“Muratçım bir çay ısmarla da içelim be.”
Hava da neredeyse kararmak üzere.
“Kesene bereket kardeşim.”
Çay demeye de bin şahit... “Mehmet abi, ayıptır sorması taharet suyunda mı demledin çayı?” Sikinin suyunda demlemiş. Terbiyesiz herif. Ben sana vereceğim cevabı bilirdim de dua et Suphi abi içerde. Epeydir züğürdüm zaten. Gel gör ki Suphi’nin korkusundan ne zar sallayabiliyoruz ne de kahveci olacak terbiyesize. Geçenlerde babam pavyondaki olaydan bahsetmiş buna. Hiç üşenmeden iki saat boyunca dövdü beni. Bir de gaddar ki. Allahtan Matkap Cemil geçiyordu da sokaktan, artık sıkıldığından mı yorulduğundan mı bilmem, ona devretti beni. Matkap yine vicdanlı adam. Allah ne kitap ne bilir. Baktı ki bayılmışım, orada bırakır, uzatmaz işi. Diğeri öyle mi? Ayıltıp bir daha dövüyor. Hadi kendimden geçtim, beni zaten düşünmüyorsun da bana vurduğun eline ayağına da mı acımıyorsun be adam? Ne gezer. Neymiş? Mahallenin ağır abisiymiş de mahalle ondan sorulurmuş. Elinin ağırlığını gördüğümüz kadar abiliğinin ağırlığını göremedik çok şükür!
Yine de kabahatin büyüğü babamda. Aklıma geldikçe kafayı yiyorum. İnsan, evladına böyle bir şeyi nasıl reva görür? Bir kere babalığın şanına yakışmaz. Benim bir çocuğum olacak, annesinin beşibiryerdelerini pavyonda yiyecek, ben de onu Suphi’ye havale edeceğim. Hiç olur mu öyle şey? İskele babası mıyız biz burada? Evvela elini ayağını bağlarım, sonra da Allah ne verdiyse o. Gel de bunu Aksak Sülo’ya anlat. Altınları kendi yiyemedi ya karılarla ona yanıyor. Yoksa kefen parasıymış, annemin gözyaşlarıymış hepsi yalan.
Böyle beş parasız da… Önceden yine yevmiyeli işler çıkıyordu, artık o da yok.
“Yavaş ulan ayı! Tabakhaneye bok mu yetiştiriyorsun?”
Ezeceği yetmezmiş gibi ‘dütt dütt’ kornaya basıyor bir de. Bana mı durdu lan yoksa? Durduysa durdu, kapı gibi Suphi abim yanımda, oturmuş çayını içiyor. Zıkkım içsin pezevenk. Kantardakiler de Mahsum’la Tacettin’e benziyor... “Ne işiniz var oğlum orada?” Şu çocuk da Ali Mahir olmalı Tacettin’in kankası. Peki ya diğerleri kim? Kimse kim, bana ne? Mahsum, sol elini Tacettin’in omzuna atmış, onu teselli etmek ister gibi omzunu sıkıyor mu okşuyor mu belli olmayan bir hareketle, “Aydınlı’ya, inşaata gidiyoruz Bino. Sen de atla,” demez mi? Ulan Binali yine dört ayağının üstüne düştün ha! Tam da meteliğe kurşun atarken… Mahsum da az it değil hani, kesin yevmiyeleri ucuza getirmek için kıraathanenin önüne çektirmiştir kamyonu. Gerçi bu çapsıza güvenip kim iş verir ki? Kim verirse verir, sen üzümünü ye bağını sorma.
“Madem öyle, bir el at da ben de geleyim.”
