Zaman geçiyor, gün doğuyor, batıyor,
inanılmaz bir hızla dönüyor dünya.
Ben bu koca dünyanın ortasında minicik bir nokta;
ruhumla, bedenimle tutunmaya çalışıyorum
hızla geçip giden zamanın kıyısında.
Tamamlanmamış bir hikâyenin içinde dolaşırken buldum kendimi kaderin bir oyunu sonucunda. Eski bir kasabanın ıssız sahillerinde gezindim. Her şeyi, hepsinin birer kader anı olduğunu kabul ederek, sadece yaşadığım ânın gerçekliğine odaklanarak yürüdüm yollarda. Kumlarda benzer biçimde ıslanırken ayaklarım, tek başıma topladım bu sefer deniz kabuklarımı. Bir hayal, bir masal hatta bir yanılsama gibi geçtim gittim dalgaların içinden.
Birkaç gün önce çalan telefon ve babamın derin bir kuyudan gelen sesi. “Annen vefat etmiş kızım.” Telefon açık vaziyette uzun bir süre olduğum yerde kaldım. Çok uzaklardan babamın sesi gelir gibiydi ama düştüğüm boşluktan çıkmama yetmedi. Saatlerce, günlerce aynı koltukta kaldım sanki, hareketsiz, nefessiz. Zaten çok uzaklarda olan annem, beni bir evlat olarak görmeyen annem artık çok daha uzaktaydı. Sesini en son ne zaman duymuştum ve kim bilir en son ne zaman ‘anne’ diyebilmiştim ona. Yaşadığım büyük sarsıntının ardından otomatiğe bağlanmış biçimde burada, bu her şeyin başladığı ve her şeyin bittiği yerde buldum kendimi. Sahi neden buradaydım? Yıllar olmuştu. Yoksa kendimi hâlâ affedemediğimden ya da o deniz feneriyle hesabım henüz bitmediğinden mi? Ben de bilmiyordum.
Orada, rüzgârın ve dalgaların ortasındaki deniz fenerinin yamacında oturdum epey bir süre. Fener, yanından, yöresinden geçip gidenlerin ve kalanların sessiz şahidiydi. Bir de biz fanilerin göremediği deniz kızlarının ev sahibiydi.
Küçük bir kız çocuğu yaklaştı yanıma, elinde koca bir külah dondurma, eriyenler külahtan ve ağzının kenarlarından aşağıya sızıyordu. Gözlerimin ta içine baktı merakla. Ben de aynı bakışla karşılık verdim. Bir süre böyle süzdük birbirimizi. Havaya kalkan eli saçlarımı işaret ederken, “Gerçek mi?” dedi. “Gerçek ya,” dedim. Kendi incecik ve neredeyse kafa derisine yapışık duran cansız saçlarına uzandı elleri. “Benim de olsa…” dediği anda koşarak uzaklaştı yanımdan. Benimse gözümün önünde bambaşka bir küçük kız belirdi o anda. “Abla neden benim saçlarım da seninkiler kadar gür değil ki?” diye soran sesi çınladı kulaklarımda. Rüzgârda savrulan saçlarımı koca bir demet gibi tutup bileğimdeki lastikle zapt ettim, içimden geçen bir ah eşliğinde.
Küçük kız ilerideki dondurmacının önünde bekleyen grubun arasına karıştı. Bir kadına beni işaret etti. Birlikte bana baktılar. Çocuk bana doğru bir hamle yapmaya kalkıştığında kadın sıkıca kavradı omuzundan ve işaret parmağı havada çatılan kaşlarıyla bir şeyler söyledi kıza. Kız başını eğip yere baktı. Arada benim olduğum tarafa kaçamak bakışlar atarak olduğu yerde kaldı. Tahmin ettim kadının neler söylemiş olabileceğini. Nihayetinde bir yabancıydım. Aldırmadım.
Akşama doğru kalkıp gövdemi ayaklarımın üzerinde sürükleyerek kaldığım pansiyona döndüm. Kapıda pansiyon sahibi kadın ve kızları neşeyle muhabbet ediyorlardı. Zoraki bir gülümsemeyle selam verip bahçeden içeri süzüldüm. Arkamdaki bakışları ve fısıldaşmaları tahmin ediyordum. Henüz fırsat bulup soramadılar kimim, ne işim var yılın bu mevsiminde bu kasabada diye.
