Saat daha yediye yirmi var. Niye bu kadar erken uyandım ki? Su? İyi, hepsini bitirmemişim. Ohh! İki kadehi aşınca böyle oluyor artık. Artık mı? Yüz yıl oldu bu değişeli, gayet iyi biliyorsun, neyle inatlaşıyorsun hâlâ? İç işte o Alka Seltzer’i, o kadar da önden çıkarıp koymuştum tezgâha. Hayır, kendini o an çok iyi hissediyor olman bir şeyi değiştirmiyor, bir illüzyon o. Puff! Nasıl da derin uyuyor, baksana şu nefes alışa, hayatta uyanmaz daha. Uyanmasın zaten. Bugün hiç uyanmasın. Burada böyle yatsın. Ben de yüzüne bakmak zorunda kalmayayım.
İyi oldu bir yandan. Günün tazesi. En sevdiğim. Kimse uyanmadan, bahçede, denizde. İçinde yalnızca kendinin olduğu bir dünya. Her şey tam da olmasını istediğin gibiyken zaman durmuş. Sen içinde özgürce kollarını açıp dönüyorsun, kollarına doluyor rüzgârlar, eteklerine doluyor, saçlarını havalandırıyor, eteklerin uçuşuyor, gülüyorsun, kahkahalarla, patlayana kadar, düşene kadar dönüyorsun, kumlarda, deniz kokusu. Kimse yok, ses yok, kuşlar var, hafifçe, bembeyaz, masmavi, yemyeşil, sapsarı. Kimseyi koymak istemem o resme. En aşk dolu zamanlarda bile, nefesin o olmuşken bile, yok, gelmesin kimse. Burası benim. Sabah halimle. Ben halimle. Kıpırtısız bir su gibi. Henüz düşünmeye bile başlamamışken... Düşünmek, o kara kuyu... Düşme, şimdi değil... Kocaman yorganın altında çıplak bacaklar. Yattıkça çarşafa karışıyor tenin. Yattığın yer altında usul usul derinleşmeye başlıyor. Alçaldıkça bir ağaç kovuğuna dönüşüyor yatak, sıcacık, yuvarlacık bir çukur, sarmalıyor seni mışıl mışıl uykunda. Sonra toprak sessizce aralanıyor, hoop içine alıveriyor seni. Süzülmeye başlıyorsun, derine, en derine doğru. Yol sona erdiğinde bir bakıyorsun ki evindesin. Yolculuğu hatırlamıyorsun, hep oradaymışsın gibi geliyor. Toprağın kucağındaki yuvasında oturan kocaman, beyaz bir tavşansın artık. Tavşan Bey, sallanan sandalyesinde, dizlerinde battaniyesi, kitap okumaktadır. Sobanın üzerinde kaynayan çayın dumanı tüter. Tavşan Bey’in kimseye ihtiyacı yoktur. Kimsenin de ona... Ben de hiç çıkmasam bugün. Saklansam şunun altına top gibi kıvrılıp...
Susmuyor ki kafam, bir an durmuyor. Görüntüler, yaşanmış, yaşanmamış, ne varsa birbirine karışıyor. Ne zaman bu kadar kaygılı bir kadın oldum ben? Çık hadi, çık, oyalanma daha fazla. Yavaş. Bir iki üç. Nerde bu terliğin teki? Hava hâlâ buz gibi bu saatlerde. Nasıl da keskin ısırıyor bacaklarımı. Olsun, hiç dayanamıyorum artık camı kapamaya. Ne isterse söylesin, nefes alamıyorum kapatınca, n’apayım yahu. Saçları iyice beyazlamış. Ama onun için dert değil tabii, ben uğraşıyorum bu saçmalıkla. Babaanneymiş! Babaanne rolü dediler ya, karşıma geçip utanmadan! Ahlaksız, sefil mahluklar! Bu kadar mı alçaldınız yahu. Benden başkası kalmadı mı o rezil dizide babaanneyi oynayacak, o kadar kadın orda rol bekliyor, gerçek babaanneler, niye onlara teklif etmiyorsunuz? Çok mu yaşlı ve çirkinler o mide bulandırıcı kusursuzluktaki kastınız için? Ahlaksızsınız hepiniz. Adiler. Babaanneymiş... Nasıl geldik buraya?
