Mutluluğun yolu çok fazladır ve çocukken o yolları bulmak hiç de zor değildir. Üstelik bir yetişkinin keder ve öfkeyle kendinden nefret edeceği anlarda bile. Buna ister saflık deyin ister hayat acemiliği.
Nereye, ne için gittiğimi bilmesem bile yolculuk mutluluk demekti benim için. Traktör çalışıp çamurluğun üzerindeki oturağa kurulduğumda neşeyle gülüyordum. Yol kenarlarında, yanımdan akıp gidecek, her şeyi görmek için hazırdım. Önce köyden çıktık, her karışını ezbere bildiğim meranın ortasından yokuş aşağı, ilk ova köyünün içinden geçtik. Ovanın her yerinde damar damar su kanalları kımıldıyordu. Bizim oralara asla uğramayan asfalt, damarlardan akan gücün büyüttüğü sapsarı ayçiçekleri, karpuz, kavun bahçeleri, şeker pancarı tarlaları. Şeker pancarı hayaldi, sadece gökten yağacağa bel bağlayarak ektiğimiz arpa ve buğdayın tam karşısında yemyeşil yaprakları altında pişen tatlı köküyle uzak bir zenginlik hayali.
Çiftlik, şeker pancarı tarlalarının ortasında uzanan yolun sağa kıvrıldığı yerde yükselen, meşe ağaçlarıyla çevrili bir tepeciğin üzerindeydi. Traktör yoldan ayrılıp yokuşa vurduğunda güneş batmaya yakındı. Ölümü yaklaşan ışıkların meşe yaprakları üzerindeki çırpınmaları, renkten renge girip yok olmaları gözümü alıyordu. Yokuşu çıkıp biraz ilerlediğimizde yaklaşık iki dönüme kurulmuş küçük krallığın kapısının önünde köpekler karşıladı bizi. Birisi gelip onları sakinleştirene değin traktörden inmeden, hatta stop bile etmeden bekledik. Babamla aynı kanı taşıdığımız konusunda beni şüpheye düşüren onlarca şeyden biriydi bu. Köpeklere bayılırdım, oturduğum yerden kalkıp yanlarına gitsem, alınlarını, sağrılarını sevsem eminim sakinleşirlerdi. O ise bütün ömrü köyde geçmiş bir çoban olmasına rağmen köpeklerden korkardı, dahası nefret ederdi. Kahya, “Korkmayın, korkmayın,” deyip gülerek aralarına girdiğinde bile hala inmeye çekiniyordu.
Kahya demir kapıyı kaydırıp bizi harmana soktuğunda çiftliği akşam telaşı sarmıştı. Ortada yükselen iki katlı sarı boyalı evin etrafını çevreleyen davar ağılları, ahırlar, kümesler, samanlıklar, hayvanları yerlerine yerleştirmeye çalışan kadınlı erkekli çalışanların ve hayvanların bağrışmalarıyla daha belirginleşiyor, hangi kapının neye yaradığı anlaşılıyordu. İkindi vakti yağan yağmur, koşuşturmayla yoğrulup çamura dönmüştü. Babam kahyanın yanında yürüyor, çamura aldırmadan bir an evvel eve girmek istiyordu. Bense bacaklarıma dolanan zağarın sarı gözlerine takılıp kalmıştım. Hayvanın açlığı buğulanan gözlerinde apaçık seziliyordu. Az ilerdeki kazanda karılan arpa yalına gidiyor, kadının uzun kepçeyi kaldırışıyla tekrar bana koşuyordu. Babamın bakışlarıyla çamurun ortasında dikilişim son buldu, peşlerinden eve girdim.
Çiftlik sahibinin bizi çağırttığı oda az önce kaldırıldığı anlaşılan yemeğin kokusuyla doluydu. Yola çıkmadan yediklerimiz çoktan uçmuştu, etin kokusu kâhyanın az önünde duran babamın ve benim midemde tur atmaya başladığında aklımdaki tek şey bir yemek yiyip yiyemeyeceğimdi. Zağarın yal saati yakındı ama bana aç olduğumun sorulup sorulmayacağı meçhuldü. Adam yüksek sedirin üzerinde bağdaş kurmuş sol yanına yerleştirilmiş küçük sehpanın üzerindeki çerez tabağına uzanırken gayet umursamazdı. Beyaz yanaklarına yer etmiş kırmızı damarlar yol yol patlıcan burnunun üzerinde de seçiliyordu. Yağlı saçları şapkanın altından boynuna ve kulaklarına akıyor; çakır gözleri, incecik sarı kaşlarının altında yanıp sönüyordu. Her şeye rağmen, solak oluşu hoşuma gitmişti. Solaklığımı fark ettiğinden beri ensemde boza pişiren babamın adamın karşısında el pençe divan oluşu keyiflendirmişti beni.
