En azından sıra sıra yamaçta, güzel dizilmiş. Ölsem, Pero oraya gömer beni. Sözüm geçmiyor kadına artık. Savaştan önce durabilir miydi karşımda? Savaş bok etti her şeyi. Aslında geberip gitsek daha iyiydi. Yola çıktık da ne oldu? Yollarda ölüyoruz. Secan’ı gömdük bile! Sarıca saçlarında kırmızı kurdelesi vardı. Toprak amma taşlı çıktıydı, kupkuruydu. Kazmayı, eşek üstünde İran tarafına kaçan bir adam verdiydi. Ne oldu kim bilir ona? Kazmayı mezarın başına bırakmamı söylediydi. Savaştan kaçarken yanına kazma da almış adam. Kendi mezarını kazmak için mi aldıydı artık? Biz her şeyi bıraktık. Üç beş güne dönecekmişiz gibi bırakıp çıktık. Pero dediydi ya, akıl mı kalmıştı kafada. Dönemeyiz artık, bitmez bu savaş. Yavrum benim, ölürken ağlıyordu. Pero kefen niyetine kara bir bez parçasına sardıydı. Kamyon bizi bekliyordu. Taşı toprağı ellerimizle atı atıverdik. Geri götürseler beni, valla bulamam mezarını. Bir ağaç mağaç olsaydı belki. Kırmızı kurdelesini çıkarmadı anası. Ne kadın şu Pero! Gözlerini toprakla sildi de bağırıp çağırmadı, gitti bir taşın kuytusunda Necim’i emzirdi. Kızıyorum amma o olmazsa ne yaparız bilmem. Ne kadın şu Pero!

Vail

Sopaya çivi çakmadım. Pero defalarca çakmamı söyledi. Ama çivili sopa pek acımasızca geldi bana. Saldırırlarsa patlatırım nereye denk gelirse. Zaten biri sopayı yiyince öyle bir bağırıyor ki ötekiler de korkup kaçıyor.

Öğleyi geçtik. Ammar konuşuyor. Kayığın içinde balıkların bazıları zıplıyor. Ölüyorlar. Balıkları, zıplayıp ölüyorken izlemek hoşuma gidiyor. Sanki ölmüyorlar da haydi, dans edelim diyorlar hiç kıpırdamadan yatanlara. Çoklar bugün, en az elli varlar. Akşama kadar yirmi kadar da tutarız herhalde.

Ammar eskiden kitapçıymış, kitap satarmış. Deyrizor’da hep ışıklı bir caddede ufak bir dükkânı varmış. Her çeşit kitabı bulurdun bende diyor. Okuyamadığımı söylemedim. Bilmediğimi anlamasın, diye balıkları sesli sesli saydım. Savaş olmasaydı bir kitap çıkaracağını söyledi. Kitabın adını bile koymuş, sonra savaş çıkınca kitabı Deyrizor’da savaşın içinde kaybolup gitmiş. Eşeğinin sırtında bir çuval buğdayla çölden gelip değirmen arayan kör bir adamın hikayesiymiş. Adam bir türlü değirmeni bulamıyormuş.

Anlatırken, sol kolu olsa, yumruklayacak önüne geleni. Kime kızacağını bilemeyip herkese kızanlardan Ammar. Ağzı burnu titriyor. Gözlerinin içinden yeni bir göz çıkacak gibi, sulu ve kanlı. Balıklar zıplıyor. Kayık kendi başına gölün içinde. Suya bakarken gözümün içine ışık doluyor, biraz göremez oluyorum. Başımı çevirip Ammar’a bakınca aynı ben gibi gülmeye hazır baktığını görüyorum. Ben ağı çekiyorum, o bir şeyler hatırlıyor. Ammar’ı tek kolla yazı yazarken düşünüyorum. Sol kolu kim bilir nerde.

