“Çağımızda ayrılık acısı artık yirmi gün sürüyor.”
Sehpanın üstünde biri çıplak diğeri rengarenk ince çizgileri olan çorabının sardığı ayaklarının altındaki derginin parlak sayfasında öyle yazıyordu. Kimin dediğini umursayıp bakmamıştı bile; böyle bir tespitin ancak katlanabilir diş fırçasını yaratan İsviçreli bilim adamları tarafından uydurulduğuna emindi.
Yirmi gündür evden dışarı adım atmamıştı. Artık apartman görevlisi Hayri Efendi -neden onlara efendi dendiğini de bir türlü anlayamıyordu- onun hangi içkileri sevdiğini, içkinin yanında neler yediğini en az kendi çocukları veya eşininki kadar iyi biliyordu. Birkaç kez, “Metin abi kötü bir şey yok ya? İyi görünmüyorsun sanki,” gibisinden bir şeyler demek istemiş ama bunun haddini aştığı anlamına geleceğinden korktuğu için vazgeçmişti. Artık ciğerlerinde tutunacak yer bulamayan sigara dumanı neredeyse kıpkırmızı gözlerinden çıkacak gibiydi. Her sigara yakışında ellerindeki titremeyi görüp endişeleniyor, bir türlü ısınmayan ellerini baldırlarının altına sıkıştırarak ısıtmaya çalışıyordu. Ayaklarını sehpadan indirip bağdaş kurdu oturduğu yerde. Sehpayı atıp atmamayı düşündü. Onun ısrarıyla, dengi sehpalardan dört katı bir fiyata almışlardı. Kare sehpanın rengine, her köşesinin hemen altında dışarıya doğru kavisli bir biçimde açılan çekmecelerine bayılmıştı. Onun gözlerindeki bu çocuksu mutluluğu bölmemek için, içine hiç sinmediği halde -üstelik evdeki hiçbir eşyaya, duvarların rengine uygun değildi- evet demişti. Onu kapının önüne koyup, sabah Hayri Efendi'nin sırtında bir çöplüğe veya Hayri’nin evine veya bir başkasının evine, hiçbiri olmazsa caddenin diğer tarafındaki konteynerin yanına gitmesini istiyordu. Ama buna gücü yoktu. Üstelik sehpadan başlarsa temizliğe, sıranın nelere geleceğini kestiremiyor, korkuyor, dev bir yaratık tarafından tüm gücü emilmiş bedenini böyle bir işe koşmak istemiyordu. Kaç saattir yemek yemediğini düşündü bir an için, hatırlayamadı. Dört kilo vermişti. Uyuyabilmek için içiyor, kusmamak için yemek yiyordu sadece. Şişenin dibinde öylece duran birkaç yudumluk votkayı sek içmeyi düşündüğü sırada telefonundan küçük bir ses çıktı. Büyük bir heyecanla koltuğun diğer minderine yuvarlandı.
