Hayriye’yi karşımda görünce çok şaşırdım. Aslında yalan yok, sümenin üstündeki küçük buruşuk not kâğıdında adı soyadı vardı. Soyadını yazan nasıl anladıysa ya da Hayriye artık nasıl söylediyse, Hayriye’nin soyadı gerçek soyadının tam zıddı olarak yazılmıştı. Her gün elimin altından o kadar çok evrak ve isim geçiyor ki hatırlamak her zaman mümkün olmuyor. Hele benim gibi suya yazılı bir iş yapıyorsanız. Yani insanlar ve dosyaları, gözünüzün önünde bir belirip bir yok oluyorsa! Çoğunlukla evleniyor, çocuk yapıyor, taşınıyor, bazen kaçıyor, kaçırılıyor, hapse giriyor, önlenemez bir biçimde de ölüyorlar… Bunlar insanlar için geçerli. Bir de dosyaları var! Onlar da arşiv denen yerde fareler tarafından kemiriliyor, duvarın ve yerin nemini çekiyor, çoğaldıkça eciş bücüş yerlere sıkışmak zorunda kalıyor, dolap tepelerinden düşerek intihar ediyor, kanalizasyon ya da yağmur suyu tarafından basılıyorlar. Hadi ıslaklık her fani dosyanın tattığı bir olgu ama bazen nedensizce kayboldukları da oluyor. Bir senenin ya da dönemin gündemi olan isim soy isme bazen yıllarca bazen ömür -aslında bir çalışma hayatı- boyu rastlamayabiliyorsunuz. Ta ki o isim soy ismin tekrar size işi düşene; sosyal destek, yardım talep edene kadar.
Ama o soyadı yok mu? Soyadını doğru yazsalar muhakkak anımsardım. Bazı isimler ve soy isimler hafızanıza mihenk taşı gibi yerleşir, olmadı içinize tohum atar, orada büyür, yetişir. Sarmalar, nedenli nedensiz kendisini garip saatlerde hatırlatır. Bazen dost ortamında otururken anekdot olur, nükte verir. Ha ha ha, ho ho ho temaşa ettirir. Bazen kendi halinde yaşarken bir anda bardaktan boşanırcasına anılarını boca ediverir, gülümsetir. Can sıkıntısından azade eder sizi. “Çok gülme, çok ağlarsın!” derler ya. Çok güldükten sonra o insanlara sırf isim ve soy isimleri yüzünden üzülürüm. Soyadı “Sütci” olan “Sütçü” olarak düzeltse, “Daban” “Taban” yapsa, “Çifci” de “Çiftçi” hayatlarının kolaylaşacağını varsayarım. Önce kendini düzeltmekle başlıyorsa her şey- yok yok önce insanı düzeltmekle düze çıkacaksa dünya- bence isim ve soy isimlere özel bir dikkat göstermeli. Sert sessizlerin yumuşaması, küçük ünlüyü boş ver de büyük ünlü uyumu, soyadının düzenlenmesinde bunlardan medet umuyorum ben! Tabii bir de küfür, slogan, hakaret içermemeli! Hayriye’nin soyadı da küfür niteliği taşıyor. Hani yoldan geçen birine söylense hakaret davası açılacak türden.
Nerede kalmıştık? Hayriye karşımdaydı, ben de soyadı Soylular diye yazıldığı için onu isim soy isminden tanımamıştım! Görünce de şok olmuştum! Hayriye’yi sima olarak bir yerlerden tanıyordum, üstelik “Soylular” olarak ifade ettiği soy ismi de bana fena halde “Soysuzlar”ı çağrıştırıyordu. Hâlâ emin olmadığım için kimliğini istedim. Kimlik Hayriye Soysuzlar’a aitti. Hayriye her ne kadar soy isminden kaçmak istese de- ne yapalım -resmi olarak değiştirmemişti. Soy isim de, “Ben artık sıkıldım böyle olsun dedim,” laflarıyla şifahen farklılaşmıyordu. Duruma müdahale etmek adına, “Hayriye Hanım, soyadınız kimlikte Soysuzlar ama buraya Soylular diye söylemişsiniz?” dedim. “Abla aslında soyadım değişti. Yeni eşimin soyadı Soylular,” diye yanıtladı. “Ama kimlik eski o zaman,” diye karşı koydum. “Resmi evli değilim ki!” sözleriyle beni çelişkide, bir an için karanlık kuyularda ışıksız bıraktı. Hayriye Soysuzlar isim ve soy ismine aşinaydım. Düşüncelerim beni sarsmış, bir yanıt bulmaya çalışıyordum. Bu karşı koyuş ve mantıksızlık bana çok tanıdık geliyordu. Ki bu da beni ürkütmüyor değildi. Çok yaramaz ya da çok zeki öğrencilerini hatırlayan, vasat öğrencilerini unutan bir ilkokul öğretmeni gibi hissettim kendimi. Acaba bu kadını ben nereden, neden hatırlıyorum?