Kayıkta ekmekle zeytin var. Ammar zeytini uzak dağlardan topluyor. Yabani, acı ve yeşil. Ekmek kuru, ıslak elimizde bile ufalanıyor. Ammar beni de zeytine götüreceğini söylüyor. Balıklara ekmek ufalıyoruz. Ben öylesine, ölmekte olanların üstüne de ufalıyorum. Kırıntılar pullarına yapışıyor. Zıplıyorlar. Biraz daha yükseğe zıplasalar kayıktan aşacaklar. İçimden bir ses, keşke biri, en azından biri bunu yapabilse diyor. Ne olacak ki, diyor bir başka ses, ne olacak?

Kayığı sazlıkların yanına sokuyoruz sonra. Güneş gölü orta yerinden yara yara dağlara varmış oluyor. Ammar balıkları ayırıyor. Ben kıyıda elimde poşetle bekliyorum. Ammar’a güveniyorum ama Pero’nun içi rahat olsun diye ben de sayıyorum içimden. Elliden sonrasını önemsemiyorum artık. Ammar poşete beş balık atıyor.

Birbirimize el sallıyoruz. O, kayıkta biraz daha oturuyor. Ben kampa doğru koşuyorum. Koştukça balıklar dirilmiş gibi poşetin içinde zıplıyor. Köpeklere rastlarım korkusu içime dolmaya başlıyor. Ama biliyorum, beni bekliyorlar. Sopamı denemek için deve dikenlerinin tepelerine vura vura yürüyorum.


Necim

Eve su taşımam, Pero’yu çok sevindiriyor. En çok o sevinsin istiyorum. Sara, Vail, babam da sevinsin ama en çok Pero sevinsin. Kocaman bidonu ta çeşmeden hiç düşmeden getirebiliyorum artık. Pero büyüdüğümü söylüyor, Vail daha ufaksın, der gibi bakıyor ama yakında beni Vail’le balığa yollayacak. Kocaman, bacaklarım kadar balıklar tutacağım. Hepsi görecek, kamptaki herkese göstereceğim balığı, deve gibi. Kampta herkes tuttuğum balığın etrafına toplanacak. Büyük bir ateş yakacağız. Pero balığı elliye bölecek, belki yüze, yağın içinde pişecek. Balık pişerken biz çocuklarla maya oynayacağız bayram gibi. Büyükler seyredecekler. Pero balığı pişirirken gülecek.

Sara’nın burnuna bakıyorum. Açık. Koluna sümüğüm sıvanıyor. Kimse bir şey demiyor. Pero saçımı keserken düşen kıllar sümüğüme yapışıyor. Gıdıklanıyorum. Pantolonum ıslak, işemekten daha çok ıslak. Sara iğnesini bana veriyor. İpi geçir, diyor. İğneyi yeleğin yakasına sokuyorum. Pero yan yan bakıyor, hemen güneşe tutuyorum iğneyi. Ucu birazcık beyaz, sivri mi sivri, üstü sarı, altınmış. Vail, o iplik büyük ona, diyor, geçiremezsin. Deniyorum, deniyorum, olmuyor. Sara iğnesini aldım sanıp hemen geri istiyor. Keşke alıp kaçsaydım diyorum. Burnum kaşınıyor. Vail göle gitmiş. Babam ev yapanlara ot topluyor. Onlar otu, çamurla karıştırıp ev yapıyorlar. Evimizi babamla Pero yaptı. O zaman Vail’le ben ot toplamıştık. Hemen yaptılar. İçine hepimiz girdik. Evin içi çamur koktu hep. Sara girerken sultan sarayı gibi, dedi. Herkes gülmüştü. Pero askılık olsun diye üç dal sokmuştu duvara. İkisinden filiz çıkınca hayret etmiştik. Pero dedi ki bunun biri Necim, biri Vail, öteki de Secan, kuru olan, ölen kardeşin.

Başta yağmur yağdığında evimiz eriyecek sandım ama babam erimez, dedi, samanı bol koyduk. Yine de yağmurlarda birazı eridi. Başkalarının evleri de eridi, yıkılıp gitti. Çamurun içinde ağlaşan büyükler gördüm çok. Büyükler ağlayınca içime bir korku, hem de büyük bir korku giriyor. Büyüklerin ağlamaması lazım.

