top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Ali Nurdoğan- Kendine Ait Bir Oda

Hocalar için erken öğrenciler için geç bir saatte odama geldim. İçeriden ses gelmediğine göre kimse yoktu odada. Selin için de saat erkendi sanırım. Neyse ben de çalışmak için gelmemiştim zaten. Ders öncesi biraz kitap okuyabilmek ve bahçede denizi seyrederken denk geleceğim birkaç öğrenciyle biraz çene çalmak için erkenciydim. Cebimdeki birçok gereksiz şeyin içinden güçlükle anahtarı bulup kapıyı açmaya çalışırken kimseyle karşılaşmamak için acele ediyordum. Acele ettikçe de elim ayağıma dolaşıyordu. Anahtarı bir süre daha bulamazsam başıma geleceği biliyordum. Bir köşeden çıkıp beni sobelemeye çalışıyor gibi üzerime gelecek kat görevlilerinden biri, adı Osman’dı, dalgınlığımla eğlenerek yedek anahtarı getirmeyi teklif edecekti. Bu durum daha önce birkaç kez tekrarlandığından o da bu anı bekliyor gibiydi sabahları. Aksi gibi de hep o yedek anahtarı getirdikten sonra buluyordum anahtarımı.

Osman’ı karanlık koridorun diğer ucunda sütunların arkasında gördüğümde beni ondan özgürleştirecek anahtarları nihayet bulmuştum. “Günaydın Osman!” diye bağırmama şaşırdıysa da bozuntuya vermedi. Bu oyundan haberi yokmuş gibi davransa da aslında benden daha hevesli olduğunu görebiliyordum. Dekanlık tarafından üç kişi olmamız beklenen odada çoğu zaman iki kişiydik. Selin ve Ben. Bölüm Başkanı Mine Hanım pek uğramaz, daha çok öğle aralarına denk gelen saatlerde gözükür, dekanlarla yemek yer ya da davetli olduğu bir konferansta konuşup aceleyle çıkardı. Batağa saplanmış tezlerimizin durumunu da sormadan geçmezdi sağ olsun. Onu sabahtan odada gördüysek bize doğru yaklaşmakta olan niteliksiz ve yorucu bir işin olduğunu bilirdik.

Kitaba kafamı veremiyordum bu sabah. Ben de sınav kâğıtlarını okumaya başladım. Küçüklüğümden beri zevk aldığım bir şeyi yapmadan önce kendime biraz eziyet çektirirsem daha sonra alacağım zevkin artacağını bildiğimden önce istemediğim şeyi yapmaya zorlardım kendimi. Her işaretlediğim kâğıttan sonra kafamı kaldırıp sarı renk duvarlarla çirkin bir tezat oluşturan siyah beyaz saate bakıyordum, zaman geçmiyordu. Pencereden baktığımda denizin dalgasız ve renginin de griye dönmüş olduğunu gördüm. Dalgaları fark edebilmek için odanın zamandan kopuk gerçekliğinden çıkmak, dünyaya karışmak gerekiyordu. Odada benim kadar eğreti duran askılıktan montumu alarak bilgisayarımı kapatmadan çıktım.

Bahçeye çıktığımda lodosun azdırdığı dalgaların önce sesini ayrımsadım, görüntü sonra oluştu. Kantinde yalnız oturan ve olması gerektiği kadar güzel bir genç kızın gözlerinde denizin rengi griden laciverte döndü. Dünya birkaç saniye olduğundan daha anlamlı bir yermiş gibi dayattı kendini. Rujunun kahve bardağına silinmesi gibi birkaç yudum sonra silindi bu his. Dikkatim çabuk dağılıyordu hep, Tanrı vergisi… Sırtımı tüm ağırlığıyla yasladığım tahta sandalyenin güven vermeyen seslerini duymazdan gelip bir iki saniyeliğine gözlerimi kapatmıştım. Beyaz dumanlarının saçlarımın üzerinde gezindiği sade, şekersiz kahvemi içiyordum ki gafil avlandım. Gözlerimi açtığımda karşımda Selin vardı. Beyaz eteği, bordo çorapları ve sarı bluzuyla uyumsuz, çocuksu ve yersiz yapılan bir şaka gibiydi.

