İznik’ten geçiyorduk. Yok, İznik’i geçiyorduk. Eşim sağ omzuma uzun parmaklı elini koydu, bir müddet orada kaldı. Alyansını köprücük kemiğinde hissettim, oradan havalanan bir kuş kalbime giden yolu çarçabuk aştı. Ses etmeyişime bakarak -kadınlara özgü sezgiyle- reddedemeyeceğim teklifin düğümünü çözdü. “Canım beş dakika durur musun, şu manzarayı kaçırmak istemiyorum.” İşaret parmağıyla, göle doğru L şeklinde uzanan iskeleyi gösteriyordu.
Arabayı bir cebe bırakıp yolun karşısına geçtik. Çocuklar bizden önce fırlayıp yelken kulübünün bahçesine vardılar. Meğer giriş aşağıdan, kafeterya tarafındanmış. Yine bizi atlatıp önümüzden koştular ve iskeleye açılan demir kapıyı iki kardeş el birliğiyle zorlayarak araladılar. Ayaklarımızın altında ikindi mahmurluğuyla mavi mavi esneyen tatlı su ta iç organlarına kadar görünüyordu; genç sayılabilecek gümüş balığı sürüsü, kumların arasından çıkıp şimşek hızıyla ardında toz bırakarak kaybolan kaya balıkları, birbirine ve kayalara yapışmış midyeler, dip akıntılarıyla titreşen yosun yaprakları. Yassı, sivri taşlar. O taşlara sıkışmış ağ parçaları.
“Su seviyesi düştü, göl can çekişiyor.”
Saçı kaç zamandır tarak görmemiş, yanından ürkerek geçerken balık tuttuğunu fark ettiğimiz ihtiyar, yüzünü bizden tarafa çevirmeden etmişti bu lafı. Meczubu andırıyordu; sakalları dolaşık, yağlı ve tütün çiğnemiş gibi sapsarıydı. Fitilli kadife pantolonunu doldurmayan çelimsiz bacaklarını iskeleden aşağı sallamıştı, ruhunun çeperinden taşacak tüm hâsıla misinasının titremesine ayarlı gibiydi. Geçen sene levrek bolmuş, yayın da varmış; hatta televizyonlara çıkmış on kiloluk bir sarıkanatla. Ne yalan söyleyeyim, palavra sıkıyor gibime gelmişti. Nuh Nebi’den kalma oltasıyla ve bir avuç solucanla ancak çöp balığı tutacağına bahse girerdim.
“Tam balık havasıydı bugün ama boş boş oturuyorum sabahtan beri. Vurmuyor bile.”
Yalnız başımı sallıyordum, muhabbeti koyulaştıracak en ufak bir samimi tavır göstermediğim halde o adeta bir monoloğu köpürtüyordu durmadan. Ağzımı açmadım, içinin ıslak çamaşırlarını ipe asıp kurutmasına karışmadım. Bir kova dolusu balık değil, hissiyatını dökeceği bir çift kulak doyururdu onu. Tepesinde dikilip gölün sakin tabiatını seyre daldım; açıklarda birtakım tuhaf kuşlar, su tavukları ve sapan kuyruklu kırlangıçlar güzellik müsabakası varmış gibi olanca marifetleriyle suya konup tekrar havada süzülüyordu. İskelenin bittiği uçta sazlıklar başlıyordu, insan boyunda sararmış otların işgal ettiği çamurlu gölgelikte kurbağaların ciyaklamaları beni en az çocuklar kadar heyecanlandırdı.
Vakit akşamı bulmuştu, sözde öğleyi kılıp ayrılacaktık İznik’ten. Orhan Gazi’nin yadigârı Ayasofya Camii’ni dünya gözüyle görüp hiç oyalanmadan iki saatlik dönüş yoluna revan olacaktık. İş yerinde yığınla dosya beni bekliyordu. Çocuklar perişan olmuşlardı. İskeleye çökmüş, oflayıp pufluyordu küçüğü. Abisinin suya taş atmasına taktı sonra, annesine yetiştirdi. Eşim belli etmiyordu ama o da gece uykusunu alamadığından ayaklarını sürüyerek, bana dayanarak inmişti göl kenarına. İkisini de azarlayıp omuzlarını düşürdü, suspus olup bir ağacın gölgesine sığıştılar. Karınca yuvası fokur fokur kaynayan hareketliliğiyle onları bir müddet oyalayacaktı. Az önceki abi kardeş çatışması duruldu, aynı noktaya dikkat kesilen iki küçük kâşifin tatlı yorgunluğu yerini hayret ve neşeye bırakmıştı şimdi.