Pero başımı yıkasın, Cemmagilin çadırına gideceğim. Teker var onlarda, hem de süt kamyonu tekeri. Cemmagil şanslı, onların çadırın orda süt kamyonun tekeri patlayınca şoför alın, demiş yuvarlamış tekeri bunlara. Şanslılar onlar. Sırayla döndüreceğiz. Kocaman bir teker. Mezarlığın yamacından yuvarlayacağız. Hem belki süt dağıtırlar diyor Cemma. Sara, eskiden, bura yeni geldiklerinde dağıtmışlar. Hem de bir tır. Çocuklar hep beyaz işemiş. İçip içip yüzlerine fışkırtmışlar. Kutuda veriyorlarmış. Şekerli. Vail, süt dağıtacaklarına inanmıyor. Kandırıyorlar diyor. Bence dağıtırlar. Çünkü çok çocuk var burda, bir sürü.


Sara

Etrafta kimsecikler yokken çölün içinden iki deve çıkıp gelmişti. Birinin üstünden, gözlerine kadar peçeli bir adam indi. Adam kuruca, ufacık, yüzü nakışlıydı. Öksürüp duruyordu. Gözlerinin içi bile kumluydu. Öteki deveden iki bohça indirdi. Bohçaları yan yana açınca içinden kat kat esbaplar, kadife entariler, oyalar, örtüler, mendiller çıktı. Daha önce hiç görmediğim renkleri vardı. Anka kuşunun tüyleriyle boyandı bunlar, dedi adam. Desenleri ellerine alıp yaklaştırıyordu. Annem bakıyordu. Başka kadınlar da vardı. Hepsi bakıyordu. Hepsinin yalnız gözleri vardı zaten. Dokunmak, ellemek istiyorlardı. Hatta yanaklarına sürtmek istiyorlardı. Gözlerinden anlıyordum bunu. Kumun üstünde, hiç birimizin dünyanın neresinden geldiğini bilmediğimiz yüzlerce renk seriliydi. Kadınlar renkleri sever, çömeldiler. Annem, kenarları kırmızı ve küçük elmalarla bezeli bir örtüyü okşadı. Adam elini uzattı, “Dokunursanız alırsınız bacılarım,” dedi. Sesi kırık dişlerinin arasından kırık kırık geliyordu. Annem örtü elini yakmış gibi atıverdi. Yüzü kızarıvermişti. Adam Allah rızası için annemden su istedi. Kadınlar çadırlara koştu. Az sonra bir yalvarmadır, bir sızlanmadır, bir bağırtıdır çadırların üstünde salınmaya başladı. Annem ağlamaklı, suyu verdi. Çocuklar, çerçi gelmiş diye çadır çadır dolaşıyordu. Erkekler gölgede tütün içiyordu. İçlerinde babam da vardı. Annem beni ona yolladı. Gidip kulağına dedim. Yüzü kızarıverdi. Eliyle kovdu beni. Annem elinde demir tasla çadırın kapısında dikiliyordu. Gölgesi sağ tarafında gevişleyen develeri örtüyordu. Annem uzun bir kadındı. Diğer tüm kadınlardan uzundu. Uzun gölgesi kum tepelerini aşar giderdi.

Önce etrafta kimsecikler yoktu. Taşa doğru süründüm. Pero bir şey yapıyordu. Göremiyordum. Görmeyi çok istediğimden değil artık. Dünya duvara döndü. Korka korka süründüm. Çarpmadan neyin ne olduğunu anlayamıyorum. Bazen çarpınca da anlamıyorum. Geçen gün sürünürken elime bir şey geldi, tüylü, yumuşacık. Hep elimde tutuyordum, sıcacık bir şeydi. Pero görmüş, bağırdı. “Anaaa, sıçan ya bu!” Ölü sıçanı okşamış durmuşum. Yaşlılık kepazelik, ya körlüğe ne demeli? Güzel Allah’ım, temizinden göster ölümü, diye diye bu hale geldim. Çocuklar bunadığımı sanıyor. Bunadım belki de. Pero’ya ışıksız aklı ne yapayım, dedim geçende. Gidiyor geliyor, taşın üstüne konuyorum.

