Öğrenci evinin penceresinden barın içi yarı yarıya seçiliyor. Neden buradayım? Bakış açısını merak ettiğimden. Barda el kol hareketleri, mimikler, kahveler, biralar, ifadeler… Yüzlerin çoğu güzel ve bakımlı, kimi kontrollü kimi taşkın. Buradan bakınca hepsi tek bir yüz. Barın yüzü. Hareketin yüzü. Bu kolektif yüzde gerçeklik yok, gerçeklik kazanmış bir skeç, tiyatro sahnesi, başarısız bir oyun. Mekânın üretimine bağlı varoluşlar. Rollerini oynuyorlar, sözlerimi işitseler üzerlerine alınmaz ve sahte bir cephe gerisi yaratıp soyut kalabalığa yönelirler. Ağızlara konuşmalar uyduruyorum. Alternatif dünyanın alternatif tanrısıyım. Uydurduğum konuşmalar pek eğreti, bambaşka mevzular konuşuyorlar halbuki. Ama hepsi aynı şeyleri anlatıyor. Birbirlerinin yerine geçseler kimse fark etmez. Belki her an konum değiştiriyorlar da farkında değiller. Benim fark edebilmem zaten olanaksız, yüzleri ayırt edemiyorum.
“Tanrı olmaya ihtiyacım vardı. Annem de çok isterdi olmamı. “Kozmik Büro” için Tanrı alımlarına başvurmuştum, hangi evrendeki galaksinin gezegeni olursa, gelişmiş gezegenlerde gözüm yoktu artık, ümidi kesmiştim. Ne ki olmadı, KPSS puanım düşük geldi. Oysa fena hazırlanmamıştım, iyi de kadro açığı oluşmuştu. Sıkıcı bir iş olsa da ne yaparsın, sırtını kozmosa dayadın mı rahattın. Salla başı al maaşı. Algoritmalar belli, sıraya koy ve tuşa bas. Asır sonu raporunu al. Üst-Evren Tanrıya gönder. Bitti. Girdiğin çıktığın saat belli. Fırsatı kaçırmıştım ve tekrar hazırlanmaya niyetim yoktu. Hazırlık hiç bitmiyordu, hep yeni baştan. Belki de çayıma siyanür damlatmalıydım. Ama öyle de işin tadı kaçardı. Hem siyanür fikrine sinirleniyorlar hem de hayatta kalış biçimimi yeriyorlardı, çık işin içinden. Utanmazlığı göze almak büyük meziyettir, bir fani olarak benden bir şey olmayacağından emin gözler karşısında hep bu utanmazlık sayesinde ayakta kaldım, ah şu Tanrılık işi tutsaydı.”
Odada genç bir çift sarmaş dolaş uyuyor, Atanamayan bundan bahsetmiyor çünkü utanıyor. Yaptığı düpedüz ahlaksızlık. Erkeğin uzun dalgalı saçları kadının yüzüne dolaşmış, dudaklarda ince bir tebessüm, vücut sıcaklıkları uykunun derinleşmesini sağlamış ancak onlar bunu aşka yoruyor, yüzlerindeki huzur elbet baltalanacak. Bunu önleyebilmeleri için uyanmamaları gerek. Kolondaki küçük televizyon açık kalmış; Kanları yerde kalmayacak. Atanamayan pencere pervazına yaslandı, tırnağından bir parça koparıp tükürdü. Derin bir ısırıktı, ince sızıyı geçiştirmek için parmağını hızla pantolonuna sürttü.
Bardakiler beni görmüyor, bense onları görüyorum. Bir yerden gözleniyorlar. Varlıklarını kanıtlıyorum. Kanıta ihtiyaç mı var? Yalnız benim için. Burada olmasam da bal gibi varlar, laf kalabalığına lüzum yok. Gözlemek bakmak gibi değil, konuşmak ya da dokunmak gibi değil. Benden onlara ulaşan hiç. Onlardan bana ulaşan görüntü, pencereyi aralasam biraz da uğultu. Yine de üzerlerinde bilmediğim bir etkim olsa gerek. Hem oradalar hem değiller, ekranda birer figüran. Bağımsız bir gösteri sunuyorlar bana. Hep birlikte benim için oraya gelmişler. Zamanımı yaratıyorlar. Mümkün mü bu? Zamanla değişime açıklık getirmeye çalışıyorum, bu Tanrısal değil insansal bir hata, halbuki şeylerin değişimi birbirlerine göredir, tıpkı hız gibi. Gözlenen, gözlemcisine mi etki ediyor? Tersi olması gerekmez miydi? Belki de hata yapıldı, etkiyi yaratan gözlemci değilse? Hani Tanrı bendim? Saçma değil, komik de değil, Tanrı’nın kendini gerçekleştirebilmesi için kula ihtiyacı var. Hangisi ötekine bağımlı? Beni de birileri gözlüyor, biliyorum. Kendi rolümü oynuyorum.