Ortalık sakin olunca en güzel odalardan birine yerleşmek pek zor olmadı. Denizi ve pencerenin çaprazından deniz fenerini görebileceğim harika manzaralı bir odadaydım. Deniz feneriyle her göz göze gelişimde kalbime bir ateş düşüyordu. İfadesiz, sadece bakıyordu, tıpkı o gün olduğu gibi. Sahi neden vardı ki, en zor anlarda insanlara yardım etmeyecekse neden yıllardır bekçiliğini yapıyordu bu sahilin? Ona kırgındım o gün, göz göre göre sessiz kaldığı için. Benim elim kolum tutmazken arkamdan bir destek çıkmadığı için. Nafile biliyordum. Sadece deniz kızlarına yarenlik ederdi o. İnsanoğlunu sevmezdi oldum olası. En karanlık gecede ışığına muhtaç kalan tekneye de zerre yardım etmediğini unutmadı kimseler. Fırtınanın orta yerinde yapayalnız bıraktı tüm o insanları da. Sıvası dökülmüş, betonlarının içindeki demirler görünmeye başlamış, iyiden yaşlanmıştı artık. O kasabayı bıraktığından kasabalı da onu bırakmış. Zerre ilgilenmemiş, bakımını yapmamış. Kaderine terk etmişler tıpkı onun insanları terk ettiği gibi.
Akşam yemekleri bahçeye kurulan güzel bir sofrada servis ediliyordu. Bu akşam merakına yenilen pansiyon sahibi Meral Hanım izin isteyip masama ilişti. Bir yandan yemeklerini överken bir yandan da ufak ufak sorularını sormaya başladı.
“Sizi daha önce görmedim buralarda. İlk defa mı geliyorsunuz kasabamıza?”
“Yok bu ilk gelişim değil ama uzun yıllar sonra ilk kez geliyorum diyebilirim.”
“Değişmiş mi siz görmeyeli?”
“Yo, pek bir değişiklik yok gibi, sadece birkaç büyük market ve apartmanlar kondurulmuş eskilerin yerine.”
“Evet, pek dışa dönük bir yer değil, sadece yazları gelen giden yazlıkçılar ve tatilcilerle biraz hareketleniyor, sonra bir dahaki yaza kadar derin bir sessizliğe gömülüyor. Kış da çok çetin geçer buralarda. Artık deniz sezonu bitti sayılır, öğlen saatleri hariç suya da pek girilemiyor. Sizi bu mevsimde hangi rüzgâr attı buralara?”
Esas soru gelmişti. Neden buradayım? Bir sonraki soru da kim olduğum olacak.
“Bu yaz tatil yapma fırsatım olmadı, işlerden de baya yorulunca atlayıp arabama kıyı boyu yol almaya başladım. Buraya uğramak niyetinde değildim ama otoyolda arabam arızalanınca mecburen kasabaya girdim. Arabada ciddi bir problem varmış, mecburen bir süre burada kalmak durumundayım,” dediğimde biraz yüzü düşer gibi oldu kadının. Umduğu hikâyeyi bulamamış gibiydi. Sesine sahte bir sevimlilik katarak, “O zaman biraz dinlenme fırsatı bulursunuz umuyorum burada,” derken kalkmaya hazırlandı. Bense bir an evvel uzaklaşması için can atıyordum. Arabamın arızalandığı doğruydu ama aslolan istemeden değil, tam tersine bilinçli bir biçimde buraya gelmiş olmamdı. Meral Hanım kibarca başka bir isteğim olup olmadığını sorduktan sonra uzaklaştı. Ben de rahat bir nefes aldım. Yeni bir sigara yakıp denizin sonsuz karanlığına doğru gönderdim dumanını.
Sabahleyin gözlerimi açtığımda güneşin kollarının arasından deniz feneriyle göz göze geldim. Bu sefer daha bir anlamlı geldi bakışları, hatta neredeyse üzgün gibiydi. Halim ona da ağır gelmişti belki de. O günün şahidi ve izleyicisiydi nihayetinde. Acıkmıştım, hızlıca bir duş alıp aşağıya indim. Hava tertemizdi. Kahvaltıdan sonra arabamı bıraktığım tamirhaneye uğradım durumu görmek için. Ertesi güne hazır olacaktı.
Ne kadar canımı yaksa da bir yanım burada olmaktan memnun gibiydi. Annemle son anne-kız olarak yaşadığım günler buradaydı nihayetinde. Yıllar evvel hayatımı değiştiren bu kasaba, hiçbir şey olmamış gibi yerli yerindeydi. Zaman adeta durmuştu. Bense kalbimin en karanlık köşesindeydim.