Annem beni yine yolladı. Hem üzgün hem kızgındı. Ağacın gölgesine yakın durdum. Adamların tepelerinden duman çıkıyordu hep. Babam işaret edince yanaştım. Şalvarını karıştırdı, karıştırdı. Öteki adamlar babamın şalvarına bakıyordu. Şalvarı delik deşikti. Bana bir tane ortası delik para verdi.

Annem parayı çerçiye gösterdi. Çerçi, “Yok bacım,” dedi, “olmaz ona.” Hiçbir şeye dokundurtmadı. Yalnız koynundan ufak bir kutu çıkardı. İşte bu iğneyi verdi. Annem, çerçiden çok daha uzundu. Adamın uzattığı iğneyi alıp hafifçe gülümsedi. Başındaki kara yazmanın kıyısında altın iğne uzun uzun ışıldadı.

İşeyesim geliyor, Pero’dan başkasına söyleyemiyorum. Ondan da utanıyorum ya, diyorum, o zaman daha bunamamışım. Bunasam utanır mıyım? İşerken kampın hepsi etrafıma yuvarlak olmuş gibi geliyor. Sırf böyle olmadığını anlamak için Pero’ya altın iğneyi miras edeceğimi söylüyorum. İnadına bir şey demiyor. Kucaklayıp taşın üstüne koyuyor beni. Ben de iğneye iplik bulursam yamalıyorum bir şeyi.

Sonra annem öldü. Yüzüne beyaz bir örtü serdiler. Neden öldüğünü öğrenemedim. Küçüktüm daha, neden öldüğünü soracak aklım yoktu. Çadırda fısıldaşıp yatırdılar ortaya. Yenice akşam olmuştu. Tepelerin ucunda birazcık güneş bulaşığı kalmıştı. Biri gaz lambası getirdi, biri yaklaştırdı beni, biri annemin yüzünü açtı. Işıkla dolan yüzünden aşağısı uzadıkça uzadı. Çadırın dışına taştı. Ağlayasım gelmişti, sarılacak oldum, biri çekti beni. Başka biri o ışık dolu yüze eğildi ve mırıldanarak başındaki örtüyü çözdü. Altın iğneyi fark edince dönüp benim örtüme sokuverdi. Sonra soydular annemi. Çok uzun sürdü her şey. Beyaza dolayıp dualara başladılar. Ağlayanlar, annemin etrafına çökmüştü. Hafifçe sallanıp inliyorlardı. Çadırın karanlık bir köşesinde beni unuttular. Tüm hayatı o gece yaşamışım gibi bir yorgunluk sardı her yanımı. Kıvrılıverdim ben de. Sabah gözlerimi açtığımda çadırda annem yoktu, kimsecikler yoktu. Sadece çadır direğine asılmış entarisi sabah rüzgarında usulca salınıyordu. Gaz lambası sönmüştü. Dışarıya koştum. Biri, anneni gömmeye gittiler, dedi. Güneş tepelerin ucundan yukarıya çıkıyordu.

Pero bir şey kesiyor. Kesilen şeyin sesi geliyor. Güneş doğdu mu ki diyorum. Cevap vermiyorlar. Yalnız Pero bir şeyi üflüyor. Vail gitti mi göle diye sorasım geliyor. Cevap vermemesinden utandığımdan susuyorum. Ben de ipliği parmaklarıma doluyorum. İğnem başımda, elliyorum. Bir şeyler yamamak istiyorum. Necim sudan gelmiş, üstü ıslak. Kucağımda dönüp duruyor. Başını okşuyorum. Secan olsaydı saçlarını örerdim. Öldüğünü bilmediğimi sanıyorlar. Oysa Secan’dan konuşsunlar istiyorum. Necim süt dağıtacaklar nine diyor. Kuru elleri yanaklarımda geziniyorum. Ona öyle çok acıyorum ki daha yaşayacak, çok yaşayacak olması yüreğimi burkuyor. Aç kalacak ve ölümler görecek diye acıyorum. Bu yaşta elimden acımaktan başka bir şey gelmiyor. İşte bu daha da acı. Secan ipliği geçiriver diyorum. Öldüğünü anımsıyorum hemen. Minicik sesi geliyor bir yerden sanıyorum. Çerçi, çölden çıkıp geldiğinde ben de onun yaşlarındaydım. Onun gibi renkli şeyler görmek istiyordum. Çadırın kapısında durup kum tepelerine bakıyordum. Sanki bakmasam annem çadırın içindeydi. Ben de bakmadım. Renkleri görmek için çabaladım. Ama kumun üstünde dalgalanan sarıdan ve savaşın renginden başka bir şey görmedim. Necim kucağımda kaşınıyor. Bitlenmiş bu, diyorum Pero’ya. Şimdi saçını keseceğim, sonra yıkarım diyor Pero. Herhalde gülümsüyorum.