“Düzgün bir işte dikiş tutturamadım, bu yüzden Tanrı olmak istedim. Annem de çok isterdi olmamı. Evrenin gözden düşmüş memuriyetlerinden biriydi. Yapay Ruh üstel bir ivmeyle gelişmiş ve Tanrısal işleri ele almıştı. Yine de göstermelik bir Tanrının orada oturması uzaylılara güven veriyordu. Merak etmeyin, diyordu, “Yapay Ruh”u kontrol eden, hamlelerini gözden geçiren etten kemikten ilahi bir ruh var. Sizden biri, aranızdan biri. Ama dedim ya, olmadı işte, “Kozmik Personel Seçme Sınavı” benim için iyi sonuçlanmadı. Genel kültürde daha iyi olabilirdim, kutsal hukuk alanındaki sorular yoğundu. Matematiğimse fena değildi. Planck sabitleri, karanlık maddenin itim gücü, kütle çekimi, determinant ve olasılık hesaplamaları. Atomaltına daha iyi çalışmalıydım. Gerçi anlamı yok, ne kadar çalışsam da hep değişiyordu. Simülasyon kodlanmalarında da iyiydim. Ah, “Çokluevren Departmanı”nda yetkili bir torpilim olsaydı… Ne bildiğin değil kimi tanıdığın önemlidir, böyle demiş uzaylılar. Keşke dinleseydim. İyi ki dinlememişim. Neyse.”
Bir zamanlar Atanamayan da şu çift gibi uyumuştu. Neye benzediğini anımsamıyor ama nasıl olduğunu biliyor. O hisse öyle yabancılaştı ki o tutkuya, kendinden bir parçaya da yabancılaştı böylece. Tanıdık bir koku duyumsadı. Aynanın önündeki atkıyı tuttu, muhtemelen kadının, burnuna dayayıp içine çekti. Evet, dedi nefes verirken, neye benzediğini anımsadım. Aldığı gibi geri bıraktı. Başı dönmüştü biraz, nedenini anımsayamadı. Kokular böyle işte, gizli dehlizleri işgal eder ve tutsakları bilinç seviyesine taşırlar. Oda dev bir insan gibi kokuyordu. Atanamayan bilinçaltındaki dehlizlerden birine sıçramıştı sanki. Tutsaklık uzun sürmeden dağıtmalıydı. Çifte döndü; erkeğin saçları şimdi kısacık, yüzü tamamen değişmiş. Temiz bir sayfa gibi yatan kadını tanıyamadı, ama midesi ağzına gelmişti, anısı dilinin ucundaydı.
Balkona geçip sigara yakıyorum, açık hedefim, başını kaldıran görebilir. Kimse kaldırmıyor başını. Üflediğim her dumanda termodinamiği etkiliyorum. Dokunduğum yer kaos. Varoluş, yokoluş. Barın çatısında bir karga, gagasını dikmiş gözbebeklerime bakıyor. Son buldu mu yokluğum? Var mıyım artık? Kargayla bakışmak işteş bir eylem mi? Bal gibi işteş. Varlığımı algılıyor, kim bilir nasıl? Belki sayısal değerlerle belki renk cümbüşüyle ya da renksizlikle. Fark eder mi? Ama unutacak beni. Unutmaması için zarar mı vermeliyim ona? Sırf unutulmamak için değer mi? Ona sunabileceğim bir şey yok, unutmak sözcüğü dışında. Bekliyor. Anlıyor. Kanatlanıyor. Asla unutmayacak beni. Ona güveniyorum. Kara gözlerimizde siluetlerin izi kaldı. Beni unutmayacak asla. Çünkü ben de onu unutmayacağım.
