top of page

Öykü- Elif Ünal- Yıldız

Yazarın fotoğrafı: İshakEdebiyatİshakEdebiyat

Gökyüzüne tırmanarak gecenin karanlık perdesini yırtan alevleri seyrediyordu. Ay yoktu ortalıkta. Yıldızlar kayıptı. Devasa alevlerden yükselen sıcaklık yüzünde ve bedeninde dolaşıyor, çil yavrusu gibi kaçışan insanların çığlıkları, is kokusuyla birlikte havaya karışıyordu. Ağzını ve burun deliklerini olabildiğince açıp isli çığlıkları içine çekti. 

Yanan tiyatro binasına baktıkça, tüm yüklerinden kurtulup hiç olmadığı kadar hafiflediğini hissetti. Düz, uzun saçları, ince, şeffaf bedeni ısınan havada etrafındaki her şeyle birlikte, usulca dalgalandı. Ne olduğunu, nerede olduğunu anlamaya çalışırken kulağına fısıldanan sözcüklerle irkildi. 

Hatırla caniko hatırla! Bu seçimi sen yaptın. Hatırla!  

Zaman mefhumunu yitireli epey olmuş, bir keskinleşip bir körelen algıları Arap saçına dönmüştü. Yine de Karar Senin adlı oyunu oynadıkları sırada, sahneye fırlayan kızıl kaftanlı adamların bıçak darbeleriyle can verdiği geceyi unutması imkânsızdı.

Cinayetin ardından ülkede kızılca kıyamet kopmuş, kimileri tiyatro katillerinin en ağır şekilde cezalandırılmasını isterken, kimileri de bu oyun ilk sahnelendiğinde, tiyatrocuların tehdit üzerine tehdit aldığını anımsatmış, aynı oyunu tekrar sahneye koymanın açık bir provokasyon olduğunu iddia etmişti.  

Tüm bu kakofoni sona erip ortalık yatışmaya yüz tutunca, mahkeme katillerin eylemlerini ağır tahrik altında gerçekleştirdiklerine hükmetti. Kamuoyu baskısıyla kararın bozulması pek bir şeyi değiştirmedi, bu sefer de katillerin akıl sağlıklarının yerinde olmadığına hükmolundu. Son kararın üzerinden çok geçmeden suçluların yurtdışına kaçtıkları anlaşıldı.

Sahnede, herkesin gözü önünde işlenen cinayetin failleri cezasız kalırken, oyunun yasaklandığını, ardından da tiyatronun kapısına kilit vurulduğunu hatırladıkça hâlâ canı yanıyordu. Cenaze töreninin ardından, anlayamadığı bir nedenle kendini tiyatro binasında bulmuş, tozlu koltukların, bomboş sahnenin, kulisin ve artık açılıp kapanmayan perdelerin arasında Operadaki Hayalet misali dolaşarak uzunca bir süre huzur aramıştı. 

Bulabildiği tek şey boşluk oldu.

“Başlangıçta boşluk vardı,” diye haykırdı. Sesi binanın duvarlarına çarparak yankılandı. Fuayede sergilenen tanrıların tanrısı Zeus büstünün önünden geçerken durdu birden.  Kulağına fısıldananları dinledi:

Boşluktan ancak Tanrı söz edebilir. Çünkü caniko, başlangıcı da sonu da ancak O bilir.

Büste iyice yaklaşıp Zeus’un yakışıklı yüzüne alıcı gözlerle bakarken fısıltılara itiraz etti.

Tanrı’yla hiç alakası yok! Başlangıçtaki boşluktan ilk söz eden Şair Hesiodos’tu. Pusulayı şaşırtma bana.

Hesiodos’un başlangıçtaki boşluğa Khaos dediğini anımsadı sonra.  Ensesinden kuyruk sokumuna kadar ürperdi. Evlatlarını yutan Kronos gibi yaşadığı kaos da onu yutmuştu işte.  Ruhunu giderek ele geçiren kasvetli düşüncelerden sıyrılmak için fuayeden ayrılıp tiyatroyu turlamaya başladı. Sahne arkasından, balkon katına, kulise, büyük salona, kostümlerin saklandığı depoya kadar her yeri dolaştı. Fısıltılar yeniden kulağını doldurdu. 