Kahve makinesi gürültü yapacak şimdi. Mutfağın kapısını yavaşça çekeyim. Odanın kapısını da kapatırsam, iki kapıya uyanmaz. Ali. Ne zamandır sevişmiyoruz? E biliyordun içten içe bunun iyi bir yere gitmeyeceğini. Ne zaman sokulsa, uykum var, havamda değilim ya da buz gibi durursun orda, kazık gibi. Üstelik bir sürüsünde senin de sevilmeye, sarılmaya o kadar ihtiyacın varken. Ne tutuyor? Açıp döksek şu koca kafanı kim bilir neler çıkacak içinden? Bir torba dolaşık yün yumağı. Aşk, aşkla çalışıyor yalnız içim. Ne hazin, ne kısa ve ne kadar uzak gerçeklerden. Günün sadece tek bir anında çiçek açmak gibi bir şey bu. Akşam güneşinde, gün batmadan hemen önce açıveren o sarı çiçek gibi. Sonra kapanır. Ertesi günün okşayan pembeliği göğü sarana kadar. Pardon, kapalıyız! Hep mi böyleydi? Yaşlanmak da çaktırmadan kafasını sokmuş olmasın araya? Hangisi neden, ne önemi var, sen sonuca bak. Babaanneymiş, reziller! Başrolü verdikleri kız, neydi adı, eşek kadar dolgu yaptırmış alt dudağına, anlamıyoruz sanki. Gerçi kimsenin anlaşılmasını falan umursadığı yok gibi, hatta sanki bilakis. Konuşamıyor resmen, ağzı kapanmıyor ki çocuğun. Hayır, zaten çok güzeldi. Anlamıyorum. İyice zıvanadan çıktı bu iş. Bu kahve makinesi de amma bağırıyor. Mis gibi koktu. Kokusu tadından güzel şeylerin birincisi.
“Sadece dudağın üzerine incecik bir hat geçeriz,” dedi Leyla. Olur, olsun bakalım, o da olsun. Sağ göz kapağım da iyice düştü, kapalı gibi çıkıyor resimlerde. Selin’e bir sorayım, kime yaptırılıyor bu. Sonra? Belki bir süre daha anneyi oynayabilirsiniz Zeynep Hanım, fena mı, aaa? Ne terfi! Pislikler. Öbürleri sanki çok mu farklı, sahneye de bulaştı bu veba. Bak ne zamandır oynadıklarına. Yakında önüne Bernarda’yı dayarlarsa şaşma! Aaah, elveda caanım Desdemonalar, Ophelialar, sonsuza dek elveda size!
Şu kitapları ayıklamam lazım artık, hepsi üst üste... Bir daha bak bakalım hangisine kıyabileceksin. İyice parçalanmış bunların cildi, lime lime. Ama bunları veremem, imzalı bunlar, ne sevinmiştim bulunca. Şu ikisini de okumadım zaten henüz. Okudum mu yoksa? Of bu kitaptan ayrıl artık Zeynep, yuh. Ama ne güzel dersti, ne hoca! Ne zor iş bu, her seferinde aynı sonuç. Yaşamımın sessiz şahitleri. Birlikte büyümüşüz gibi. Görmesem eksik kalırım. Okula bağışlasam bir kısmını? İçim rahat eder onlara gittiğini bilirsem. Gençliğime bir ip uzatmak gibi buradan, bir bağ, alıp tutunsun diye. Rahat ederim o zaman. Kimi arasam, öğrenci işlerini mi? Almazlar ki, ne yapacaklar alıp? Kime, nasıl verecekler? Ali’ninkileri olduğu gibi doldur bir çuvala, koy kapının önüne, delirsin. Delirir gerçekten. Ali... O yapmaz mı sandın? Niye yapmasın? Biliyordun. Hep korkuyordun gizli gizli. Cyrano. Cyranocuğum. Ama yakışıklıyı değil Cyrano’yu seçtim ben! İçinde şiir dolu gizli bir bahçe olan adamı. Oraya saklasın beni diye bir ömür. Keşfedildi şimdi bahçemiz. Görmeyi bilen tek sen misin sandın? Üstelik Cyrano falan da değil artık, yaşlandıkça yakışıklılaştı. Bok var, uzat saçlarını, diye ısrar edecek.