Bir ayağı sallanan eski sehpaya uzattığı ayaklarının altına küçük bir minder yerleştirirken gözünü televizyondaki belgeselden ayırmadı. Bir doğa harikası olan geyiğin başka bir doğa harikası olan aslan tarafından kovalanışını izliyordu. Geyiğin şansı azdı elbette ama doğasına uygun bir biçimde kaçmak zorundaydı. Savaşacak donanımı yoktu, öyle bir içgüdüsü de yoktu. Dünyaya bir sırtlan veya bal porsuğu olarak gelmediğine pişmandı. Bir an için aslandan kurtulduğunu zannetse de aslanların birkaç saat öncesinden yaptığı plan işlemiş, geyik kendini güvende hissedeceği bir alana çekilmişti. Diğer aslanların yüzü güldü. Çembere aldıkları geyiğin yakalanıp öldürülmesi değildi artık konu, kimin ne kadar et yiyeceğiydi. Berk’in uyuduğuna emin olduğundan televizyonu kapatıp telefonundaki müzik uygulamasını açtı. Black Sabbath’ı buldu, Paranoid yazan yere tıkladı. Bu şarkının ayrı bir yeri vardı hayatında; sözleri güzel olsa da onu asıl mutlu eden içinde ömür tükettiği barların loş ve bira kokan havasını hatırlatmasıydı. Yirmi yıl da geçmiş olsa o günlerden kalan yarım mutluluğu yaşıyordu. Bazı mutluluklar yarım kaldığında anlamını hiç yitirmiyordu sanki. Şarkı kulaklarından ruhuna işlerken bir şeyi unutmuşçasına mesaj uygulamasını açıp Metin’e kısa bir cümle yazdı. Merakta kalmasını istemiyordu. “Sabah geldim. Evdeyim. Öpüyorum.” Aklını tamamen şarkıya verdiği sırada kapının kilidini bir anahtarın zorladığını duydu. Elinde poşetlerle içeriye giren eşi Leyla’ydı. Yerinden kalkıp elinden poşetleri aldı, mutfağa götürüp sessizce önce tezgâha, sonra buzdolabına dizdi içindekileri. Leyla’nın kokusu kendisinden önce girdi mutfağa, sonra da sesi, “Seni çok özledim.” Ayın ortalama on günü şehir dışında olan bir adamı sevmek, özlemek farklıydı. Daha çok seviyor, daha çok özlüyor ama bir yandan da onsuz bir hayata farkına varmadan alışıyordu. Bu alışma kısmı onu çok rahatsız ettiğinde bu sinsi düşünceleri hemen kovuyor, beş yaşındaki çocukları Berk’in kokusunu içine çekip, oyunlar oynuyordu. Hakan yoksa Berk vardı. Onun bir parçasıydı o da…
Yerinden kalkıp odanın içinde dolanmaya başladı. Vücudu titremeye, elleri üşümeye başladı. Bir sigara yaktı. İlk nefeste kusacak gibi oldu, gözlerinde yaş doldu ama ikinci nefeste bulantısı geçti. Çatallaşmış sesi şampanya rengi duvarlardan sekip kulaklarına vurdu. Katlanılabilir değildi kendi sesi. Biraz daha yükseltti sesini, dediklerini tekrarlıyordu. “Evdeyim ha! Ev! Evin! Evindesin öyle mi!” Hızla yerine oturup başını ellerinin arasına aldı. Ayda veya iki ayda birkaç gün yetmiyordu. Kime yeterdi ki? Her gelişi bir bayram, her gidişi cenazeyi andırıyordu. Her gidişi sanki bir daha dönmeyecekmiş, onu bir daha göremeyecekmiş gibi, kesin bir ayrılık kadar gaddar, griden siyaha dönen bulutlar gibi çöküyordu önce evin, sonra da kalbinin üstüne. Midesi bulandı. Hızla yerinden fırlayıp mutfağa gitti ve dün geceden kalan, akşamcıların en sevdiği kahvaltı olan soğuk pizza dilimlerinden bir tanesini ısırdı. Salona dönüp bir sigara yaktı. Sehpanın üstünde ne varsa elinin tersiyle yere döküp, ağzında sigarası, bozulan musluk-sifon için çağırdığı ustalar gibi iki yanından tutup kaldırmaya çalıştı. Ağır geldi. Çekmeceler doluydu. İki eliyle sehpanın kenarlarından itip salonun diğer ucuna kadar itti. Altındaki kilimi de götürmüştü. Ayaklarını tek tek kaldırıp kilimi kurtardı. Kül tablasını yerden alıp yeniden koltuğuna oturup seyretmeye başladı devrik bir lider gibi köşeye sinmiş, ruhsuz, her an evden atılacak olmanın verdiği korkuyla tüm güzelliği ve anlamını yitirmiş sehpayı. Bir ayağı çukurdaydı işte, o tahta parçası biliyordu bunu. Aslanların önünde öylece duran yavru bir geyikten farksızdı. Yaşadığı tüm anıların hükmü kalmayacaktı bir süre sonra.