Herif hiç istifini bozmadan sigarasını yakıp babama bakarak konuşmaya başladı. Sesindeki haddinden fazla içilen tütünün çatlağı, dilindeki pelteklik, konuştukça yüzünün çirkinliğini siliyor tuhaf yersiz bir şirinliğe neden oluyordu.
“İbğahim kâhya anlatmıştığ geğçi de ben de anlatayım. Kığk buzağı vağ çiftlikte çocuk onlağa bakacak. Biliyoğ değil mi az buçuk ne yapacağını?”
Babam, üzerine hiçbir halin oturmadığı, yarım yamalak, yel nereden eserse oraya savrulan öylesine bir adamdı. Kartondan kesilmiş gibi ince gövdesini ne yapacağını bilemeden yalakaca bir tavır takınmaya çalışarak,
“Bilir bilmez mi? Doğduğundan beri hayvanın içinde. Davar yapmadık ama malı bilir. Eli çabuktur, akıllıdır,” dedi.
“Dediğim gibi kığk buzağı onda olacak sabah çıkağacak güdecek akşam getiğecek yatığacak. Kâhya buğda zaten anlatığ heğ şeyi. Kaç yaşında çocuk?”
“On üç.”
“Pılı pığtısını getiğdin mi? Ben çok yağağsa bi çizme veğiğim bi yağmuğluk giyimine kağışmam.”
“Getirdik getirmez olur mu? Traktörde duruyor.”
“Sabah, akşam yemeğini çifliktekileğle yeğ. Sabahtan azığını suyunu hazığlağ bizim Sultan. Eee şimdi söyle bakalım ne istiyoğsun üç ay için benden?”
“Para olarak mı söyleyeyim?”
“Yok. Ya buğday olağak ya nohut”
“Ya elli çinik buğday ya otuz çinik nohut isterim.”
Adam bakışlarını birden kâhyaya çevirdi. Altına katladığı bacağını eliyle kıçına doğru çekip biraz daha yükseldi.
“Olmaz o iş. Yirmi çinik nohudu yükleğ gideğsin yaz sonunda çocuğu da alıp. Oluğ değsen kalsın, yoksa uğuğlağ ola.”
Babam kahyayla göz göze geldikten sonra, “Tamam,” dedi. Adam aynı umursamazlıkla hiç istifini bozmadan, “İyi o zaman hadi selametle,” deyince, kâhya önde biz arkada çıkıp harmana indik. Bu, adamı ilk ve son görüşüm oldu.
Giriş kapısının önünde yanan sokak lambasının ışığı altında bulanık bir su gibiydi harman. Hava soğuktu. Yaz, sadece kokularıyla gelmişti. Meşelerden dağılıp, brandaların altında geviş getirerek yatan hayvanların taze boklarına, oradan taze çamura sıçrayan kokularıyla. Traktörün yanına kadar yine beraber yürüdük. Köpekler ayağa bile kalkmadan yattıkları yerden gözleriyle takip etmekle yetindiler. Çantamı alır almaz motoru çalıştırdı babam. Artık kendini güvende hissettiği belliydi. “Kâhya ne derse yap, işine sahip çık,” dedi. Başımı sallayıp kapıya doğru yürüdüm. Kâhya hala traktörün yanındaydı. “Sen meraklanma, haber ederim en kısa zamanda,” dedi. “Hadi inşallah,” dedi babam, sonra motorun sesi uzaklaştı.
Kâhya geldiğimden beri benimle tek kelime dahi konuşmamıştı. Yalakalık ve patronunun gölgesi olmak mesleğini hakkıyla icra eden bu eli arkasında dolaşan lanet önümde yürürken düşündüğüm tek şey açlığımın çaresinin onda olamayacağıydı. Evin solundan dolaşıp arka taraftaki prefabrik yapıya vardığımızda kapıda durup, “Sultan,” diye bağırdı. Elinde odun kovasıyla kapının önünde dikilen, ellisine yaklaşmış zayıf uzunca bir kadındı. Yüzünde hiçbir zaman geçmeyeceği belli bir acının izi, onu örtmeye çalışan da bir gülümseme vardı. Altına eski bir fistan, üstüne eprimiş bol bir kazak giymişti. Ayağındaki lastik erkek ayakkabılarının uçları, kitaplardaki cinin giydiği fare burunlu ayakkabıları andırıyordu. Kâhya, kadının yüzüne tiksinen bir ifadeyle baktıktan sonra, beni eliyle ileri itti.