Önümde kanlı canlı oturuyordu. Esmer saçlarını sözüm ona toplamış, esaretten kaçanların çoğu yüzünün iki yanından sallanıyordu. Yıpranmış yüzü, gözaltlarına oturmuş bozuk 1 TL hacmindeki morluklarda kendini belli ediyordu. Bozuk 2 TL ya da 5 TL bu metaforda daha iyi iş görürdü ama şu ana kadar hiçbiri elime geçmediği için benim için gri alandalar. Altında elden düşme koyu renk bir eşofman, üstünde yakası gevşemiş beyaz tişörtü vardı. Derken kafamda ziller çalmaya başladı! Durmaksızın kapının ziline basıyorlardı, hem de üç-dört akşam üst üste. Yetmiyor, gri metal kapıyı maaile yumrukluyorlardı.
Karşımdaki bıkkın yüzlü kadına “Hayriye Hanım siz daha önce geldiniz mi buraya?” diye soruverdim. “Evet,” dedi. Kafamda sesler çınlıyor: “Ayuuu, domuuzz, pislik, Hayriye neredesin?” Pat, pat, pat, güm, güm, güm… “Yok Hayriye burada,” diyoruz, laf dinletemiyoruz. Kadın sesi çoğunluk, kayınvalidesi cazgır cazgır bağırıyor “Hayriyeee!” Ramazan mıydı? İftar yapılır, bunlar damlarlar. Kurum basıyorlar! Sanki bir gelin kaynanaya, bir eş diğerine ilk kez yalan söylüyor! Bu emin olma çabası da nedir? Hem “Ayu, domuz, pislik,” diye çağrılsam ben de çıkmam dışarı. Kapı dövmek bir de!
Hayriye’ye bakıyorum, epey zayıflamış. Kaç yıl geçti acaba? “Siz buraya geldiniz, az kalıp gittiniz. Sonra günlerce diğerleri geldi.” Kuyruklu yıldızlardan biri yalanlarıyla birlikte parlayarak gözlerinden geçiyor. O günleri hatırlamak tevekkeli hoşuna gidiyor. Herkesin onu aradığı, hayatında yol ayrımı yaratacak, yönünü değiştirecek o günleri…
Ben de hatırlıyorum. Belki onun hiç bilmediklerini… Aslında kapı yumruklamasından birkaç gün önce eşi gelmişti sarı yeşil ishal rengi bir araba içinde. Hayriye’nin iki çocuğunu kurumun bahçesine salıp gitmişti. Hayriye’nin büyük kızı- o zamanlar dokuz on yaşlarında olsa gerek- hafif topuklu ayakkabısı, mini boy eteği ve büyümüş de küçülmüş hali tavrı ile Roman mahallesinde kız çocuğu olmak üzerine bizi düşündürmüştü. Hayriye’nin beş altı yaşlarındaki oğlu ise bende hiç iz bırakmamış. Sevimli, uyumlu kısaca vasat bir çocuk olabilir. Bu çocuklar bizim bahçeye meğerse görevli olarak gelmişler. Annelerini aramak adına bütün kurumu ofis ofis gezdiler. Çocuklar “çocuk” olduğu için onlara sempatik davranmaya özen gösterdik. Gerekli gereksiz sorularla yabancı bir mekânda olmanın stresini savuşturmaya çalıştık. Bana mısın demediler. Biz daha stresliydik. Hayriye’nin kızına ne soru sorduysak geçiştirdi. Bazısını anlamamazlığa vurdu, bazısında ha ha güldü. Polis çağırmaya ramak kalmıştı çünkü anasız-babasız çocuklarla ne yapacağımızı şaşırmıştık. En kötü