Leyla bir haftadır onunla yemek yemediğinden, önündeki salataya değil de sadece Hakan’a bakıyordu. Çatalı tutuşunu, ağzına götürüşünü, çiğnerken yanaklarından beliren çene kaslarını, kapalı tuttuğu kalın dudaklarını ve bir anda gözlerinde donup kalan gözlerini. Gülümsedi Hakan. Gülümsedi Leyla. İkisi de olmak istediği, her ne yaparlarsa yapsınlar, hayatlarını sürdürmek istediği yerdeydiler. “Makineye attım kirlileri sen uyurken. Yine renkli çoraplarından birinin teki kayıp. Her kaldığın otelde bir şeyini bırakıyorsun,” dedikten sonra içten küçük kahkaha attı. “Bir gün kendini de unutacaksın, korkmuyor değilim!” Hakan hafifçe gülümsedi. Çocukluktan beri huyuydu, sürekli bir şeylerini kaybeder ve asla hatırlamazdı. Ama çorabı nerede unuttuğunu biliyordu. Koca on gün çoraplarını sadece bir evde değiştirmişti. Metin’in çoraplarına bakıp güldüğünü, takım elbisesinin altında çok komik göründüğünü söylediği anları düşündü. Film izlerken önlerindeki sehpaya uzattığı çıplak ayağının parmaklarını hemen yanındaki rengarenk çoraplı ayağına nasıl kışkırtıcı bir biçimde sürtündüğünü. Gıdıklanmazdı ama Metin bunu o kadar hafif ve yumuşak yapardı ki vücudundaki bütün kan kasıklarına doğru yol alırdı. Onu daha ilk günden özlemeye başlıyordu. Tenini, sesini, kadınlarda olmayan kuvvetli vücudunu, sevişirken gerçek bir hazla örtülmüş inlemelerini. “Seni unutmayayım da yeter, gerisi önemli değil,” dedi, yüzünde Metin’in sayesinde beliren aşk dolu tebessümü Leyla’ya göstererek. Gece uzun bir sevişme ikisini bekliyordu.
Bazı insanlar için hayat, sürekli kararlar vermek zorunda oldukları bir yarıştan fazlası değildi. Ne kadar çok karar verirlerse o kadar çok bir bilinmezliğe, heyecana sürüklenirler. Bir tür bağımlılık. Bazı insanlarsa en ufak kararlarında bile saatlerce, hatta günlerce düşünür, yine de bir sonuca varamaz; sonunda başka birinin verdiği karara uyar. Kararsızlar korkaktır. Kararsızlar mutludur. Çünkü içinde bulundukları düzeni -iyi veya kötü fark etmez- değiştirecek her türlü yenilik onlar için kaosun habercisidir. Sonucunun iyi olacağına emin bile olsa o kararı vermek çok zordur. Bazıları kaos sevmez. Tutundukları dalın sağlamlığına güvenirler. Yüz yıl geçse bile. İki ayrı evde yaşayan aşıklardan biri bir karar vermek zorundaydı. Kimin daha cesaretli olduğunu ise ikisi de biliyordu.
Havaalanından diğer insanlarla beraber çıkış kapısından sürüklendiğinde İstanbul’dan neden nefret ettiğini bir kez daha anladı. Kalabalık, gürültü ve basık hava daha ilk dakikadan içine bir taş parçası gibi oturmuştu. Dün geceden kalan yorgunluğu, ellerinin titremesi devam ediyordu. Kolay değildi gözyaşları içinde çanta hazırlamak; birkaç saat için bile olsa onu görebilecek olmanın heyecanı, merakı, onun tepkisi; şaşırdığında irileşen gözlerini, büyük elleriyle omuzlarından tutup kendine çekerek sarılmasını düşünmek. Bir köşeye çekilip sigarasını yaktı ve telefonunu cebinden çıkartıp mesaj yazdı. “İstanbul’dayım. Seni görmeye geldim.”