“Günaydın, naber? Dalgınsın yine, Fulbright hazırlıklarından uyumadın mı gece?”

“Yok kızım ya nerede. Fakülteden çocuklarlaydık. Mülakatlara az kaldı ama çalışsam iyi olacak haklısın.”

“Çok içiyorsun bu ara sen Kaya. Hayırdır, derdin ne bakalım? Aşık mısın?”

“…”

“Bozulma ya, ne dedik. Şu deri ceketli çocuk kim, yeni mi geldi acaba? Kuzeylilere benziyor.”

“Bilmiyorum Selin.”

“Bayılıyorum sabahları şu yaşam sevincine.” dedi ve yerimizden kalktık.

Selin’in hareketleri çocuksu olsa da etrafımdaki devinimsizliği çekilir kılıyordu. Saçı sakalı kısaltman yakışmış deyip odaya giderken şakadan koluma girmesi iyi hissettiriyordu. Sadece benim için de değil, herkes için bir ton aydınlatıyordu günü. Kimsenin onunla ortak bir şey yaşama beklentisi aklının ucuna uğramasa da yine de aynada insanın yüzünü ikinci kez kontrol etmesine sebep oluyordu iyimser kadınlığı.

Benim ancak bir meyhanede beraber içilen üç dört kadehten sonra ulaşabileceğim kol kola girip yürüme rahatlığına o bir kahve bile içmeden ulaşabiliyordu. Bu durumda bizi gören öğrencilerden dolayı da mutlu olacağımın ince hesaplarla değil, kadınsal önsezilerle ayrımına varıyordu. Bu kez odaya girerken anahtarı bulmakta zorlanmadım. Osman uzaktan bize bakarken bir kez daha gülümseyerek selam verdim. Selin’den çekinip başını çevirdi, arkadaşı Sefa’yla uzaklaştı. Yirmi yıllık eğitim sürecinin ardından bugün Osman’a karşı iki gollü net bir galibiyet kazanmış olmaktan mutluydum. Ne yapalım, ben de daha dişli rakiplerim olsun isterdim. Hayır, utanmıyordum.

“Mine hoca yok değil mi?”

“Yok, gelmemişti sabah.”

Neden gece içtiğimi söylemiştim ki ona. Aynı odanın içinde yalan ağırlaşıyordu, açık havada hafifti, uçucuydu halbuki. O her zamanki rutininde derse hazırlanırken ben lafa nasıl girmem gerektiğini düşünüyordum. Odadan çıkarken öylesine soruyor gibi ders sonrası akşam meyhaneye gidelim mi, diyecektim. Ağzımı açtığımda anlayacaktı öylesine sormadığımı, yine de bozmayacaktı. Nezaket onun geçtiği güzergahları terk etmezdi. Dişlerinden utanır kabalık. Çok içiyorsun deme bari, demez. En fazla kibarca reddeder, çalışman lazım der, gülümser. Utanıp ayakkabılarımın ucuna bakarak başka bir meyhaneye otururum ben de tek başıma, ne yapalım. Ergenlikten beri kadınlar karşısında terlemiş bir yüz ve ellerden ibaretim. Geriye dönüp bakınca, bu nahifliğe rağmen epey sevildiğimi anlıyorum.

Yaşıtlarımdan farkım, benim arayacak pek kimsemin olmaması ve evde tek başıma televizyon ya da bilgisayar karşısında anlamsız vakitler geçirmekten hoşlanmamam. Ayrıca onların kredilerini ödedikleri evleri, evin mahrem bir yerinde sakladıkları evlilik cüzdanları ve meşrebine göre sayısını belirledikleri çocukları var. Önemsiz farklar değil bunlar. Eşlerinden güçlükle boşanmış olsa da biraz da sağladıkları imkânların şerefine hâlen sevilerek hatırlanan erkekler de var. Hâlbuki eski karım benim adımı akşam haberlerinde talihsiz bir içerikte görmeyi tercih eder. Herkes bu yüzden içmemi doğal karşılıyor belki, bilmiyorum.