Mahsum’un Tacettin’i teselli etmeyen sağ elinden aldığım destekle kantardaki yerimi aldım. “Amma da kalabalıkmışız Mahsumcum. Ayıptır sorması uzun sürer mi işimiz?” Cevap Tacettin dangalağından geldi, “Kısa sürecek.” iki üç günlük iş olsa fena olmazdı ama buna da şükür. Ne alacağız ne vereceğiz sorsak ayıp olur mu acaba? Neden ayıp olsun, babamın hayrına mı çalışacağım sanki? Hem Aksak Sülo demiyor mu hep, pazarlık sünnettendir diye. “Mahsumcum ayıptır sorması üç beş ne sakal alırız bu işten?” Arkadaşlar arasında bu tür şeylerin lafı olmazmış. İnşallah olmaz. “Yanlış anladın Mahsumcum. Sende kimsenin hakkı kalmaz bilirim.” Elini göğsüne götürüp eyvallah anlamında başını öne eğiyor bir de. Havalara bak, gören de kırk yıllık taşeron zanneder. Tacettin’e ne demeli peki? “Bugün bana yarın sana” demez mi bu da. Ne oluyoruz oğlum alt tarafı kazma kürek sallayacağız dememe kalmadan kamyon stop etti. Birer ikişer herkes atladı kantardan. İnşaat da kocamanmış bu arada. Nereden baksan on beş, yirmi katı var. Taraçayı andıran galerileri ile dışa doğru yükselen U şeklinde inşa edilmiş bir bina. Binanın avlusundaysa sökülen iskeleden arta kalan öteberiler, hariçten Mahsum, Tacettin dangalağı, Ali Mahir ve Tacettin’in liseden arkadaşları olduğunu öğrendiğim altı çocukla beraber ben varım.
Hipnotize olmuş gibi binaya baktığımı gören Ali Mahir, “Öyle çok bakarsan boynun tutulur Binali kardeş,” deyince, onu “Hoş gör Ali Mahir kardeş, bizim oralar hep gecekondu olduğu için başımız yerde gezmeye alışmışız,” diye cevapladım. Biraz önce Mahsum’un yaptığı gibi bu da sağ elini göğsüne götürüp eyvallah anlamında başını öne eğdi. Yevmiyeye mi geldik mafya dizisi setine mi belli değil.
Birkaç saniye süren sessizlik tepemizden gelen “Alışmak sevmekten daha zor geliyor/ Alışmak bir yara bağrımda kanıyor/Sen yoksun kollarım boşluğu sarıyor/ Alıştım bir tanem alıştım sana” sözleriyle son buldu. Hepimizin bakışları yukarı çevrildi. Tacettin delirmişçesine cebinden çıkardığı sustalıyı, ikinci katın galerisinden bize ünleyen çocuğa doğrultup “Ulan kör, ulan ırz düşmanı Ümit!” diye haykırmaya başladı. Tacettin bağıradursun, sağ gözü neredeyse kapanmış, inşaat sporlarından kaynaklandığı her halinden belli olan biçimsiz kasları ve sırık gibi boyuyla adının Ümit olduğunu öğrendiğimiz insan azmanı, elleriyle bizi işaret etti ve “Hani eski usulde halledecektik. Yemedi mi lan dangalak?” diyerek gözlerini Tacettin’e dikti. Bu meydan okumanın altında kalmak istemeyen Tacettin de “Onlar genel izleyici,” diyerek biraz sonra yaşanacak şeylerin artı on sekiz olacağını ima etti. Fakat sorun şu ki, o esnada orada olan hiçbirimiz on sekiz yaşında değildik.
Ben, Mahsum’dan hem olan bitene dair bir açıklama yapmasını hem de ortalığı sakinleştirecek birkaç söz sarfetmesini beklerken o, ikili arasındaki söz dalaşına katılmış, tepemizde höykürüp duran insan azmanına “Başı bağlı bir kıza yavşamak hangi raconda var ulan kör,” diye hakaretler yağdırmaya başlamıştı. Mahsum hakaretlerine devam ederken insan azmanı kendinden emin bir edayla galeride birer ikişer toplanan diğer inşaatçıları gösteriyordu. Nihayet inşaatçıların sayısı birkaç düzineyi geçtiğinde Mahsum afallayarak lal oldu. Sadece Mahsum değil hepimiz lal olduk. Sessizliğimizden faydalanan insan azmanı “Baktık ki kemiklerinizden başka kıracak hiçbir şeyimiz yok, Aydınlı’nın bütün inşaat işçileri olarak birleşelim dedik,” sözleriyle biraz sonra yiyeceğimiz dayağa sınıfsal bir girizgâh yaptı.
Benim jeton yeni düşmüş, Mahsum’un inşaattan kasıt beni yevmiyeye değil kavgaya çağırdığını ancak anlamıştım. Anlamamla topuklamaya yeltenmem bir oldu. Fakat iş işten geçmiş, galerilerden boşalan inşaatçılar zaman kaybetmeksizin U şeklinde olan avluyu, O şeklinde bir çembere dönüştürmüştü. Ve o çember üzerimize doğru hızla daralıyordu.