Balıkçının arkasından dolanıp iskelenin batı tarafına yöneldik. Batan güneşin elinden çıkan ışık oyunlarıyla sahne cazibeli bir hâl almıştı. Yıldız, tahtalara basarken gayet rahattı; ben tedirgin ve korkak, ahşabı yoklayarak atıyordum adımlarımı. İlkokul çağlarında asma köprüden dereye düşmüşlüğüm var, boğulma tehlikesi atlatmışım. Yoğurdu üfleyerek yiyorum o sebepten. Sevdiğim kadar ürküyorum da sulardan. İster deniz ister ırmak olsun yahut göl, beni bir nympe gibi mavi yatağına çekiyor ama aklım duygularıma galebe çalarak çok ileri gitmeme engel oluyor. Soyunamıyorum o diplere işlemiş kabuklarımdan.
Bir iki fotoğraf çektik. Gurubu yakalama bahtına ermişiz, kaçırır mıyız? Küçük bir yusufçuk kolumda motorunu dinlendirdi, kanatlarını ahenkle kaldırıp indirirken ürküp kaçmasın diye çıt çıkarmıyorduk.
“Köyde buna zencere derdik,” dedi eşim, fısıldayarak. “Peşine düşerdik, çayırlıkta çok vardı.”
“Zencere mi? Ne acayip isim.” Güldüm, böcek işitmesin diye ağzımı kapattım hemen. Baktım, oralı değil. Hâlâ uçuş temriniyle meşgul. “Helikopter böceği olmasın? Görür görmez elimizin içini ağzımıza üst üste vurup tiz bir ses çıkarırdık bir sürü çocuk. Niye yapardık, kimden öğrenmiştik hatırlamıyorum. Çok eğlenceli, heyecanlıydı ama.”
Yusufçuk göle doğru uçup uzaklaşırken eşimle göz göze geldik. Kalksa mıydık artık? Suyun mavisi çürümüş, çehresi kararmıştı. Ayaklarımızı sarkıttığımız boşlukta şimdi bir tabiat parçası suskunluğa bürünüyor, kendisiyle beraber kuşlarını ve efsanelerini de uykuya yatırıyordu.
İhtiyar balıkçı ortalıkta yoktu ama oltası yerde duruyordu. Unutmuş mu, bilerek mi bırakmıştı acaba? Sağa sola bakındık, seslendik. Ne iskelede ne kıyıda görünmüyordu. Suya mı atlamıştı? Öyle olsa illaki fark ederdik, yakınımızdaydı çünkü. Belki bir yere kadar gidip gelecekti. Acıkmıştır, susamıştır, tuvalete sıkışmıştır. Sigarası tükenmiştir, sabrı kalmamıştır kim bilir. Yolun üstünde ev yemekleri yapan bir lokanta gözümüze çarpmıştı, oraya çıkmıştır. Karnını doyurmuş, üstüne çayını höpürdeterek içiyordur.
Eşimin dürtüklemesiyle hayal âleminden sıyrıldım. Huyumu biliyordu. Adamın oturağına ilişip oltasına uzandım. Misinaya karides taktım. Göle salladım, epey öteye gitti. Bu karanlık sulardan payıma ne düşecekti bakalım. Düş kırıklığı mı, zafer sevinci mi? Tekrar eden gergin bekleyişler ve hat safhaya varan bezginlik. İhtiyar boşuna mı söylemişti gölde balık kalmadığını, Allah’ın günü saatlerdir tek sefer bile şamandıranın oynamadığını?
Yarım saatin sonunda neredeyse pes ediyordum ki misinanın titreşip şamandıranın fırıldak gibi döndüğünü görüp telaşa kapıldım. Vurmuştu işte, balık geliyordu. Asıldım, olta ağırlaştı ve iri olduğunu tahmin ettiğim balık hafifçe saldığım ipten kurtulmak için çekiştirmeye başladı. Yorulunca var gücümle çekecektim. Mücadelemiz hayvanın inadının sınırlarına ulaşmasıyla benim lehime neticeye erdi. Makarayı sardım, suyun yüzeyinde yan yatmış beyaz balık kuzu kuzu geliyordu. Otuz beş, kırk santim kadar vardı. Kancayı ağzından çıkardım. İskeleye çıkınca çırpındı bir süre, döşemeye kuyruğunu vurdu defalarca. Çocuklar annelerinin verdiği müjdeli haberle çılgına dönmüş, bu tarafa koşuyorlardı. Onlar sazandı, levrekti kendi aralarında tartışadursun benim eski hastalığım nüksetmişti nihayetinde. Eşim çocukların hırkalarını almak için arabaya giderken ben oltayı tekrar hazırlayıp öncekinden daha uzağa fırlatmaya hazırlanıyordum. Hava serinlemişti, cırcırböceği korosu kulağımıza yabancı gelmeyen nağmeleriyle ıssızlıkta yoldaşımız olmuştu. Akşam suyu, balık sürülerini korkusuzca sığlığa doğru çekiyordu. Sırtları ay ışığında yanıp sönen, bir görünüp bir kaybolan balıkları fark edip de heyecanını bastırmak kolay değildi.
