top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Armağan Can- Rüya Kapanı

Uykusunda, “Ölüyorum, boğuluyorum!” diye haykırıyor. Bağırırken nefesinde ölümden esintiler var, hissediyorum. Yanımda yatan kadının hiçbir şeyden habersiz bedeni, çok şey saklayan ruhuyla savaş halinde. Ben ise bedenin tarafını tutup ona sıkı sıkı sarılsam mı, yoksa ruhunun derinliklerini araştırsam mı, kararsızım.

Bu eve taşınalı altı ay oluyor. Burası çok katlı olmayan apartmanlardan oluşan, her apartmanın önünde yer alan küçük bahçede yıllanmış ağaçların olduğu, miskin kedilerin bulunduğu, huzurlu ve sakin bir yer. Evimizin tek sorunu gün doğumunu göremiyor, gün batımını seyredemiyor oluşumuz. Güneşi sadece öğle saatlerinde evimize misafir ediyoruz. Onda da pencereden bir bakıyor, duvarları şöyle bir dolaşıp yatak odasında camın önünde duran tekli koltuğu ziyaret edip vedalaşıyor. Bu ziyaretleri bizim kadar kedimiz Kara da dört gözle bekliyor ve en son o güneşle halleşiyor. Gündüz saatlerinde işte olduğumuz için ne ben ne de eşim kısa süreli bu ziyareti sorun etmedik. Duvarları açık renklere boyadık, çok güneş istemeyen çiçekler aldık. Aslında gecenin, gündüzümüze yayılması bu kadar hızlı olmasaydı karanlıktan şikâyet etmek aklımıza gelmezdi.

Evde bizden önce oturan kişiler taşınırken balkonda bir masa ve iki sandalye ile her pencerede asılı olan rüya kapanlarını bırakmıştı. Balkon mobilyalarını keyifle kullandık. Rüya kapanlarını ise batıl inanç şakaları yaparak tek tek toplayıp bir poşete koyduk. Ne Halide ne de ben nazara, muskaya, tılsımlara, dört yapraklı yoncanın getirdiği şansa, merdiven altından geçmenin uğursuzluğuna, kötüyü kovalamak için tahtaya vurmaya inanan insanlar değildik. Simsiyah, yumuşacık tüylerin arasında bir çift kehribar rengi gözden oluşan kimsenin sahiplenmek istemediği Kara’yı sadece göz göze gelerek alıp eve getirmiştik. Bu yüzden kâbus görmeyi engellediğine inanılan bu ipler, kasnaklar, tüyler bizim için on gün öncesine kadar eğlence kaynağı olmuştu.

Taşınmamızın üstünden beş ay geçmişti ve Halide önce dış görünüşüyle değişmeye başladı. Her zaman dümdüz taradığı omuzlarına kadar inen koyu kahve saçları sanki çok yüksek elektrik akımına maruz kalmış gibi tülerdi, ela gözleri donuklaştı. Gözlerinin büyüdüğünü ve hatta göz renginin maviye döndüğünü söyleyebilirdim. Bir sabah evde bir şey unuttuğum için geri dönüp sonradan ona yetişmek için arkasından ilerlerken, yürüyüşündeki farklılığa şaşırdım. Parmak uçlarında, bastığı yerde iz bırakmak istemezmiş gibi yürüyordu. Hafif bir kamburu oluşmuştu. İçimden yanına koşup bir elimi beline koyup diğer elimle göğüs kafesinin üstünden geriye doğru itip düzeltivermek geldi. İyice huzursuzlanmıştım. Ama sonrası beni daha çok tedirgin etti. Halide derin uykulara geçmeye başladı. Koltukta otururken hemen uykusu geliyor, uzun uzun esniyor, başını yastığa koyar koymaz uyuyordu. Göz kapakları gördüğü rüyanın etkisiyle devamlı seğiriyor, göz bebeklerinin hareketi hassas derinin altından görülüyordu. Bir süre sonra bu hareketliliğe bedeni de eşlik etmeye başladı. Başı sağa sola sallanıyor, yumruk yaptığı eli havayı ha bire dövüyordu. Sonrasında çığlıklar, yardım nidaları… Uyanınca yorgun, sinirli oluyordu. “Sanki bir adam tüm gece göğüs kafesime bastırdı,” diye anlatıyordu. Devamlı konuşmaktan, çığlık atmaktan boğazı ağrıyordu ama rüyasında gördüğü şeylere dair hiçbir şey hatırlamıyordu. Onun uykuda olduğu süreler arttıkça evimize güneş girmez oldu ya da güneş evimize girmediği için uyku süresi arttı. Karanlık, gece bizi sarıyordu. “Beni öldürecek!” diye ağlayarak uyandığı bir sabah tüm pencerelere rüya kapanlarını astık.