Cumartesi gününü evinde geçirdiğini, dün gece şişman ve çirkin karısıyla seviştiğini hayal ettikçe midesi bulanıyordu. Çocukları adına üzüldü. Benim böyle bir annem olsa onun elini bile tutmam, diye geçirdi içinden. Yeşilköy’ün denize nazır kafelerinden birinde kahvesine ikinci şekeri atarken onun karısıyla nasıl seviştiğini düşündü yine. Onun bedenini sevmediğini biliyordu. Sevişirken anlıyordu bunu. Kadınların yetersizliğini düşündü yine. Ama ona bir çocuk vermişti ve bu onu, onun için vazgeçilmez yapmaya yeterdi. Kahvesinden ilk yudumunu alırken onunla ne konuşacağını bilmediğini fark etti. Elleri terlemeye başladı birden. Onu öfkelendirmek istemiyor ama bir yandan da kendisini bir eşya gibi görmesini de hazmedemiyordu. İnsanım ben, diye geçirdi aklından kahvenin ilk sıcak yudumunu ağzından tutarken, bir ruhum var, kişiliğim var. Güneşin acımasızca yaktığı masanın üstündeki sigara paketi birden karardı. Kafasını çevirdiğinde Hakan ona gülerek bakıyordu, “Hoş geldin aşkım.”
Akşam evine döndüğünde bir süre gözyaşlarını tutamadı yine. Ama içki içmedi, yemek yedi, sehpayı olduğu yere çekti ve çıplak ayaklarını üstüne uzattı. Mutlu değildi, mutsuz da değildi; birkaç hafta yetecek cephanesi vardı sadece kalbinde. Çevresindeki insanlara fark ettirmeden bir iki kez elini tutmuş, kafeden ayrılırken gittikleri tuvalette kısa da olsa öpmüştü dudaklarından. Öptüğü dudakları dün gece karısının öptüğünü düşünmemişti. Huzurla öpmüştü. Aşkla. Yarın iyi bir temizlik yapmalıyım, diye söylendi. Evi bok götürüyordu.
İki saatlik bir sevişme sonrası huzurla uyuyan karısını yatakta bırakıp mutfağa gitti, buzdolabından aldığı Heineken’i açmadan önce terli göğsüne bastırdı. İçini kemiriyordu yaptığı şey. Bir böceği acımasızca ezdiği çocukluk günleri geldi aklına. Sevmediği akrabalarının aldığı hediyeleri bilerek paramparça ettiği günleri düşündü. Onu seviyordu. Hep sevecekti. İkisi arasında karar vermesi gerekmiyordu. İkisi de kalbinin, hayatının sahibiydi. Korkak değildi, sadece kaybetmek istemiyordu ve bu konuda haklı olduğuna emindi. Ne Metin’den ne de Leyla’dan vazgeçecekti. Onlar da onu bırakmayacaktı.
Salona gidip bacaklarından biri hafif topal olan sehpaya ayaklarını uzattı. Dünden yarım kalan şarkısını açtı. Metin’i düşündü yine; çocuk gibi adam, dedi içinden gülümseyip, yıkayıp çorabımın tekini getirmiş, şaşkın. İçini kemiren şey yine hortladı ve gülümsemesini yuttu. İki sokak ötedeki çöp bidonlarını çevreleyen poşetlerin arasına attığı çorabını düşündü. Alamazdım o çorabı, diye söyledi sadece kendisinin duyabileceği bir biçimde, Leyla anlardı. Güneşin ilk ışıkları perdede kendini gösterirken uzun bir aradan sonra doğru bir karar vermenin keyfiyle içini kemiren düşünceden kurtuldu, şarkının kollarına bıraktı kendini.
İstanbul
Her zamanki sıkkın haliyle uyandı. Üstünü örten geceden yavaşça sıyırıyordu kendini. Birkaç saat sonra masmavi gökte tek bir çizik bile olmayacaktı ama o göğün altını arabalardan yayılan dumanlar, tinerciler, seyyar börekçiler, evden kaçmayı düşünen kadınlar, inşaat ameleleri, sarı lacivert formalarıyla bağırarak maça giden gençler, babasının tacizlerini annesine anlattığı için ondan dayak yiyen masum çocuklar, İstiklal caddesinin yeni ölü yüzü, kredi kartı borçları yüzünden intihar etmek üzere olan adamlar, gece yarısı bıçaklanarak öldürüleceğinden habersiz ayna karşısında makyajını yapan travestiler, çöplükte yatanlar, katiller dolduracaktı. Hakan, Leyla, Berk, Metin umurunda bile değildi.
Emre Ocaklı
Comments