“Garsonluk ve bulaşıkçılık yapan atanamamış bir yarı Tanrıydım. Bardakilerin kopyalarına garip isimli kahveler götürüyor ve mutfakta bulaşıkları yıkıyordum. Robotları böylesi basit işler için tasarlamıyorlardı artık, kullanımları yasaklanmıştı. Hem insaniyetin yitirilmemesi hem de angarya olsa bile bazı iş türlerinin istihdam yaratabilmesi için. Patron gereğinden fazla deterjan kullanmamamı tembihliyordu. Hemfikir olunan, genel geçer, evrensel bir gereklilik sınırı mı vardı deterjanın? Nereden bilebilirdim ne kadar kullanacağımı. Yine de garsonluk beni var ediyordu. Görünüyordum. Kopyaları memnun etmeli, gülümsemeli ve hızlı olmalıydım. Oturmak yasaktı. Mezuniyet belgemin de sınavlara hazırlanmamın da anlamı yoktu artık, kabullenmiştim. Hayatım buydu ve bundan ibaretti. Asla bir adım yukarı çıkamayacak ve Tanrı olduğumu kanıtlayamayacaktım. Annem böyle olmasını hiç istemezdi. Hem roman da yazmıştım biraz. Bitimi dört asır yirmi ay sürmüş ve edebiyat Tanrılarından onay almamıştı. “Programımıza uygun bulunmamıştır.” Programlara uygun bulunmuyor, yazılıma kendimi kanıtlayamıyordum. Ah, bir atanabilseydim o zaman gösterirdim onlara programlamanın ne olduğunu.”
Atanamayan odaya geri dönmek üzereyken vazgeçti; genç çift uyanmış, yatakta tatlı tatlı sırnaşıyorlardı. Bir süre izledi, önce bir şey hissetmedi, sonra yüzü olmayan kadının gülüşünü duyunca mutlu oldu. En azından, diyebildi sadece. Ne ki duyduğu fare ciyaklamasından başka bir şey değildi. Şimdi ekranda kemirgen belgeseli oynuyordu sanki. Dikizlemeyi kesip balkonun köşesine çöktü. Haneye tecavüz ona yakışmaz. Pratiğin öğrettiklerini anımsadı. İyi bir eş, iyi bir evlat, iyi bir kardeş, iyi bir arkadaş, iyi bir üye, iyi bir öğrenci, iyi bir personel olamamıştı. Domino dizisinde ağır bir taştı, çekilse her şey yoluna girecek ve doğal akış sürecekti sanki. Ama karakterinden bir an ödün vermiyordu, başka yol bilmediğinden. Utanmazlığı göze almışsa da alışamamıştı. Her gece, yapmam gereken ortada, diye düşünür ve her sabah uyanırdı. Çare yoktu, ki tek çare de çarenin olmayışıydı.
Bara yenileri girip eskileri çıkıyor, eskileri girip yenileri çıkıyor, çıkanlar giriyor, yeniler eskiyor. Her neden aslında sonuç, her sonuç aslında neden. Algı kapana kısılmış. Batı cephesinde yeni bir şey yok. Hiçbir cephede yok. Ayaklar aynı düzlemde, orijin belirsiz, ilerici sanılan da geride. Bugünden yarına değişmez bu talih. Birbirimizi kandırmayalım. Ama imkânsız da denilmez. Algılar ortak menşeili farklı renklerdeki gözlükler içinde. Sahtelik gerçeklik kazanmış, daha fenası, bir zamanlar sahte olduğu unutulmuş. Öyleyse kim anlayacak bu sözleri? Yolunu yitirmiş bir karınca geçiyor pencere kenarında. Ya da yitirmiş değil, koloni için keşfe çıkmış. Zaman nasıl titreşiyor antenlerinde, mekân kaçıncı boyut ayaklarında? Evreni sonsuz algılıyor, halbuki sonlu. Kendi ölçeğimden biliyorum bunu, oysa karınca bilmiyor… bardakilerin bilmediği gibi. Bileğime bastırıp kan akışını durduruyorum. Bardakiler donuyor. Odada birileri varsa onlar da donmuştur. Manken sürüsü. Hareket sıfır noktasında. Karınca tırmanıyor, yine de adımları zamanı yaratıyor, görevi bu, sonlu mekânı sonsuz olarak sunuyor.
“Üstüme başıma çeki düzen verdim. Elim bilek damarımda. Aynaya bakmadan yüzümü anımsadım. Öğrenci yurdunun yorgun basamaklarını adımlarken, duvar köşesine konuşlanmış örümcek ağını alıp iyice bileğime doladım, iyi oldu, tutmaktan yorulmuştum. Sessizlik. Dar sokakta geniş bir nefes çektim. Yağmur çiseliyordu; Tanrı ıslatan. Barın kapısına yanaştım ve odanın penceresine baktım. Siluetim camda donmuş, piksel piksel akıyordu.”
Atanamayan bara girdi. Güzel bir kadının önündeki patates kızartmalarından birini ağzına attı. Mutfağa geçti ve bulaşık için eldivenleri taktı. Örümcek ağını söküp çöpe attığında uğultu yeniden başlamıştı.
N. Toygar Ateş
Comments