top of page

Öykü- Hasan Çalışkan- Kavak Ağaçlarının Altında Barışma

  • Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyat
    İshakEdebiyat
  • 3 saat önce
  • 4 dakikada okunur

İçimizdeki boşluğu yoklar gibi yağmur, incecik bir çisentiyle yokluyordu Ergene Ovası’nı. Hüznün bütün koşulları hazırdı bu sabah, kalbim gibi.

Altmış altı yaşındaydı Hüseyin ve doğduğu evde tek başına yaşıyordu. Duvarları çatlamış, pencereleri donmuş, kapısı içe açılan bu ev artık ona bir yuva değil; geçmişin sarkıtlarıyla dolu, karanlık bir kuyu gibi geliyordu. Uzun yıllar önce, bir sonbahar günü göçüp gitmişti annemiz. O günden sonra ev daha da bir soğumuştu.  Artık ev değil, annesizliğin yankılandığı bir boşluktu. Çocukları, adres bile bırakmadan gitmişlerdi. Ama Hüseyin asıl yalnızlığı, kardeşi Hasan’la yaşadığı kırgınlıkta taşıyordu.

Hasan’la çocuklukları kavak ağaçlarının altında geçmişti. Beraber çalı çırpı toplamış, aynı tozlu yollarda yalınayak koşmuş, aynı anneden azarlanmışlardı. Ama bir gün…Bir tarlanın sınırından giren diken yüzünden tartışmışlardı. O gün ne konuşmak ne barışmak nasip olmuştu. Hasan, kış ortasında çekip gitmişti. Arkasında, sadece Hüseyin’in diline doladığı bir türkü kalmıştı.

Ve işte o sabah…Hüseyin, kapısının altından sıkıştırılmış bir mektup buldu. Simsiyah bir zarftı bu. Üzerinde yalnızca tek bir cümle yazılıydı: “Kavakların altına bir uğra, seni bekleyeceğim – Hasan.”

Hüseyin, donmuş elleriyle mektubu avuçladı. Gözleri, gökyüzünü tersyüz edilmiş bir papatya tarlasına çeviren kar tanelerine ilişti. Birdenbire zaman durdu. Ev küçüldü, duvarlar geri çekildi. Soba tütmeyi bıraktı. Bir adım attı Hüseyin: İçeriden dışarıya, dargınlıktan umuda doğru…Sadece bir adım.

Kavakların altında kardeşini beklemeye başladı Hasan. O da yaşlanmıştı. Yüzü, ömrünün atlasıydı artık: Düzlükleri suskunluk, tepeleri pişmanlık, uçurumlarıysa gözyaşlarıyla oyulmuştu. İki kardeş, söze gerek bırakmayan bir kışın ortasında, sadece birbirlerine bakarak barıştılar. Kar, onların üstüne yağıyordu ama bu kez üşütmüyordu; içleri yanıyordu çünkü.

Kar hafiften hızlandı. Her adımı, bastığı yeri silerek yürüyordu Hüseyin. Eli cebinde değildi artık. Çünkü yıllar boyunca cebine koyup da bir türlü çıkaramadığı cümleleri artık tutmak istemiyordu. Gerekirse elleriyle anlatacaktı Hasan’a, sesi çıkmasa da…Bir zamanlar aynı tastan çorba içmiş insanların diline suskunluk ağır gelirdi çünkü.

Mahalle sessizdi. Sokak lambaları, birer gözü gibi yanan hatıraların…Telgraf telleri hâlâ rüzgârla eğilip bükülüyor, eski türküleri fısıldıyordu. Aynı bu teller gibi, iki kardeşin gönlü de yıllar boyunca eğilip bükülmemiş miydi?

Kavaklar uzaktan göründü. Hani çocukken top oynarken yanlışlıkla kırdıkları genç fidan vardı ya…Sonradan büyümüş, yanındakilere eğri boynuyla yaslanmıştı. Biz de böyle mi olduk, diye geçirdi içinden Hüseyin. Kırıldık ama büyüdük.  Eğrildik ama düştüğümüz yere tutunduk.

Bir adım, bir nefes. İçinde eşinin sesi vardı, annesinin ninni gibi okuduğu dua, Hasan’ın çocukken elinden kaçırdığı uçurtma…Hepsi aynı anda yürüyordu Hüseyin’le.

Kavakların dibine yaklaştığında bir karaltı gördü. İnce, kambur bir duruş. Hasan’dı bu. Başında bir kasket, omzunda yılların yükü…Ama gözlerinde hâlâ çocukluk vardı. O eski, çocuksu suçluluk… bir de utançla karışık bir özlem.

Konuşmadı Hüseyin. Hasan da. . . Karın içinden bir ses yükseldi o anda.  Belki yıllar önce gömdükleri tahta kutunun içinden fışkırmıştı: “Bir gün barışırsak, kavakların altında olsun kardeşim.  Elin buz gibi olsa da, yüzün sıcak kalır...”

Bu sözü Hüseyin’in söylediği günü hatırladı ikisi de. Yedi yaşındaydılar. El yapımı bir kutuya birkaç misket, paslı bir çakı ve annelerinin gül kurusu kokan mendilini koymuşlardı. Barışın, çocukça bir anlaşma olduğunu sandıkları yaşlardı.

“Üşüyor musun?” dedi sonunda Hasan. “Yok,” dedi Hüseyin. “Geç kalmış kelimeler üşütmez beni artık.”