ihtimalle Sosyal Hizmetler’e yollardık, orada ayıklasınlar pirincin taşını! Burayı eşi için basan, orayı çocukları için ne yapmazdı! Ki bu hikâyedeki gerçek çocukların, ben ve ofis arkadaşlarım olduğundan şüphe duymaya başlamıştım. E nasıl olsa bu çocuklar birkaç yıl sonra evlenecek, sonra doğuracak, doğacak çocuklar da anne ya da kayınvalidenin üstüne yazılacaktı! Çağlardır süren geleneğin döngüsü galebe çalacaktı. Derken sarı yeşil, kırık dökük toplama araba gözüktü ve çocukları apar topar babaya teslim ettik. Çocuklar görevlerini ifa etmenin gururu ile durumu açıklamış olmalılar: “Annemiz burada yok!” Ama yine de inanmadılar. Bir hafta boyunca Hayriye’yi tırım tırım aradılar.
“E peki buldular mı?” diye sordum. Şevkle yüzünü önüne eğdi: “Yok, bulamadılar. Ben Ali’yi seviyordum. Ona kaçacaktım, zaten ondan da yeni hamileydim. Buradan çıkıp ona gittim.” Çenemi sıvazlamaya başladım. Bir iki yıl geçmiş olmalı. Yok, yok daha çok. “Sence Hayriye Hanım?” “Valla o zamanlar daha Ahmet doğmamıştı, Ayşe de yoktu. Şimdi Ahmet üç yaşında. Ayşe bir buçuk.” Yani sizin anlayacağınız son görüşmemizden bu yana takribi dört yıl, iki çocuk geçmiş. “Peki, sonrasında ne yaptınız? Şimdi niye geldiniz?” soruları bir yere yetişme kaygısı taşırcasına ağzımdan dökülüyor. “Ben bir daha eski eve uğramadım. Çocuklara kaynanam bakıyor. Zaten kız onun üstüneydi. Durumu öğrendiler, güç de olsa kabul ettiler. Şimdiki eşimden çok mutluyum, çok iyi, çok merhametli bir insan.” “Ne yapıyor eşin?” “Şu an hapiste. Kayınvalidemle kalıyorum. Yardım parası için geldim.” Merakıma yeniliyorum: “Boşandın mı peki eski eşinden? Yeni çocuklar kimin üstüne?”
“Boşanmadım, boşamadı beni.”
“E pek de kabul etmemişler,” düşüncesi geçiyor aklımdan. Bir de bu çocukların da soyadının Soysuzlar olduğu gerçeği! Şimdi yüksek sesle soruyorum: “O sebeple mi Soylular diyorsun soyadına?”
“Evet, onunla dört yıldır görüşmüyorum. Neden hâlâ boşamıyorlar bizi?” diye çemkiriyor. Bu sorunun cevabı bende yok. Ben dört yıllık gizemi çözmüş olmanın bahtiyarlığını yaşıyorum. Talebini yerine getirmek üzere sosyal yardım başvuru formu ve kalemle birlikte yan ofise yönlendiriyorum Hayriye Hanım’ı. Benim Hayriye Hanım ile işim şimdilik burada bitmiştir.
Hayriye Hanım’ın çıktığından emin olduktan sonra danışmaya gidiyorum. Tüm zemin kattan duyulacak bir sesle: “Arkadaşlar, şu isim soy isimleri kimlikten bakarak yazar mısınız? Ya da kimliğin fotokopisini alıp sümene bırakın! Karışıklık çıkmasın!” diye uyarıda bulunuyorum. Arşive kaldırdığım bir anı için hafızamı bir daha bu kadar uğraştırmak istemiyorum.
Ayşe Özge Oğuz
Comments