Off! Gene odadan geç şimdi. Dışardan da bir çıkış olsa şu bahçeye. Şşşt, parmak ucunda... Kahveyi şuraya. Hırkam? Yavaş... Şu kapıyı yağla dedim kaç kere, yağmur vurdukça şişiyor işte! Ah bay tembel teneke, her şeyi ötelediniz ömür boyu. Daha en başından beri, bir şey derim, şu tablo, Ali şu bilet, herhangi bir şey, hemen alakasız bir şey çıkarır önüme, otur, bak ne yazdım, dinle, gel gel, yaparız, şunun güzelliğine bir bak, Zeynep! Allak bullak eder insanın kafasını. Bir hayır dese, itiraz etse, o an kavga dövüş hallolacak belki iş. Demez, anca bir araba süslü laf etmesini bilir, sonra artık sürünür o iş. Genç Werther’miş, doğru, tıpatıp! Üstelik pek de genç değilsiniz artık, kim çeker seni bir ömür? Anlıyorum da onları, biliyorum bu hikâyeyi. Gencecikler. Tazecik. Yeni açmış çiçekler gibi. Su perileri gibi bitmeyen bir enerjiyle dört dönüyorlar çevresinde Ali Beylerinin. Şehvet fışkırıyor her yerlerinden. İğrenç inekler! Nefret ediyorum hepinizden! Bizimki de gerim gerim dolanıyordur, bir şövalye edasıyla, aralarında. Üçüncü katın koridorlarında atıyla çağı geçmiş bir şövalye! Kadınların, onlara sonsuz aşkı yaşatacak bir kahraman arzusu hiç dinmeyecek. Bilseler Kaf Dağı’nın ardında yağlanmamış bahçe kapıları... Açılsana lanet kapı! Neyse, çok gıcırdamadı. Uyanma, lütfen uyanma.
Minderi alayım, demir sandalye acıtmasın. Lastik çizmeler nerde -her yere çamur sıçramış yine- içi buz gibidir bunların şimdi, keşke bir çorap giyseydim ayağıma. Geceliğin altına bu çizmeleri ilk giydiğim sabah mıydı? Yine bir yasemin kadar zarif ve incesiniz Zeynep Hanım, bakalım o kadar güzel de kokuyor musunuz, gel buraya! Aptal! Romantik olmasaydı bu kadar. Berbat bir zampara olsaydı. Bu kadar korkmazdım belki o zaman. Korkuyorum, evet, hem de çok. Bir haltlar yiyor derdim, ne varmış yani. Evlenmezdin ki öyle biriyle, senin paketinden de bu çıkıyor işte.
Gün geç söküyor. Bahçe ne kadar ıssız bu alacakaranlıkta. Her şey hâlâ uyuyor gibi. Ağacın başı yana düşmüş, hortum şuraya kıvrılıvermiş, sarı kova bile durduğu yerde uyukluyor. Bir kuşlar bir ben... Mor salkım başlamış ufak ufak. Geliyor yine çılgın kadın hepimizi baştan çıkarmaya. Ne var elinde? Aslında hiçbir şey. Hem hiçbir şey hem her şey. Bir şey var akmayan. Bir tıkanıklık. Adını koyamıyorum. Suyun orta yerinde olmayacak bir taş gibi. Gelip gelip orda takılıyoruz. Sabah sarılmaları... Sarılıyor tamam, öpüyor yine gitmeden, ama soluk sarı sevmeler bunlar, öyle üstünkörü sanki, aceleci. Yüz tanesini üst üste koysan yetmiyor, bir öpücük etmiyor içimde. Nergisleri de kaçırdı bu sene. Kendim aldım hep. Niye? Küçük şeylere vaktimiz yok artık. Akşam ya tenise koşuluyor, göz yaşartan bir spor iştahı peydahlandı, nedense, mutlu göbek şimdi fazlalık oluverdi, ne klişe, sana olmaz sanıyorsun. Ya da dersten sonra çocuklarla takılmalar, bir enerjiklik, bir abartılı neşe. Her şey onunla ilgili, bense bir köşeye konulmuş eski, güzel ama eskiye dair bir eşya gibiyim. Yüzü solmuş bir anneanne koltuğu. Hangi oyunda okudum ben bunu? Hangi bin tanesinde? Beyoğlu’nu özledim, el ele, planlamadan yapıvermelerimizi, gündüz seanslarını, çıkışında o kalabalıkla akmayı, hep beraber içmeye gidiyormuşuz gibi, o sokaktaki öpüşmeyi... Her gün birbirinin aynı şimdi. Çoğalma vakitleri bitmiş. O şiirli anlar. Şehrin şiiri miydi o zaman bizi koruyan? Gece... Hiç bitmeyecekmiş gibi uzardı önümüzde. Işıklı tüneller gibi. Uzadıkça ışıklar dönüşür, görüntüler bulanıklaşır, her şey, herkes içe içe geçer, başkalaşır. Gece sona erdi ve sevimsiz, gri bir sabaha mı uyandık hep birlikte? Yorgunum. Ali açıldıkça ben kapanıyorum sanki. Bir türlü aynı renkte buluşamıyoruz. O sonsuza uzayan sessiz anlayış anları, nereye gittiniz? Gözünün içine bakıyorum Tamerlerde, kafasını kaldırıp da bakmıyor, anlamıyor hâlimi, nasıl huzursuz olduğumu, bir baksa gözüme yüzünü o cüce kızdan ayırıp. Dört döndü peşinde. Bütün gece şov üstüne şov, dünyayla flört hali, ne rezillik! Hangi ara sever oldun ışıkları bu kadar? Ne halt etmeye giydim o elbiseyi? Öbür yeni olanı giysene! Benim çabasız güzelliğimdi o eskiden. Çabalısını yapacaksın demek ki. N’apalım? Böyle. Mızmızlanma, fazla uğraşmıyorsun, tamam, eskisi gibi iki dakikada da olmuyor, ama öyle saatlerce de değil, baksana millete, iki şak şak, biraz saç baş, eh, biraz da aynada gördüğünü kabul, oluyor. Hâlâ baktırıyorsun. Duruş meselesi bu.