İki kardeş, yılların küskünlüğünü konuşmadan, karların üstüne bıraktı. Gözleri doldu ama damla düşmedi yere. Çünkü o anda, yeryüzü onlara ait bir hatıraya dönüşmüştü. Zaman, bacalardan sızıp gitmeyi bırakmıştı. İçeriye geri dönmüştü.

Hüseyin eğildi, elini toprağa bastı. Kar inceydi ama altındaki toprak, yıllardır işlenmemiş gibi sertti. “Şurada bir yerdeydi...” dedi. Hasan, bastonuyla kenara bir işaret çizdi. Sanki çocukken sakladıkları sırrı hâlâ kimseler bulmasın ister gibiydiler.

Ellerini karla yoğrulmuş toprağa daldırdılar. Sessiz bir kazıydı bu. Kazma yoktu, kürek yoktu; sadece hatıraların sağladığı sabır vardı. Ve yılların öfkesine rağmen hâlâ birbirine güvenen iki avuç.

Kısa bir süre sonra tahta bir çıtırtı duyuldu. Ahşap çatlamıştı ama hâlâ oradaydı. Tıpkı anıları gibi; sararmış, yıpranmış ama gömüldüğü gibi duran. Kutuyu yavaşça açtılar. İçinden çıkan ilk şey bir avuç misketti. Renkli camların içine çocuklukları sinmişti.

Hüseyin gülümsedi. “Şu mavi olan… o benim favorimdi. ”Hasan başını salladı. “Ben her zaman kırmızıyı isterdim ama sen isteme diye hiç söyleyemezdim. ”İkisi de güldü. Sessiz, karlı bir gülüştü bu. Kırgınlıkların üstüne yağan bir af gibi…

Sonra paslı çakı çıktı. Hüseyin’in sesi titredi: “Bunu senin doğum gününde almıştım. Ama söylemedim.  Korktum, sevinmezsin sanmıştım. ”Hasan, gözlerini kutudan ayıramadı: “Ben de çaldın sanıp utanmıştım yıllarca… o yüzden giderken götürmedim.”

Bir suskunluk daha indi aralarına. Ama bu kez, uzlaştıran bir suskunluktu. Kutunun en dibinde, katlanmış bir mendil duruyordu. Açtılar. Kenarlarına dantel işlenmiş, gül kokusu çoktan uçmuş ama hâlâ tertemizdi. Analarının mendiliydi bu. Hüseyin, mendili eline aldı, uzun uzun kokladı, sonra Hasan’a uzattı. “Hatırlıyor musun? Annem, küstüğümüzde ikimize birden bu mendili verirdi.  ‘Bir gün biri ağlarsa, diğeri silesin,’ derdi…”

Hasan başını eğdi. Ağlıyordu. Gerçekten ağlıyordu bu kez. Ve Hüseyin, annesinin mirasına sadık kalır gibi, mendille ikiz kardeşinin gözlerini sildi.

Bir süre konuşmadılar. Rüzgâr kavakların arasında uğuldadı. Sanki ölenlerin sesi, geçmişin fısıltısı, çocukluklarının çığlığı oradan geliyordu.

Hüseyin, kutuyu tekrar kapattı. Ama bu kez gömmedi. “Hayır,” dedi, “artık saklayacak bir şey yok. Geçmişi sırtımıza değil, yanımıza alalım kardeşim. Birlikte taşıyalım.  Bir yere varamasak da birlikte olalım.”

Hasan başını yavaşça salladı. İlk kez kardeşi Hüseyin’e bu kadar yakındı. İlk kez, kalbinin çatladığı yerden yeniden yeşermeye başlamıştı.

Yıllar sonra ilk defa kardeşini görmenin hüznüyle gözleri dolmuş ama ağlamamıştı. Hasan, başındaki kasketini çıkarıp eski ceviz ağacının önünde eğilmişti. “Hüseyin…” dedi sessizce, “artık geldim.”

Hüseyin bir süre konuşamadı. İçinden geçen ne varsa, rüzgâr alıp götürsün ister gibi sustu. Sonra sadece, “Gel,” dedi, “içeri geçelim.  Sobayı yeniden yakacağım.”

Sobanın başında oturduklarında sessizlik hâlâ konuşuyordu aralarında. Çayı koydu Hüseyin. Hasan, çocukluklarının geçtiği odaya baktı. Tavandaki çatlak bile aynıydı. “Zaman durmuş burada,” dedi. Karşılık vermedi ikizi. Sobanın çıtırtısı arasında, ikiz eşi söze girdi: “Ne çok kar yağdı bu yıl… Ama belki iyi gelir.  Üşüyen ne varsa örter.”

Hasan başını salladı. “Ben de örtmeye geldim bazı şeyleri. Bir de… eğer kabul edersen… birlikte kalalım biraz. Bu ev, belki bizi affeder.”

Kardeşi gözlerini pencereye çevirdi. Kar hâlâ yağıyordu. Kavaklar, beyazın içinde birer anı silueti gibi salınıyordu.

O gün, sobanın başında demlenen o çaydan sonra ne zaman yürekleri üşüse, göz göze gelmeden bile hatırlarlardı: Bazı yollar yalnızca susarak geri dönülür, bazı evler ise ancak affedilen kardeşlikle yeniden ısınır.


Hasan Çalışkan

Yorumlar


bottom of page