Dikdörtgen yapının girişinde, üzeri muşambayla kaplanmış derme çatma bir masa ve okul sıralarını andıran iki uzun oturak önümde duruyordu. Onların arkasında da terekleri küflenmiş küçük bir mutfak vardı. Sultan katlanır tezgâhı kaldırıp mutfağa geçtiğinde masanın önünde dikilmiş etrafıma bakıyordum. Kirli duvarlar askılarla, askılar iş kıyafetleriyle doluydu. Sağımda ve solumda iki kapalı kapı, kapıların önünde kirli iş ayakkabıları. Mutfak tezgahıyla masayı birleştiren yerde çayırda otlayan kuzuların olduğu kırık çerçeveli bir poster. Sultan, tezgâhın arkasından çıkıp omzumdaki çantayı alana kadar öylece baktım. Hayatım boyunca peşimi bırakmayan, bulunduğum her yere yabancı olma duygusu ilk burada musallat oldu bana sanırım. O kıyafetler, ayakkabılar, masa, mutfak tezgâhı, Sultan… Hepimiz yabancısıydık buranın.
Çantayı masaya koydu, “Neye bakıyorsun öyle. Gariplendin mi yoksa?” dedi. “Yok gariplenmedim de kimin bu pılı pırtı ona baktım?” dedim. “Senin gibi çobanların, azapların kimin olacak. İşliğini yarın akşam bunlardan birine asarsın, kokutuyormuş odayı, sanki kendileri kokutmuyormuş gibi. Şu odaya gir, boş bir yatak var geç yat şimdi dikilip durma.” Tüm cesaretimi toplayıp gözlerine bakarak, “Açım,” dedim. Gözleri birdenbire açıldı. “Haa şu mesele. Burada kahvaltı ve akşam yemeği dışında yemek yok. Yeni geldin acemisin, sana ekmek arası bir şeyler vereyim ama kulağına küpe olsun. Beni kâhya denen fıçı göbekli piçle yüz göz etme. Geç otur şuraya,” diye çıkıştı. Ekmek arasını önüme bıraktı, çıkıp gitti.
Domates peyniri yerken etrafıma tekrar baktım ve birdenbire ağlamaya başladım. Ses çıkarmamaya çalışarak, bir yandan ekmeği ısırıp bir yandan hıçkırarak, ne için olduğunu bilemediğim hayatımın en uzun ağlaması… Sanki bir kova dolmuş da bu iğrenç mutfağın görüntüsüyle taşmıştı. Çenem sızlayana, gözlerim kuruyup yanana kadar ağladım. Sonra kalkıp usulca odaya girdim. Odanın ortasında üst üste koyulmuş kasalardan bir masa, yarı dolu yarı boş çay bardakları, bir deste iskambil kâğıdı, bir kalem ve yazboz duruyordu. Dört kişi altlı üstlü ranzalarda uyuyordu. Horlamaları ahenkliydi. Yorgunluk gırtlaklarından tıslamalar, inlemeler eşliğinde odaya yayılıyor, gürültü hapsedilmiş bir yırtıcı gibi oradan oraya çarpıp duruyordu. Asıl katlanılmaz olansa kokuydu. Bir köpeğin kokusuna alışabilirdim, bir davar ağılının kokusuna, bir ahırın kokusuna ama ağzının, kıçının, ayaklarının, terinin bulamacıyla insan kokusu katlanılmazdı. Sağ dipte duran, oraya benim için getirildiği belli, somyaya uzandım. Kulaklarımı bir tişörtle sarıp, kafamı temiz havlularımdan birine gömdüm üstümle başımla yattım.
Rutine uymam zor olmadı. Herkes ne yapıyorsa onu yaptım. İşliklerimi giydim. Kapının önündeki yalakta yüzümü yıkadım. Sultanın hazırladığı kahvaltıyı diğerleriyle birlikte yedim. Hiçbiri benimle konuşmadı. Benizlerindeki kavruk bezginlik dışındaki her tavırları her hareketleri makine düzenindeydi. Bir tek o bezginlik insaniydi ama ona bakmak da cesaret istiyordu. Kâhya kapıdan içeri girer girmez son lokmalar yutuldu. Onun kapıdan her sabah aynı dakikada girişinin kahvaltının bittiği, çarkların dönmeye başladığı, yaşamla bağımızın koptuğu, zamanın durduğu anlamına geldiğini daha o an kavradım.