Vail

Önce süt kamyonu gerçekten gelmiş sandım. Tepenin mezarlığa kıvrıldığı yerde bir ağaç vardı. Susuz, dikenli bir armut ağacı. Balık torbasını ona astım. Yükseğe asmıştım aslında. Hemen bakıp dönecektim. Koştukça balıklar zıplayıp duruyordu, poşet yırtılacaktı. Bu yüzden armut ağacına astım. Köpeklerin beni seyrettiğini nerden bileyim? Sırta doğru koştum. Ordan kampın her yerini görebilirdim. Kamyon sesi yoktu, kamyon yoktu. Çocuk sesleri mezarlığı doldurmuştu. Çocuklar süt kamyonu geldi diye seviniyorlar sanmıştım. Sırtı aşınca gördüm. Kamyon tekeri yuvarlıyordu çocuklar. Yuvarlayıp peşinden bağıra çağıra aşağıya koşuyorlardı. İçlerinde Necim’i gördüm ve bağırdım ona. Defalarca, el salladım. Duyup göremedi. Tekerlekleri çalılara taşlara çarpa çarpa kampın ortasına kadar vardı. Yan yatar çamurda sanıyordum. Necim de bağırıyordu. Gökyüzü mosmordu. Güneşin birazı arkamdaydı. Gölgelerimiz hala sıcaktı ama kampın üstü kararmıştı. Ayaklarım ılık toprağa basarken bağırıyordum. Teker zıplayıp havada dönüyordu. Bizim eve kadar varıp çamurda yan yattı. Çocuklar heyecanlandıkça küfrediyorlardı. Arkama döndüm. Sopayı ve dişlerimi öyle sıkmışım ki adım atarken bedenimde bir şeyler kırılır gibi oldu. Köpekler ağaçta sallanan poşete zıplıyordu. Koştum, bağırdım. Ama nasıl da zıplıyorlardı. Zıplayıp havada kıvrılıyorlar, başlarını olabildiğince göğe uzatıyorlardı. Uyuz, dişsiz bir köpek poşeti kenarından yırttı. Balıklar döküldü. Sopayı fırlattım. Yerden toz kalktı ama balığı kapan kaçtı. O dişsiz, yaşlıca köpek yeniden zıpladı. Yerden irice bir taş kaptım. Var gücümle taşı fırlattım. Taş karnının orta yerine geldi. Boş çuvala vurunca çıkan ses gibi bir ses duyuldu. Acı acı bağırdı ama kaçmadı. Yeniden zıpladı. Poşeti yere indirdi. Burnuyla poşeti aralamaya çalışıyordu. Yanına kadar varmıştım. Yerden büyükçe bir taş daha aldım. Vuracak gibi yaptım. Dişsiz ağzında tuttuğu balık toza belenmişti. Hırladı. Sırtında tüylerin döküldüğü yerler kara karaydı. Kulaklarından biri büküktü. Bana saldıracak sandım. Sonra ötekilerin kaçtığı yöne döndü. Kararsız durdu. Bana döndü. Yanımdan geçip mezarlığın olduğu sırta yürüdü. Sopayı yerden aldım. Burnumun içi acıyordu. Gözüm sulanmıştı. Poşeti aldım yerden. Yokladım, köşeciğinde bir tane kalmıştı. Pulları kuru kuru, ufak bir balıktı.