Ertesi sabah erkenden kalkıp eşyalarımı toparladım. Öğlene doğru arabayı alabileceğimi söylemişlerdi. Hazırlanıp çıktım. Araba sapasağlam görünüyordu. Yine de bir test sürüşü yapmak istedim. Test bahaneydi, esas derdim deniz feneriyle vedalaşmaktı ama yine de bu kılıfa sığınıp ilerledim. Sahil boyu uzanan yan yoldan devam ettim. Deniz feneri uzaktan göründü. Fenerden tuhaf bir ışığın yansıdığını fark ettim. Öğlen vakti ışıklarını neden yakmıştı ki? Zihnimin bir oyunu muydu bilemedim. O tarafa doğru ilerledikçe ışık daha da kuvvetlendi, üstelik farklı renklerde yanıp sönüyordu. Heyecanla gaza bastım. Tam fenerin yakınına gelmiştim ki kıyıdaki küçük kızı fark ettim. Geçen gün sahilde karşılaştığım kızdı. Suyun üzerinde ilerleyen kırmızı bir topun peşine takılmıştı. El frenini aceleyle çekip arabadan fırladım, kıza doğru koştum. Kız topun peşinde suların içindeydi artık. Öyle büyük bir hızla kıza doğru ilerledim ki ben bile şaştım kaldım bunca sene sonra yüzebildiğime. Ellerimi uzattım. Küçük eller güçlükle bana tutunurken kucağıma aldığım gibi kıyıya ulaştım. O sırada geçen gün kızın yanında gördüğüm kadın çıldırmış gibi koşarak geldi. Öyle bağırıyordu ki neye uğradığımı şaşırdım.
“Hanımefendi ne yapmaya çalışıyorsunuz siz? Çocuk kendi kendine oynarken ne demeye üzerine doğru koştuğunuzu anlamadım. Üstelik bu yaptığınızla kızımı tehlikeye attığınızın farkında mısınız?”
“Ama yanılıyorsunuz, kızınız boğulmak üzereydi, ben müdahale etmesem kim bilir neler olacaktı, siz bunun farkında mısınız?” dediğimde kadın iyice öfkelendi. Yanındakiler güçlükle uzaklaştırdılar benden. Bu da neydi şimdi?
Yanıma yaklaşan can kurtaranlar bir havlu uzattılar, kurulandım. Gözlerimden akan yaşlara engel olamıyordum. Hıçkırıklarım gittikçe arttı ve sarsılmaya başladım. Sonrasını hatırlamıyordum. Apar topar bir ambulansa alıp kasabadaki küçük hastaneye götürmüşler beni. Gözlerimi açtığımda karşımda az evvel öfkeyle bana bağıran kadın ve hemen yanında da kurtardığım küçük kızı görünce yeni bir şaşkınlık yaşadım. “Siz?” dediğim anda kadın söze girdi.
“Sizi o halde görünce endişelendik, sanırım yalnız gelmişsiniz kasabaya. Anne olarak o kadar çok tepki verdim ki size, kusura bakmayın ama ne olduğunu biz de anlamadık. Kızım iyi yüzme bilir, üstelik de kıyıda hemen yanı başındaydım, bir tehlike söz konusu değilken sizin böyle canhıraş koşup gelmeniz, onu da beni de panikletmeniz gerçek bir tehlikeye sebep oluyordu.”
Çok tuhaftı, kadının neden söz ettiğini anlamıyordum. Deniz fenerinin uyarısını kimse görmemiş miydi, olacakların neden kimse farkında değildi?
“Siz biraz dinlenin, aceleniz yoksa akşama sizi bir kahve içmeye bekleriz. Olan biteni de daha sağlıklı bir şekilde konuşma fırsatımız olur. Tabii siz de isterseniz?”
Ne diyeceğimi bilemedim, bir an önce buradan gitmek istiyordum ama yanlış anlaşılmış olmaktan da kurtulmak istiyordum. “Peki” dedim. Kadın elime adres ve telefon numarasının olduğu bir kâğıt tutuşturdu, küçük kızı da alıp gitti.
***
Gün batmaya hazırlanıyordu. Güneş arkadaki dağların ardına saklanmıştı çoktan. Hastanede aldığım sakinleştiriciler biraz sersemletse de kendimi daha iyi hissediyordum. Kadının adresinin olduğu kâğıt elimde yola düştüm. Gidecektim, gitmeliydim.
Ufak, bahçeli bir evin önünde durdum. Kapının yanındaki zile dokundum. İçeriden küçük kız koşarak gelip kapıyı açtı. Ardından da annesi göründü.
“Hoş geldiniz, buyurun şöyle bahçeye geçelim,” dedi.
Bahçede söğüt ağacının altındaki masaya geçtim. Tedirgindim. Yine de kadın sabahkinden farklıydı. Evinde misafirini ağırlayan ev sahibine dönüşmüştü. İçeri gitti, elinde kahve ve kurabiyeler olan bir tepsiyle geri geldi.