Buzağı ahırının kapısına geldiğimizde yumruk yaptığı elini diğer eliyle ovuşturarak konuşmaya başladı. Konuşmak zorunda olmaktan nefret ettiği belliydi. Vücudu biçimini kaybediyor, ne yapacağını bilmez bir halde sallanıp duruyordu. Sözcükler ağzından çıkmak istemiyor, dilinin ucundan boğazına doğru kaçıyor o ise onları ite kaka dişlerinin arasından dışarı çıkarmaya çalışıyor gibiydi. Bakışlarıyla, hareketleriyle tıkır tıkır işlettiği çiftliğin kapısından giren her çömez bir işkenceydi belli ki. “Bugün beraber çıkaracağız sürüyü meraya. Yolu, otlağı öğrenirsin,” dedi. Başımı sallayıp kapıya yöneldim. “Mümkün mertebe çiftliğe yakın yerlerde güt, öğle suyuna çiftliğe getir. İkindiden sonra ahırda olmaları lazım. Geç bırakma, inekler gelmeden yem yemezlerse bağırıp dururlar.”
Biliyordum. Erkeklerin birkaçı damızlık ayrılırsa ayrılacak, diğerleri kışa doğru süt danası olarak giyotine gidecekti. Dişiler gelecek yaza döllenecekti. Bu kadarını hiç gütmemiştim ama buzağı gütmek diğerlerinden zordu. Kimisi doğru düzgün otlamayı bilmez, kimisi anasını arar, kimisi yerinde durmaz oraya buraya zıplar, kimisi sütten erken kesildiği için hastalanır… Ama iyi tarafı neşeli, meraklı ve komik olurlar. Kâhya bir saat içinde işi bildiğimi anlayıp gidince ufak bir tepeye çıkıp yeşilliğin ortasında dalgalanışlarını seyrettim. Güneşin altında ışıldayan tüyleriyle birbirleriyle oynayıp duruyor, taze otun ve açık havanın lezzetiyle kendilerinden geçiyorlardı. İşin aslı bir sığırın ömrüyle bir insanın ömrü kıyaslandığında aramızda pek bir yaş farkı da yoktu.
Birkaç gün içinde bütün düzeni öğrendim. Yemekler yetmiyordu ama dert değildi ova bağ bostandı. Hırsızlık aç çobanın şanıdır derler. Zağarı da kendime alıştırmıştım. Kâhya av için getirtmiş zamanında, gönlü geçince de salmış çiftliğe. Adını Çiseli koydum. Gözlerinden burnunun kenarlarına damla damla akan bir yol, bir hastalık. Sıcağın altında kırk buzağıyla baş etmek yorucuydu. Tüm bunlara katlanabiliyordum fakat dayanılmaz olan yatakhaneydi. Koku ve horlamalar alışılacak gibi değildi. Geceleri tüm yorgunluğuma rağmen uykumdan zıplıyor, boğulacak gibi oluyor, tekrar uykuya dalmaya çalışıyor ama yapamıyordum. Aslında bir çare bulmuştum ama bunu kâhyaya söylemeye çekiniyordum. Yatakhane duvarının dibine bir minder atıp bekledim. El ayak çekilince içeri girdim. Sultan bulaşık yıkıyordu. Odaya girmediğimi anlayınca önce homurdandı. Ardından bana dönmeden, “Hayırdır, zağarın gibi ne dolanıp duruyorsun ortalıkta?” dedi. “Çiseli,” dedim.
“Ne?” dedi elindeki tabağı kurulayarak.
“Adını Çiseli koydum”
“Ne demekmiş o?”
“Senin hastalığının aynısı onda da var. Yağmur gözlüsünüz ikiniz de.”
“Laflara bak laflara”
“Kötü bir şey değil ki?”
“Aman neyse ne! Söyle bakalım karın ağrını.”
O an duraladım. Öyle durumlar vardır ki sözcükleri dikkatle sarf etmek gerekir. Ya o yatakhaneden kurtulacaktım ya da bir gece kaçıp gidecektim. Ama nereye kaçacaktım ki? Köye dönsem ertesi gün babam kolumdan tuttuğu gibi geri getirecekti. Üstelik yiyeceğim dayak, çiftliktekilerin gözünde yakalanıp geri getirilmiş bir ahmak durumuna düşmem de cabası. Ama bir his yüreklendiriyordu beni. Her kadında olduğunu öğrendiğim yürek yufkalığının Sultan’da da olduğundan emindim. Daha ilk gece açım diyerek gözlerine baktığımda görmüştüm bunu. En taş kalplisinde bile bulunan o adını asla tam olarak bilemeyeceğim şey.