Kova tepeleme balıkla dolmasına rağmen hırsımız tükenmek bilmiyordu. Sanki gölü tümden boşaltmaya kararlıydık, gece yarısına doğru her attığımızı yakaladık, hiç boşumuz yoktu. Demek ki ihtiyar balıkçı nasipsizdi bugün. Çocuklar da tadını aldı avın. Önce büyüğü ardından küçüğü. Üşümemiş olsaydılar iskelede sabahlayacaktık.
Bizimki arabanın yanından dönünce gördüklerine inanamadı. Hepsini biz mi? Nasıl? Peki bunca balığı ne yapacaktık, nerede pişirecektik?
Göle bırakalım, ölmesinler diye lafa girdi Âsım. Abisi eli çenesinde, yine parlak bir fikir ortaya attı. Olta kiminse balıklar onun olsun!
Haklıydı Âkif haklı olmasına ama ihtiyarı nerede bulacaktık? Malzemeleri toplayıp iskeleden ayrıldık. Olta takımını restorana bıraktık, durumu izah ettim. Kapağını sıkıca kapattığım kovayı bagaja koydum. Rotamız Ayasofya Camii’ydi. Namazımızı kılalım, bir hâl çare gelirdi elbet aklımıza. Mihraba inen merdivenin sahanlığında kapkara bir köpek yatıyordu. Şadırvanda abdest tazeledim, çocuklar çoktan içeri dalmışlardı. Eşim kadınlara tahsis edilen bölüme geçmiş. Perde dalgalanıyordu.
Tonozlu bahçe kapısından çıkarken caminin kuzey cephesindeki çınarın önüne mendil açmış kadın dikkatimi çekti. Az ileriye park etmiş olduğum arabadan kovayı getirdim. Yıldız kaş göz işaretimi derhal anlayıp dilencinin yanına gitti. Kadın kovanın içini görünce yüzünü buruşturdu, istemez dedi bir de.
Kediler ürktüler, kesik bir miyavlamayla kaçtılar balıklardan. Yolda rastladığımız ilk çöp konteynerine boşalttım kovayı. Üstüme başıma bulaşan pullar canımı acıttı. Arabaya bin pişman döndüm.
Hiçbirimizde konuşacak heves kalmamıştı. Çocuklar cama burunlarını dayamışlar. Tarlalarda gelincikler, püsküllü mısırlar. Hava neme doymuş, fazlasını üstümüze püskürtüyor. Yıldız’ın başı omzuma düştü birazdan. Garibim dayanamadı artık.
On dakika geçti geçmedi, Âsım söz orucunu bozdu. “Keşke balıkları göle atsaydık, yazık oldu,” dedi kendi kendine konuşur gibi umarsız, dalgın.
“Ben sahibine verelim demiştim,” dedi Âkif. Kollarını göğsünde kavuşturup kaşlarını çattı.
“Bir daha balık tutmam!” dedi Âsım, “Ben de!” dedi Âkif peşinden, “çünkü ölüyorlar.”
Dikiz aynasından hangisine bakacağımı, kime cevap vereceğimi şaşırdım. Müdahale etmesem eve varana kadar susmak bilmezlerdi. Bir baba olarak doğru hareket etmekle, ahlaki olanı yapmakla mesuldüm; yanlışı savunamaz, küçücük yüreklerine günah lekesi düşüremezdim. Fakat elim zayıftı, Yıldız’ın desteğinden de mahrumdum. Onlar konuştukça gaza bastım, radyoyu karıştırdım, klimayı kırmızıya getirdim. Vicdanımda kaynayan kazanla vücudumu ateş basmıştı.
Şimdi anneniz uyanıp size kızacak dememe kalmadı, Yıldız başını kaldırıp sayıklar gibi arka tarafa seslendi. “Ne oluyor çocuklar? Bırakın biraz uyuyalım.”
Âsım Âkif’e, Âkif bana havale etti annesine verilecek hesabı.
“Baksana Yıldız,” diye şeftali bahçelerini gösterdim eşime. “İnip biraz toplasak mı?”
“Yok, bana dokunmayın,” dedi Yıldız, “biraz gözlerimi dinlendireceğim.”
Hep beraber sustuk ve bu mecburi suskuyla örttük üstünü Yıldız’ın.
“Balık katili olduk abi,” diye abisine fısıldadı ufaklık. “Ben olsam uyumazdım.”
Ahmet Yılmaz
댓글