Bir gün Mine Hoca ile konuşurken ağladığımı da görmüş olabilirler. Olmayacak şeyleri olmayacak yerlerde yapmayı seviyorum sanırım. Benim en büyük zihinsel hastalığım, kendine fazla anlam vermek. Sabahları aynada kalınlaşan bir surat, boyun ve kırışıklıklar toplamından daha fazlası olduğuna inanmak. Ah bu yirmi yaşında olduğuna adamı inandıran aynalar yok mu? Selin’e bunları söylemek yerine dersinin kaçta biteceğini soruyorum. Belki gideceğimiz meyhanede söylerim. Anlamamış gibi suratıma bakıyor.

“Kaya sınav haftasındayız ya, ne dersi?”

“Aman canım, anla işte sınavı kast ettim.”

“Olur gidelim.”

“Nereye?”

“Nasılsa aklından nerede içmek geçiyorsa beni oraya götürmek isteyeceksin Kaya. Hadi tutma beni, Fuat Hoca’dan zılgıt yemeyeyim. Konuşuruz gelince.” Saati söylemeden, kuluna sebepsiz mutluluk vermiş bir Tanrı gibi odadan çıktı. Aralık kalan kapıdan Osman’ın gülümsemesini gördüm. Yerimden kalkıp rüzgâra söylenerek kapıyı kapattım. İki-bir. Olsun Selin’leyiz ya bu akşam, o yeter. Yarın görüşürüz, Osman. Belki oyuna devam etmeyecek kadar mutlu olurum, yine de sen istersen oynamaya devam ederim.

***

“Saygısız herif ya, hâlâ ellerim titriyor. Neymiş ,ben dikkatini dağıtmışım da o yüzden hocadan ek süre isteyecekmiş. Dikkat dağıtma dediği de kopya çeken arkadaşların kâğıtlarını alırken yaptığımız münakaşa. Böyle oldu işte… Neyse, Fuat Hoca beni sakinleştirdi sağ olsun. Çok sıkıldım. Nereye gidiyoruz, çıkalım senin işin yoksa. Çok geçe kalamayabilirim çünkü.”

Ne çocuksun Kaya. Hem çıkalım, içelim diye haftalardır başımın etini yiyorsun hem de olur diyince put gibi duruyorsun. Hey Allahım! Bir de Osman’a bakıp duruyor her fırsatta. Bir şey mi duydu acaba ondan? Bahar şenliği sonrası sarhoşken yaptıklarımı… O dönem Kaya İsviçre'deydi gerçi. Aman, şu mekâna oturalım ne duyduysan duydun, dahası da var duymak ister misin diyeceğim. Çok güzel sarhoş açık sözlülüğü taklidi yaparım ben.

Senin okuduğun kitapları bana anlattılar, yorulmayayım diye Kaya. Birden fazla yorumla dinleyebilirim her kitabı. Kendi sesimi duymak istediğimden yalnızım. Garsona sipariş verirken olmadığın biri gibi davranmaya çabalamasan sen de keşke. İki yüksek lisans, biri yurt dışında, biri yurdun en içinde. Birkaç başarı bursu, sınav derecesi, devam eden doktora, sanat aşkın, gitarın, yazarlığın… Hepsini biliyorum ama sen yine de herkes gibi davranmaya, herkesi taklit etmeye devam ediyorsun. Olmayacak böyle, öfkeliyim sana. En iyi mezeleri sen biliyormuş en hakiki rakıyı sen içiyormuşsun gibi… Meyhanelerde mi öğrendin ekspresyonizmi? Çığlık mı atalım illâki. Sen de gerçek eksik Kaya.