“Şaşkınlıktan adınızı sormaya fırsatım olmadı, ben Demet, kızım Sena. Buralıyız. Sizin adınız?”
“Ben Zeynep, buraya yıllar sonra tekrar yolum düştü. Öylesine kısa bir ziyaret için gelmiştim. Hatta bugün geri dönecektim. Ta ki, şey o olay olana kadar…” daha fazla devam edemedim. Kötü olduğumu fark eden ev sahibi hemen bir kolonya uzattı. Sabahki olay kocaman bir çukur açmıştı içimde tekrar. O çukurdan çıkmak için buraya gelmiş olmama rağmen daha fena gömülmeye başlamıştım. Kahvemi yudumlarken izin isteyip bir sigara yaktım.
Daha fazla dayanamadım “Demet Hanım sizi sıkmak istemem ama bugünkü olayı izah edebilmeliyim size. Eğer gerçekten dediğiniz gibi bir tehlike olmamasına rağmen ben kızınızı tehlikeye attıysam zihnim bana büyük bir oyun oynadı demektir.”
“Zeynep Hanım, anlatın, çekinmeyin…”
“Teşekkür ederim. Ben yıllar evvel ailemle buraya tatile gelmiştim. Annem, babam, kız kardeşim ve ben. Ben biraz yüzme biliyordum, kız kardeşim yeni yeni öğreniyordu. O gün annemle babam otelde ciddi bir tartışmaya girmişlerdi. Kız kardeşimin o ortamda daha fazla kalmasını istemediğimden alıp sahile götürdüm. Biraz kıyıda oyalanıp anne babamın kavgasından uzak kalmaktı niyetim. Kardeşim kumda oyalanırken ben de kitabımı okumaya başlamıştım. Göz ucuyla da bir yandan onu kolluyordum. Küreğiyle kumdan kaleler yapıyor, arada bir dönüp bana bakıp gülümsüyordu. Tatlı bir esinti incecik saçlarını sağdan sola savururken, kumlu elleriyle saçlarını toplayışını hatırlıyorum. Bir yandan bütün suratı da kum olmuş kahkahalar atarak suyla temizlenmeye çalışıyordu. Tekrar oyuna dalınca ben de kitabıma dönmüştüm. Bir an ama sanki saatler süren bir an sonrasında kafamı kitaptan kaldırdığımda küreğini denize kaptırdığını gördüm. Hemen yerimden fırladım ama kardeşim benden daha hızlı davranıp kendini küreğin peşine suya bırakmıştı çoktan. O sırada geçen büyük bir geminin yarattığı dalgalar hızla kıyıya koşarken, kardeşim suda iyice uzaklaştı. Ben çığlık çığlığa ona yetişmeye çalışsam da çabam işe yaramadı. Küçücük bedeni dalgalara direnemedi. Sonradan birileri yetişip ikimizi de sudan çıkardı ama olan olmuştu. Kardeşim artık nefes almıyordu.”
Gözlerimden süzülen yaşlar arasında bardağımdan bir yudum aldım.
“Biz anlattığınız zamanlarda burada değildik, sonradan taşındık buraya. Ama gazetelerden hatırlıyorum o olayı. Çok üzülmüştük. Başınız sağ olsun.”
“Dostlar sağ olsun,” demekle yetindim. Yeni bir sigara yaktım. “O gün hepimizin hayatı değişti. Üzerime yapışan vicdan azabı yetmezmiş gibi annem ısrarla beni suçladı. Kavga etmeselerdi belki de bunların hiçbiri olmayacaktı ama bunu ona hiç söylemedim. Babamla zaten iyi gitmeyen ilişkileri bu olayla tamamen koptu. Ayrıldılar. Ben babamla kaldım. Annem bir daha beni bir evlat olarak bağrına basmadı. Aramızdaki mesafe her geçen yıl daha da arttı. Yurt dışında yaşıyordu, birkaç hafta önce de ölüm haberini aldım. Babam daha sağ duyuluydu. Yüzüme hiç söylemese de yaşananlarda kendilerinin payını hep gözetti. Hayatımızın geri kalanında birbirimize destek çıktık. Ama o gün kalan herkesin hayatında kocaman bir çukur açıldı. Hiçbirimiz o çukurdan çıkamadık.”
Demet Hanım’ın da gözleri dolmuştu anlattıklarım karşısında. Sessizce geldi yanıma, sarıldı. Tek kelime daha edemeden öylece durduk.
Ebru Atar Özdil
Comments