“Kokudan uyuyamıyorum. Ne yaptıysam olmadı. Yarım yamalak uykuyla kalkıp hayvanın peşine düşüyorum,” dedim boynumu bükerek. Sultan gülmeye başladı. “Aman da paşama bak. Ne bekliyordun buraya gelirken acaba ılık götlü piç. Bunların sana yatak verdiğine dua et. On beş yıldan fazladır buradayım daha geçen sene dipte bir odaya geçebildim ancak.” Tezgâhı kaldırıp kapıya doğru yürüdü.
Gökte, okulda öğrendiğim tüm takım yıldızları seçiliyor, ufak tefek bulutların altında ağır ağır dönüyor, ayda toplanıp şenlik yapanlara karışmaya çalışıyorlardı. Sultan az önce çömeldiğim duvara yaslanıp tütününü yaktı. Karşıdaki su yalaklarını gösterdi. “Bunların beton kalıpları çakılırken girdim bu harmandan içeri, o günden bugüne bana ne verdilerse onu aldım. Sen istemeyi biliyorsun ama yanlış. Hepi topu kalacağın iki ay daha gir içeri yat. İki ay nelere dayanır insan.” Yüzüme bakmıyordu. “Ne bir yatak istiyorum ne de bir oda, arkadaki eski samanlığa bir battaniye atacağım o kadar,” dedim. “Git söyle o zaman kâhyaya, hem zaten ne dersen yapar bu aralar.” Yüzüme bakıyordu şimdi. Aradığı bir şey vardı suratımda, söylediği son sözün yüzümdeki karşılığını görmek istiyordu. “Ne demekmiş o,” dedim. Sarmayı fırlattı. “Siktir et. Topla neyin varsa git yat samanlığa, ben konuşurum.”
Samanlığa taşınmam hakkında kâhya tek söz bile etmedi. Hatta Çiseli’yi yanıma almam bile sorun olmadı. Fakat Sultan’ın iması her şeyin anlamını değiştirdi. İçimdeki kuşku geriye dönüp düşünmeler, geçen günleri an an yeniden yaşamalar… “Ne dersen yapar bu aralar.” Babamın çiftliğe gelip gittiğini bu imanın yarattığı dikkat sayesinde idrak ettim. İlk elma bahçesinde gördüm kahyayla ikisini. Birkaç gün sonra gece yarısı kapıda, traktöre binip giderken. O gece samanlığa girmek gelmedi içimden. Buzağıları yamacından otlağa sürdüğüm tepenin üstünde oturdum. Ay ışığının altında yanan asfalta baktım. Nereye gidiyordu bilmiyordum, ne kadar gidersem kurtulurdum içimdeki kaygıdan bilmiyordum. Yürümek istiyordum, evim bildiğim köye değil, simsiyah meşe koruluğunun içine. Çobanaldatanların bağırtısı arasında, varacağım yeri hayal bile etmeden, kimsenin varlığına tutunmayarak, kimseden bir şey ummayarak ama kımıldayamadım.
Uyandığımda gün ağarıyordu. Üzerimdeki yırtık hırkadan ne kalmışsa ona bürünmüş olarak odun gibi katılaşmış, ağrıyan bedenimi büzerek toparlandım. Çobanaldatanlar hala bağırıyordu. Saat daha erkendi koşarsam kahvaltıya yetişebilirim diye düşündüm.
Yatakhane kapısını açtığımda kahvaltı başlamıştı. Fakat havada bir gariplik, bakışlarda beni delecek, parçalayıp geçecek bir sivrilik vardı. Elime çocukluk diye tutuşturulmuş, bakışlardan anlamayı, söylenmeyeni duymayı, öfkeyi bir sakız gibi çiğneyip tükürmeyi, gerçeği sadece sezmeyi öğreten kederli sakinlik, şimdi de şaşırmamayı öğretmişti bana. Öyle ki tezgâhın arkasında duran kadının Sultan olmadığını gördüğümde şaşırmadım. Sultanın, kâhyanın dul kalmış kız kardeşi olduğunu öğrendiğimde şaşırmadım. Yaz sonunda babam yirmi çinik nohutla beni almaya geldiğinde arkamdan kimsenin bir el dahi sallamamasına şaşırmadım. Traktörden inip evimizin harmanına girdiğimde Çiseli’nin bacaklarıma dolanmasına, babamın merdivende duran Sultan’a, “Hanım biz şu çuvalları yerleştirene kadar yemeği hazırla,” diye seslenmesine şaşırmadım.
Deniz Karanfil
Comentarios