Off, içim daralıyor. Aydınlan artık. Şuraya bir zeytin mi diksek? Olur mu ki orda? Az güneş alıyor o köşe. Epey büyükçe bir şey almak lazım, yoksa o büyüyene kadar... Bilmiyorum, şu diyemiyorum, diyecek hiçbir şey de yok bir yandan. Uzanmak istiyorum. Yanına gitmeyeceğim. N’aparsa yapsın, umurumda değil! Ama âşık olmasın, n’olur. Olur ki. Biliyorum. Yapamaz başka türlüsünü. Genç ve güzel kadınlar mı âşık oluyor bu hayatta bir tek, hı? Poposu küçük, uzun bacaklı kızlarla, o, aynanın başından ayrılmayan kaytan bıyıklıların hikâyesinden mi ibaret hayat? Yok mu başka duygu, insan? N’oluyoruz mesela biz, ölüyor muyuz topluca otuzları geçince? Hopp, birden toz olup havaya mı karışıyoruz? Melek oluyoruzdur kesin, tabii meleğiz ya biz ya da şeytan. Gerçek hiçbir şeyiniz yok, plastiksiniz, iğrenç, sahtekârlar! Üç beş tane rol biçmişsiniz hepi topu, yıllardır dön babam dön, Hanımağa’dan bugüne ne değişti, hı, yaşlandıysan Hanımağa, Valide Sultan, neydi o, entrikacı işkadını, gençsen Çalıkuşu ve varyasyonları. Delireceğim! Gerçekten gerekli miydi bu dizi işi? Sahne yetmiyor muydu? Gitmek istiyorum buradan. Kabul göreceğim bir yere. Olduğum şeklimle, aklımla, yaşadığımın kıymetiyle.
E, ne yapalım şimdi Ali Bey? Hadi söyleyin, siz olsanız ne yapardınız? Ne sorardınız? Sorar mıydınız? Hiç sormadı ki. Bir kerecik bile. İma dahi etmedi. Bilmiyor muydu sanki. Yine sormaz. “Metanetli olmak gerek!” Gözlerini kapatıp fırtınanın geçmesini bekle, kumlar yerden kalkıp kalkıp yeniden ve bir daha, kollarına, bacaklarına, acıdan, tostoparlak, başın kollarının arasında, nefes bile almadan, bekle. Geçecek, geçecek, sağ kalmak için, her şey bittiğinde. Sakinleyince yine etraf, kalkıp yürüyebilmek için. Ahh! Öyle zor ki beklemek. Şu an bunu, bütün bu olup biten, her şeyi, yine seninle konuşmaya, senin o serin avluna koşup saklanmaya öyle ihtiyacım var ki... Keşke şimdi gelip karşıma dikilsen, gözümün içine baksan, ta dibine, hiçbir şey söylemesen, hiçbir şey söylemesem, sarılsan uzun uzun, sarsan, öyle ayakta, sonra elimi tutsan, alıp götürsen, deniz kıyısına, kumlara otursak, denize baksak, sessizce, sadece dinlesek, bilsek, rüzgar tenimizi yalasa, beni sana, seni bana getirse sessiz diliyle, ayaklarımız kumlarda, sıcak, birbirine değse, köpekler aramızda, gülümsesek, eskisi gibi olsa, eski, huzurlu gölgeler, uykular, uzun.
“Zeynep? Nerdesin? Daha çok erken.”
Bengi Özboyacı
Comments