Hatırla caniko hatırla! Toprağın altında, basık bir mezarda olman gerekirdi. Ama buradasın. Neden?

Bilmiyorum, bilemiyorum.  Sancılı bir çaresizlikle başını iki yana salladı. Fısıltılar devam etti; 

Hayatını adadın bu tiyatroya caniko. Hatırla! Nasıl da yoktan var ettin onu. Ne mücadeleler verdin. Bırakıp gidemezsin şimdi. Daha değil, henüz değil. 

Anlamıyorum. Anlayamıyorum. 

Anlayacaksın caniko! Hatırlayacaksın. Bekle.

Boşlukta salınarak, bir kattan diğerine turlayarak, oyalanmak ona göre değildi. Yaşarken de aceleci bir insandı.  Daha fazla dayanamayıp binadan çıkmayı denedi. Ama duvarlar elektrik akımı yüklüymüşçesine çarparak onu durdurdu her seferinde. Denemeler giderek acı verici olmaya başlayınca vazgeçti. 

Hapsoldum. Hem de kendi tiyatromda. Çıkamadığıma göre buranın da mezardan farkı yok. 

Hatırla Caniko Hatırla!

Koridorlarda dolaşırken, önceden öylece yanından geçip gittiği duvardaki Inferno tablosunun eğri durmasından rahatsız oldu. Eskiden de titizliği ve tatlı sert disipliniyle tanınırdı. Tabloyu düzeltirken zihninde bir şimşek çaktı. 

Tabii ya burası Inferno… Dante’nin Inferno’su. Bu boşluk… Ben…Ben...ya ilk kattaysam, Limbo ’da. Aman Tanrım! Belki…Belki de de Inferno’nun ötesinde, Araf’tayımdır. 

Tabloyu dikkatle inceledi. Araf’a dair en ufak bir işaret yoktu. Ümitsizliğe kapıldı. Tiyatro koridorlarının bir ucundan diğerine süzülürken İlahi Komedyayla ilgili bildiklerini yokladı. 

İnsanlığa iyiliği dokunmuş inançsızların yeriydi Limbo. Ne ceza vardı burada ne ödül ne de cennete ulaşma ümidi. Araf ise, ruhların cennete gitmeden önce günahlarından arındığı mevkiydi. Fısıltılar yeniden kulağına doldu. 

Hatırla caniko hatırla! 

Hatırlıyorum. Başkaları da olmalı. Benden başkaları. Heseidos gibi, Homeros gibi. 

Dante’nin yol göstericisi, Vergilius’un da Sokrates ve Aristo ile birlikte Limbo’ya gönderildiklerini okumuştu. Aralarından birine rastlamak umuduyla daha önce dolaştığı her yere tekrar ve tekrar baktı. Ama kimseyi bulamadı. Uğradığı hayal kırıklığı, tiyatro binasında hapsolmasıyla birleşip içinde kabaran bir öfkeye dönüştü. 

“Neden kimse yok? Neden çıkamıyorum buradan? Tanrım, bununla mı cezalandırıyorsun beni? Bu yalnızlık, bu boşluk, bu hiçlikle mi?”

Her isyan edişinde sesi bomboş tiyatronun duvarlarına çarpıp geri dönüyordu. Sonunda pes etti. Hatırla caniko hatırla diyen fısıltılara kulak verdi. 

Artık ne yaşarken olduğu gibi ışıl ışıl parlaması mümkündü ne de bu eski binadan dışarı çıkması. Arada kalmışlığın, sıkışmışlığın acısını hatırlayabildiği anılarla hafifletmeye, kendini avutmaya çalıştı. Kâh kuliste Ben Anadolu oyununda canlandırdığı Kibele’den Halide Edip Adıvar’a 16 farklı kadın karakterin kostümlerini deniyor, kâh sahneye çıkıp Kraliçe Gertrude rolüne bürünüyor, kâh üst balkondan aşağıya süzülüp yeniden Anna Karenina oluveriyordu. Yine de içindeki öfke giderek çoğalıyor, öfkesi büyüdükçe kâbusları baskın çıkıyor, sahnede kalbinden bıçaklanarak can verdiği geceyi tekrar tekrar yaşıyordu. 