Balık avucumda, o dikenli ağacın dibinde, güneş iyicene gidene kadar ağladım. Ölesim bile vardı o an. Pero kızacak, üzülecekti. Hepsi soracaktı, balık yok mu diye. Vail balık getirmedi mi? Getiriyormuş, köpeklere kaptırmış salak Vail, diyecek Raska. Küfretmeye başlayacak ortalığa. Senin sıçtığın çocuk anca böyle olur Pero, diyecek. Dövmese de dövmekten beter laflar edecek. Yarın iki katı balık getiririm, desem bile ağzı durmaz. Pero çok üzülecek.


Pero

Necim’in başını yıkayınca bir güzel koktu çocuk. Ayaklarını da yıkadım. Taşın üstünde titredi durdu. Sara’yı da yıkadım. Sabun biterse bitsin dedim, acımadım. Saçlarını taradım, ördüm. Giydirdim güzelce, yine taşın üstüne koyup Cemmalara gittim. Dün ada çayı toplamaya gidelim dediydi. Çadıra vardım ki pis bir koku. Girdim, kadın kusmuğun içinde, çulun üstünde kıvranıyor. Yanında Cemma bön bön bakıyor. “Baban nerde,” dedim. Utandı mı ne, konuşturamadım. Ne yapacağımı bilemedim. Aklıma bağırmak geliyor ama bağıramıyorum. Kadın inliyor, canı çıkıyor sandım. Dudaklarını ıslattım biraz. Nefesi öyle pis kokuyordu ki “İçi çürümüş bunun,” dedim. Cemma geldi, elimden su bidonunu aldı. Toprağa devirdi, oturdu hemen oracığa. “Koş birini çağır kızım,” dedim. “Çamurdan oyuncak yapacağım ben,” dedi. Küçücük daha, kumral saçı kıvır kıvırdı. “Bir topak çamur almış, işte ekmek bak,” dedi. “Ben koşayım,” dedim. Dışarda elinde çalı çırpıyla Reyen’i gördüm. “Kadın ölüyor, koş yöneticiyi çağır,” dedim. O da Yenel’e seslendi. Yenel don gömlek elinde bıçakla evden fırladı. Olup biteni anlayıncaya kadar adam ordan oraya koşturdu. Eskiden askermiş ya korkuyor hala. “Koş,” dedi Yenel, “yöneticiyi çağır, doktor getirsinler.” Ben kadının yanına koştum. Bir baktım, Cemma çamur topağını kadının ağzına tıkıyor. Bağırmışım. Çocuğu tuttuğum gibi dışarıya attım. Aksi şey yine geldi, çamurun içine oturdu. “Hiç üşümez mi bunun götü,” dedim. İki tokat çarpasım geldi. Kadının ağzını sildim. Üç beş kere Fatiha okudum. Canı ha çıktı çıkacak, derken kamp yöneticisi yanında iki adamla geldi. Biri beyaz önlüklüydü. Sakalsız, kısaca, beyaz yüzlü genç biriydi. İçeri girince yüzü buruştu. Kokudandı, anladım. Nedense sanki kendim kokuyormuşum gibi utandım. Köşeye çekildim. Cemma çamur oynamayı bırakıp geldi, bacaklarımın arkasına saklandı. Öyle bir acıma geldi ki ağlayasım geldi.

Yönetici telefon etti bir yerlere. Beyaz önlüklü olan, kadının boynunu elledi, gözlerini açıp baktı. Bekledik. Ölmüş mü, diye soracak oldum. Vazgeçtim. Yönetici, bacaklarıma yapışmış Cemma’ya gülünce, herhalde ölmemiş, dedim. Ölseydi, çocuğa gülmezdi. Eğer ölmediyse çocuklara ayakkabı lazım, desem mi? Bir tek tavuk verirlerse de olur. Tavuk parası verirse, gömdüklerimle birine ayakkabı alınır herhalde. Hem çocuk ayakkabısı bu, deve tabanı değil ya, ucuzdur. Necim’e alırım. Vail’in ayakları dayanır daha. Vail de geliyordur şimdi. Akşam oluyor, yemek pişmedi. Bu adamların ayakkabıları hiç eskimez mi bu çamurlu yerde, tertemiz.