Ben çok rüya görmem, gördüğüm rüyayı da hatırlamam. Benim aksime Halide her zaman rüya görürdü. Bu rüyalarını her sabah annesini arayıp uzun uzun anlatırdı. Görülen rüyanın bir amacı olduğuna inanırdı. Son günlerde sabah konuşmaları aksayınca annesi telaşla sormuştu, “Rüya görmüyorum,” cevabı onu ikna etmemişti. Kâbuslar sesli evreye geçince ilk zamanlar Halide’yi zorla uyandırıp, sarılıyordum. Yataktan çıkıp günün başlamasını konuşmadan bekliyorduk. Ama bu gece onu uyandıramam, ona sarılamam çünkü annesi duruma müdahale etti. Ailede kadınların rüyalarla başının sıkıntıda olduğu bir dönem mutlaka olurmuş. Birbirlerinin kefaretlerini ödeme şekli, ruhlarını bir sonraki ruha emanet etme yoluymuş. Beni konuşmaya dâhil etmediler. Kesik kesik cümleler kulağıma geldi, araştırınca anlam yükleyebildiğim kelimeler duydum. “Davara” dediler, gece rüyaya girip kâbusa neden olan yaratıkmış. Kedi gibi küçük olmasına rağmen çok güçlüymüş. Gözleri kehribar renginde ve olabildiğine çekikmiş. Görünüşü insan gibi hayvan gibi bildiğin ya da hiç bilmediğin bir canlı gibiymiş. Şekilden şekle girse de sen onu korkuların gibi algılarmışsın. “Husyelerini sıkarak esir alacaksın,” dedi annesi ki bunu duyduğumda içimin çekildiğini söylemeliyim. Yaşadığımız gerçek mi, rüya içinde bir rüya mı hiç anlamadım. Bu yaratığın rüyalarla kişiye sahip olduğunu, o kişinin uyuması için karanlığı arttırdığını konuştular. Ama çoğunlukla sustular. Halide her uykusuna “Bu gece onu yakalayacağım,” diye gitti. Her sabah uyanması daha da geç saatte oldu. O uyurken ben camın önündeki koltukta kucağımda Kara ile onu seyrettim. Elimden hiçbir şey gelmeden bekledim. Eğer bir son vermezsek hayatlarımız gece görüp gündüz de devam eden bir rüyanın içinde hapsolacak gibiydi.

Bu gece karanlık daha koyu, oda daha sessizdi. Taşınınca bin bir özenle boyadığımız duvarlar sanki siyahtı. Bir köşede hep açık olan lambanın ışığı duvara vurmuyordu. Gölgeler bir köşeye saklanmıştı. Kenarda duran yatağımız sanki yavaş yavaş cama doğru ilerliyordu. Yerdeki halı, üstüne bastıkça düğümler çözülecek, ipler ayak bileklerini saracakmış gibi yumuşadıkça yumuşuyordu. Halide’nin nefes alışverişleri öyle hızlı ve öyle derindi ki sanki ölümü üflüyordu. Donuyordum. Olduğum yerde titriyor, uykunun beni de ele geçirmesini önleyemiyordum. Birden, “Artık elimdesin!” diye bağırmaya başladı. Elleri bir şeyi tutuyor gibi yumruk olmuştu. Parmakları kasılmıştı, açarsa kemikleri kırılacak, kasları yırtılacaktı. Küçücük eklem yerleri bembeyazdı. Yatak sallanmaya başladı, köşede duran lamba söndü, yandı, söndü, titreyerek tekrar yandı, aralık bıraktığım pencere biri son gücüyle itiyormuş gibi hızla açıldı, tül perde tavana kadar yükselip odayı dolaşmaya başladı. İlk defa Halide’nin sesinden başka derinden gelen, yanan canın acısını taşıyan bir ses duydum. Sırtımdan soğuk bir nefes geçti. Yerimden sıçramamla Kara’da tüm tırnaklarını bacağıma geçirdi. Kuyruğuna basılırsa önce acı bir ses sonra da patilerini çıkarırdı. Tüm bu olanlar göz açıp kapama süresinde oldu. Önce ben de yerimden sıçramış olabilirim ya da önce kedi bağırmış, perde yerinden fırlamış, lamba sönmüş de olabilir. Her şey aynı anda da olmuş olabilir. Oda bir tufandan çıkmış gibiydi. Halide gözlerini birden kocaman açarak uyandı. Dirseklerinden güç alarak kafasını kaldırdı. Yüzünde anlamsız, daha önce hiç görmediğim bir gülümseme vardı. Yanına koştum. Kollarıma alıp sıkı sıkı sarıldım. Nefeslerimizin sakinleşmesini bekledim. Yüzümü yüzünden uzaklaştırıp tanıdık gözlerine baktım. Neler olduğunu sormak için cesaretimi toplarken ellerini tutmak için hamle yaptım. Yumruklar açılmıyordu. Güneş ışıklarını dağıta dağıta odaya doldu. Kara, yatağa zıplayıp döne döne kendine bir yer belirledi, yusyuvarlak olup güneşle buluştu. Salonda duran saat öğlen olduğunu gonkları ile ilan etti. Halide çatallanmış sesiyle, “Bir esirimiz var,” dedi.


Armağan Can

128 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page