Karanlık düşlerinden birinden uyandığı bir sırada tiyatronun kilitli kapısı ansızın açıldı. İçeri usturayla kazınmış kafalarına tezat favorilerini omuzlarına kadar uzatmış birtakım adamlar doluştu. Hepsinin üzerinde kızıl kaftanlar vardı. Adamların ilk işi sahneyi kaplayan bordo kadife perdeyi yerinden sökmek oldu. Okkalı perdeyi basit bir paçavraymışçasına yerlerde sürükleyerek dışarı çıkarttılar.  

Gözlerini iri iri açıp dişlerini sıkarak, rejisini yaptığı oyunları izlediği balkon koltuğundan, asker disipliniyle çalışan adamları seyretti.

Caniler, kan emici vampirler bunlar. Canımı aldıkları yetmedi, şimdi de tiyatroma musallat oldular.   

Sahneyi temizlemeyi bitiren kızıl kaftanlılar, seyirci koltuklarını yerlerinden sökmeye koyuldular. Bordo kadife kaplı, kolçaklı sağlam ve ağır koltukları sökmek epey zaman aldı, hepsini dışarı taşımayı bitirmeleri saatler sürdü. 

Ne yapıyor bunlar? Kimden izin aldılar? 

Sükseli bir açılışın ardından yıllarca aralıksız kapalı gişe oynadıkları tiyatroda izleyici koltuklarının yerinde yeller esiyor, bir zamanların büyük salonu şimdi dişsiz kalmış çirkin bir ağıza benziyordu.

Olanlara engel olamamanın çaresizliği öfkesini iyice köpürttü. Canını alan bıçaklar bir kez daha kalbine saplanmıştı. Gördüklerine daha fazla katlanamadı. Çaresizlik ve hiddet içinde kulisteki odasına kapandı. 

Sık sık alınıp verilen nefesleri, nefeslere arada bir eşlik eden haykırışları işitmese odasından çıkacağı yoktu. Merakına yenilip geri döndüğünde büyük salonu dolduran güruh karşısında gözleri fal taşı gibi açıldı. Çok kalabalıklardı.

Uzun saçlı, sakallı, simsiyah, bol kıyafetler giymiş birtakım adamlar, küçükten büyüğe iç içe geçmiş daireler oluşturarak toplanmış, ritmik ses ve nefeslerle başlarını ve bedenlerini öne arkaya sallayıp duruyorlardı. Kızıl kaftanlılar ortalıkta görünmüyordu. 

Gittikçe yükselen sesleri, derinleşen nefesleri, ivmelenen baş ve beden hareketlerini izledikçe yüreğinin orta yerinde baş veren huzursuzluk bedenine usul usul yayıldı, çaresizliğiyle birleşip patlamaya hazır bir öfkeye dönüştü.  

“Resmen ayin yapıyor bu herifler! Sanki başka yer yokmuş gibi… Burada! Benim tiyatromda!”

Kan beynine sıçradı. Durduğu yerde duramadı, uzun saçlarını savurup balkondan süzülerek sahnenin tepesine çıktı. Tam ortada, yaşı başını aşmış bir adam, uzun beyaz sakalını kucağında toplamış, küçücük kalmış bedeniyle yüksekçe bir koltuğa tünemişti. Etrafında el pençe divan duranlar, şevkle salonda iç içe geçmiş grupları idare ediyorlardı. Sahnenin yan kısımlarına yerleştirilmiş mumların soluk ışığı altında küçük davullar ve def çalan başkaları da vardı.

Adamların yükselip alçalan nefesleri, eğilip bükülen, sonra tekrar doğrulan bedenleri arasında dolaştıktan sonra sahnenin bir köşesine geçip olup biteni izlerken içinin daraldığını, yüreğinin giderek kararıp ağırlaştığını hissediyordu. Bütün gücüyle haykırmak istedi.

“Olmaz bu! Olamaz! Hakkınız yok buna!”

Ne kadar bağırırsa bağırsın sesini kimsenin duymayacağını, duysa da umursamayacağını biliyordu. Kaybedecek hiçbir şeyi kalmayanların yaptığı gibi kalbini kapatıp gözünü kararttı. Geride kalan tek mirası tiyatrosunun bu hale gelmesine göz yumamazdı. 