Demiş bulundum. Ben dememiştim sanki. Önlüklü olan, dilimi biliyormuş gibi ters ters baktı. Ayıpladı. Dediğimin ayıp olduğunu o an anladım. Demeseydim keşke. Ötekilere ayıbımı söyleyecek sanıp yere çöktüm. Cemma’yı kucağıma aldım. Anası yatıyordu çulun üstünde. Kara saçlarının ucu çulun üstüne serilmişti. Hiç sesi yoktu. Kapalı bir beyaz araba geldi sonra. Kadını çevirip incelediler. İnceleyenlerden biri kızdı. Ayağında beyaz, şirin ayakkabılar vardı. Bana dilimde Cemma’yı sordu. Kadının adını, kocasını sordu. Beyaz bir kâğıda yazdı söylediklerimi. Kapıda bir sürü adam birikmişti. Kocasını bulmaya yolladılar bazılarını. Bana başka bir şey soran olmadı. Cemma’yı kucağımdan indirip çıktım çadırdan. Daha yemek yapacaktım. Kadını kapalı arabaya soktular. Giderken kızın beyaz kâğıdı çamura düştü. Beyaz önlüklü adamla kız aynı anda yere çöküp kâğıda uzandılar. İkisi bembeyaz çamurun üstünde ne güzel göründüler gözüme. Araba kamptan çıkarken çocuklar peşinden koştu. Çadıra döndüm, Cemma yine çamura oturmuş, oyuncak ekmek yapıyordu. Vail belki gelmiştir şimdi balıkla dedim. Eve koştum.


Vail

Eve yaklaştığımda, tepesinden ışık saçan bir araba kamptan çıkıyordu. Bir kayanın üstüne çıkıp biraz onu seyrettim. Yarısı beyaz, yarısı kırmızıydı. Çocuklar peşinden koşuyordu. Necim süt kamyonu sanmıştır. Ama değil. Süt kamyonu olsa daha büyük olurdu. Işık da saçmazdı.

Güneş batmıştı artık. Evin arkasından önüne doğru yürürken Necim’i gördüm. Ayaktaydı, kapıya bakıyordu kıpırdamadan. Pero yoktu, ses de gelmiyordu. Solda kış için biriktirdiğimiz çalı çırpının üstünden Sara’yı gördüm. Üstünde başında hiçbir şey yoktu. Taşın üstünde çırılçıplak, bir şeyleri yamalamaya çalışıyordu. Necim ona bakıyordu. Sümüğü çürük dişlerinin üstüne kadar inmişti. Hiç kıpırdamıyordu. Ben de kıpırdayamadım. Sara buruş buruş, taşın üstünde yırtıkları yokluyor, sonra yanı başındaki parçalardan birini, uyar uymaz yırtığın üstüne koyuyor, altın iğnesini bir alttan bir üstten elleri titreyerek geçiriyordu. Bir ses duysa belki kendine gelecekti. Ama ne benden ne de Necim’den, hatta dünyadaki herhangi bir şeyden ses geldi. Sonra gözümü yummak istedim. O da olmadı. Buruşmuş ve kararmış memeleri dalında çürümüş bir elma gibiydi. O, iğneyi alttan geçirip sol eliyle ipi yukarı çektikçe sallanıyordu. Gözlerimi yummayı deniyordum. Öteki kapansa da koca gözüm bir türlü kapanmıyordu. Sanki görmek zorundaymışım gibi gözüm, Sara’nın her şeyini içine aldı. Onu gördükçe dünyada başka hiçbir şey yokmuş gibi, yalnız ikimiz varmışız gibi geldi bana. Ve Sara’yı gördükçe ilk kez görüyorum sandım. Çırılçıplak ve titreyerek, orda taşın üstündeydi. Yaşadığımdan, nefes alıyor olmamdan dehşet bir utanç duyuyordum. Utancım yavaş yavaş acıma hissiyle örtüldü. Gözlerim yanıyordu. Kollarım, ayaklarım biraz kıpırdasa utancım daha beter olacak gibiydi. Kendimi göle atasım geldi. Gölün bulanık derinliklerinde ölü olarak düşündüm kendimi. Sara taşın üstünde çıplaktı ve dünya hala vardı.