“Evet, sevdim börülceyi. Ama babagannuş bence daha iyi Kaya.” Kafamın içindekileri sana anlatsam çocuk gibi kırılır, neden armağan ettiğini bilmediğinden bu pahalı meyhanelere karaciğerini ve cüzdanını armağan edersin. Senin de annen baban emekli memur değil mi Kaya? Onları evlilik yıldönümlerinde hiç götürdün mü böyle bir yere? Allah aşkına söyle. Ne bu aristokrat havaları! Hangi kimliği benimsesen sözlük anlamı olmak istiyorsun, lisansta da böyleydin sen. Herkesten daha devrimci. En sivri, sipsivri… Masadaki alengirli bıçaklardan hangisini kendine yakın hissediyorsun Kaya?

“Evet, sakinleştim artık. Unuttum okuldaki olayı, sinirli değilim. Sadece çok sıkıldım.” Sen de sıkılmışsın. Yıllarca içmediğin sigaraya bir ay gittiğin askerlikte başlamışsın. Neden herkes gibi olmak istiyorsun? Birazdan masadan kalkıp tuvalete gideceğim ve on yıldan uzun süredir olduğu gibi eteğimin hafifçe açılmasıyla biraz daha fazlası gözükecek bacağıma bunu görebilecek herkesle beraber sende çaktırmadan bakacaksın. Sıkılmadın mı aynı bacaklardan, aynı eteklerden Kaya? Ben fark etmiyormuş gibi yapmaktan çok sıkıldım.

Tuvaletten döndüğümde anladım ki boşalan kadehime bana sormadan rakı doldurmuşsun. Sence sarhoş edilmek için yaşım çok ileri değil mi Kaya? Olacak olsa lisansta olurdu bunlar. Yıllarca bu masalarda sıklığı değişse de beraber oturduk. Kimi zaman evde bekleyenlerim de vardı. Annem, babam, erkek arkadaşlarım. Hep sana değer vermişken ben, neden böyle davranıyorsun? Ahmet arıyor, üzgünüm Kaya. Yaklaşık iki saattir olup biten hiçbir şey gerçek değil bu masada. Gerçek bir şeyler konuşabilseydik ben de sana başvurduğum üniversiteden kabul aldığımı söylerdim. Fırsat olmadı.

“Ahmet’le Faruk, doktoradan iki arkadaş, bahsetmiştim sana. Beşiktaş’a gelmişler, gelmeyin diyemedim. Sorun olmaz değil mi? Sana sormadan çağırdım ama.”

“Problem yok, sen çok geçe kalmayayım diyordun.” dedi küskün.

“Uyduk artık şeytana.”

Şu an sana öyle zor gülümsüyorum ki problem sensin Kaya.

“Faruk, şu bahsettiğin çocuk, Doğu Akdeniz konusunda çalışan değil mi?

“Evet evet. Doğru hatırladın.”

Akdeniz senin için salt politik bir alan olmaktan çıkıp turistik de bir alana dönüşür umarım Kaya. Yarım saate kalkarım bu masadan. Kalkmazsam birbirlerine entelektüel üstünlük taslamalarıyla geçecek bu gece, belli oldu. Bir dahaki tuvalete gidişimde hesabı ödediğimi ancak sen mekândan kalkarken fark edeceksin Kaya. Siz aynı yaklaşımın farklı veçhelerini birbirinize bir kez daha farklı bir üslupla anlatırken sinirden ve alkolden incelerek kibarlaşırken, ben daha fazla bu tartışma ilginçmiş gibi davranamayacağım.

“Siz hiç rahatınızı bozmayın, babamlar Ortaköy’deymiş, arabayla alacaklar beni. Yarın görüşürüz. Kaya bir de sabahları sen erken geliyorsun camı açıver de oda havalansın. Geçen Mine Hoca söyleniyordu. Haydi afiyet olsun.”

Senden o denli yoruldum ki kendime ait bir oda istiyorum Kaya.


Ali Nurdoğan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page