İnşaatçılar açılışı kazma, kürek sapıyla yapmayı terci etti. Halı silkeler gibi silkelemeye başladılar bizi. Tabii ben Suphi’den şerbetli olduğum için bu esnada hiçbir savunma refleksi göstermeden sadece derin nefes alıp vermeye çalışıyordum. Bu konudaki acemiliği her hareketinden belli olan Ali Mahir, sopa darbelerinden korunmak için sağ elini kendine siper edince bedelini kırılan kol kemiğiyle ödedi.
Biz daha ilk dalganın şokunu atlatamamışken mola veren inşaatçıların yerini çoktan yenileri almıştı. Aralarında önceden görev dağılımı yaptıkları belliydi. Avlunun girişinde etliye sütlüye karışmadan bekleyen iki kişi, icap ettiğinde yanlarındaki el arabasını alıp sıhhiye görevi görüyordu. Bu şekilde çemberden çıkartılan ilk zayi Ali Mahir oldu. Yediğimiz dayak deneysel bir boyut kazanıyordu. Bunu, belime aldığım mala darbesinden sonra net anladım. Sırtımı çizen herif büyük bir ustalıkla, kırbaç kullanır gibi kullanıyordu malayı.
Bu arada Tacettin’i başından beri bizden ayırmışlardı. Eğer aldığım darbelerin tesiriyle halüsinasyon görmüyorsam, insan azmanı, yüzükoyun yere yatırdığı Tacettin’in kasayı silikon tabancasıyla zorluyordu. Allah yardımcısı olsun ama Tacettin’in kandili bitmek üzereydi.
Mahsum’a ne oldu acaba? Kesin uyuşmuştur. Üflemeden bulaşmaz bu tür işlere, ama inşaatçılar bu azim ve ciddiyetle ölüyü bile diriltir. Destansı bir meydan dayağı yiyorduk. Feryatlarımız avludan yükselip asumana erişmiş olmalı ki insafa gelip Tacettin haricinde hepimizi serbest bıraktılar. İnşaatın avlusunda yere yığılan çocuklar farkında olmadan buraya bir tür sahra hastanesi görünümü kazandırmıştı. Sonradan öğrendiğime göre binayı zaten özel hastane olacak şekilde inşa ediyorlarmış. Şahsen ben memnun kaldım. Öneririm.
Yerde yatan çocuklardan müsaade isteyerek Aydınlı’yı İçmeler’e bağlayan ana yola doğru sendelemeye başladım. Bereket, otostop çektiğim ilk araba şansıma durdu. Hemen ön kapısını açarak içeri atladım. Şoför mahallinde oturan adam bizim pavyonun fedaisi Hüseyin abiden başkası değildi. Ama ne olmuşsa artık bunun suratı benden beter. Allah seni gönderdi Hüseyin abi dememe kalmadan bu da başladı girişmeye. Yapacak bir şey yok, çekilecek çilemiz varmış diyerek kaderime razı oldum. Amelelerin es geçtiği her yeri itinayla doldurdu Hüseyin. Adamı boşuna fedai diye dikmemişler pavyonun kapısına. Bütün tecrübesini konuşturdu. Suphi, beni patakladıktan sonra reşit olmayan çocuğu nasıl pavyona alırsın diyerek bunu da pataklamış. Haklı olarak Hüseyin de hıncını benden çıkardı. Ama Hüseyin’i kıskanmadım değil, eğer ben Suphi’nin çıraklık eseriysem Hüseyin bildiğin ustalık eseri olmuştu.
Hüseyin’in kendisi de perişan halde olduğu için dayağı tadında bıraktı. Ardından kendini koyuverip ağlamaya başladı. Resmen bana abi çekiyor, Suphi seni dövdüğümü duymasın diye ahu vah ediyordu. O an, babam yaşındaki adamın salya sümük ağlaması çok ağırıma gitti. Elimi omzuna atarak “Rahat ol abi, Bektaşi sırrı gibi saklayacağım bu dayağı,” dedim. Rahatlamış olmalı ki bu sefer de mutluluktan ağlamaya başladı. “Bir ara çaktırmadan pavyona uğra, bendensin,” diyerek şükranlarını sundu. Sağ olsun, kıraathanenin kapısına kadar getirip son kez helallik istedi. “Helal olsun abi. Sonuçta bir elmanın iki yarısı sayılırız artık,” dedim. Kıraathanenin kapısında oturmuş çayını içen Suphi’yi görünce de tozu dumana katarak kaçtı.
Güneşin batmasından başka mahallede hiçbir değişiklik olmamış gibiydi. Değişen tek şey bendim. O gün bugündür bana Aksak Sülo’nun oğlu Aksak Bino derler.
Burak Uyak
Comments