Biri elimden poşeti asıldı. Hızla eve girip yerdeki çul eskisiyle Sara’yı sarmaladı. Sanki dünyadan değil de başka bir yerden geldi sandım. Pero’ydu. Bize, öte gidin, diye bağırdı.


Pero

Eve vardığımda çocukları Sara’ya bakarken buldum. Kadın üryan, yamalık yamayacağım diye öylece tünemiş taşın üstüne. Edep yerleri hep açıktı. Allah acısın halimize, bunadı iyice. İğneyi ipliğe geçiriverdiğime pişman oldum. Çocukları kovaladım. Eve sokup giydirdim. İyice bunadı Sara. Allah temiz ölüm versin. Bebek gibi oldu karı. Yamalık yetmedi diyor bana giydirirken. Önce giyinmek istemedi. Yırtıkları var kızım, dedi. Yamayayım, öyle giyeyim, diyor. Yok ana, dedim, yırtığı yok. Zor kandırdım. Yoksa giymeyecek, öyle üryan yamalık yamalayacak. Allah affetsin hepimizi. Daha yemek yapmadım. Hem Vail eli boş gelmiş. Köpeklere kaptırmış balığı, şaşkınlaştı bu çocuk. Poşetin içinde bir tanecik balık bulunca şaşırdım. Ben ona, sopana çivi çak, dedim. Dinletemedim bir türlü. Şimdi yesinler yavan pilavı. Balık güzel olurdu. Doyarlardı. Biraz un olsa hamur kızartırdım, tuzluca. Severler hamuru. Vail’e söyleyeyim, Cemma’yı alsın gelsin. Telaşla aklımdan çıkıp gidecek çocuk. Anacığı ne oldu acaba? Acıyorum, hepsine acıyorum. Tavuk almalı bari. Yiyecek bir şey olur evde. Günde iki yumurtlasalar yeter çocuklara.

Geçende Raska’ya dedim, bir yumurtacık bul gel de Vail’in gözüne saralım. Gülesim geliyor bir yandan. Eskilerden aklımda kalmış. Göz kanlansa et sararlardı. Et olmazsa, yumurtayı azıcık haşlayıp ılısınla kaparlardı göze. Raska ot toplarken, tosbağa yumurtası bulmuş, koymuş cebine. Gülesim geliyor rezilliğimize. Yumurta, dedin, işte yumurta, diyor. İyi, dedim ben de deneyelim bari. Sardım ama fayda etmedi. Cılk mı neydi?


Vail

Cemma’ya kaşık yetmedi. Pero ona verdi kaşığını. Şimdi Necim’e yediriyor. Ortada kocaman, derin bir demir çanak var. Her kaşıkta dönüyor çanak, ortası çukur olduğundan. Ocağın ışığı tavana çarpıp bize geliyor biraz. Yarı karanlığız hepimiz. Biraz kaşık tutan ellerimiz, biraz yüzümüz ışık görüyor.

Sara kaşığını çanağa uzatıyor titreyerek. Kaşık ağzına varıncaya dek biraz daha yaşlanıyor. Yan oturmuş, sol dizi sofrada. Cemma’nın sarı, kirli saçlarına dokunuyor kaşığı. Necim’in ağzı dolu, sümüğüne pirinç taneleri yapışmış. Raska bağdaş kurmuş ama Sara gibi sol bacağı dışarda. Beli ağrıyor olmalı. Bana kızgın, hissediyorum ama bu kızgınlıktan utanıyor gibi. Dönen çanağı ara sıra kaşığıyla durduruyor. Cemma sofra bezinin altında bir şey saklıyor. Plastik şişe. Pero, pilavın içindeki balık parçalarını Cemma’nın önüne biriktiriyor eliyle. Ben kaşığımı çanağa her uzatışımda utanıyorum. Ocaktaki ışık biraz daha dalgalanıp küçülüyor. Çanaktakiler bitmeden hepimiz karanlığın içinde kalıyoruz. Yine de çanak dönmeye devam ediyor.


Ahmet Karakulak

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page