Havada süzülerek sahne kenarındaki mumlara ulaştı. Ufak bir hareketle en baştakini alaşağı etti. Yan yana duran mumlar domino taşı gibi birbirleri üzerine devriliverdiler.

Salonda gözleri kapalı, kendilerinden geçmiş bir şekilde sallanıp nefeslenen güruh alevlerle burun buruna gelinceye kadar neye uğradığını anlayamadı. Oysa davullarla defler çoktan susmuş, sahnede bir yandan el pençe divan dururken diğer yandan aşağıdakileri idare edenler, yaşı başından aşkın adamı da alıp ortadan kaybolmuşlardı.

Salondakiler canhıraş bir şekilde kapılara koştular. Kaçarken kimse dönüp yere düşene bakmadı. Kimse kimsenin elinden tutmadı. Can pazarında herkes yalnız kendi derdine düşmüştü.

Binadan dışarı çıkabilenler dumandan öksürüyor, etraflarını görmeye çabalıyorlardı. Koskoca tarihi bina, geriye ümide dair hiçbir iz bırakmamacasına alevlere teslim olmuştu. Hiç durmayan, kaynayan kanlı bir nehir gibi uzayıp yayılan alevlerin, çığlık çığlığa kaçmaya çalışan kara cübbelileri teker teker ve topluca sarmasını izleyen Yıldız, bir şeylerin değiştiğini fark etti. Kendisiyle birlikte etrafındaki her şey dalgalanır gibi oldu. Yüreğinin orta yerinde binlerce tonluk bir ağırlık hissetti. Kana susamışların cezalandırıldığı yedinci katta olabileceği düşüncesiyle irkildi. Fısıltılar yükselmiş kulağının dibinde birer çığlığa dönüşmüştü. 

Ne yaptın sen caniko? 

Hayır! Katillerin, canilerin arasında olamam! Mümkün değil!

Bu kararı sen verdin!

Olamaz! Hem alevler beni de yutardı o zaman. 

Bu seçimi sen yaptın!

Hayır! Bu olanlara şahitlik etmem gerekiyor. Onun için buradayım. Onun için bekledim.

Hatırla caniko! Hatırla! 

Fısıltıların kulağını tırmalamasına daha fazla dayanamayıp iki yanına sarkan ince kollarını açtı. Kuru bacaklarını, taraklı ayaklarını birleştirdi. Kemikli parmaklarının ucunda yükselir yükselmez havalandı. Kollarını birer kanatmışçasına yanlara doğru açıp esneterek alevlerin kapladığı binanın etrafında turladı. En tepeye ulaştı. Bir kısmı ahşaptan yapılma çatı yanarak sahnenin üzerine çökmüştü. Aşağıdakiler boşu boşuna yangından kaçmaya çabalıyorlardı. Yüreğini dolduran hüzünle vücudu ağırlaştı. Kolları bedenini taşıyamaz oldu. Kontrol edemediği bir güç onu aşağı doğru itmeye başladı. 

Fısıltılar yakasını bırakmıyordu.

Bu senin kararın caniko! Senin seçimin!

Hayır! Kurbanım ben. Üstelik herkesin gözü önünde canı alınan bir kurban.

Hatırla caniko! Hatırla! 

Direnmeye çalışırken yavaş yavaş kendinden geçti. Gözlerini yeniden açtığında kendini gökyüzüne tırmanarak gecenin karanlık perdesini yırtan alevlerin karşısında buldu.  Ay yoktu ortalıkta. Yıldızlar kayıptı. Yanan tiyatro binasına baktıkça, tüm yüklerinden kurtulup hiç olmadığı kadar hafiflediğini hissetti. Düz, uzun saçları, ince, şeffaf bedeni ısınan havada etrafındaki her şeyle birlikte, usulca dalgalandı.

Hafiflemesi doğaldı. Emrolunduğu üzere, her türlü ümidi geride bırakmıştı. İsten dumandan görebildiği kadarıyla ilerleyip diğerlerinin arasına katıldı. Inferno’nun yedinci katında, alevlerin kana buladığı kaynayan nehrin gazabından hiç kimse kurtulamazdı.


Elif Ünal


Comments


bottom of page