top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Esra Karadoğan- Sallanan Sandalyedeki Kadın

Kadın roman yazarıydı. Dördüncü romanı yayımlanalı üç yıl olmuştu. Artık okurları, yeni romanının haberini bekleyen bir yayınevi ve editörü vardı ama aylardır tek satır yazamamıştı. Yazdıklarının hepsi anlamsız ilk paragraflardan oluşuyor. Asla devamını getiremiyordu.

Kocasını aradı, “Bu akşam yemeği dışarıda yiyelim,” dedi. Köpeğin mama kabına bolca mama koydu. Köpek kuyruğunu salladı. Her zamanki uysallığıyla sahibine yaklaştı. Kadın başını okşadı, dayanamadı, eğildi. Eğitimli bir köpekti. Kadının yüzünü yalamaması gerektiğini bilirdi. Yıllardan beri beraberlerdi, köpek yaşlanmıştı artık. Kadın onun öleceğini düşündü, çok yakın bir zamanda ölecekti. Oğlum bunu kaldırabilecek mi diye düşündü, “ya ben.” Daha önce hiç kimseyi kaybetmemişti. Hayatındaki kimse ölmemişti. Eski sevgilileriyle bile görüşürdü. Hayatında daha önce hiç yaşamadığı bir acıydı bu.

Arabayla sahile gittiler. Dalgalar sahili dövüyordu. Girdikleri restoran otantik olsun diye bir soba yerleştirmişti. Yemeklerini söylediler. Yavru bir kedi önce ayaklarına sırnaştı, sonra kucağına yerleşti kadının. Kadın tavuklu salata söylemişti, tavukları ufak ufak parçalar koparıp kedinin ağzına verdi. Kedi kadının yıllardır tanıyormuşçasına güvenle onun elinden yedi ve kadının kucağında uyudu. Kocasıyla oğlu oyunlardan konuşuyorlardı. Kadın ikisini seyretti. Dünyada en çok sevdiği iki insan karşısında, bir sobanın yanında konuşuyorlardı, kucağındaki kedi uyurken horluyordu. Sobadan arada bir odun çıtırtıları geliyordu. Hava soğuk diye herkes evlerine kapanmıştı, restoranda onlardan başka kimse yoktu. Kadın hayatının en huzurlu akşamlarından birini yaşadığını düşündü. Eve gidince bir şeyler yazabileceğini, bu anın ona ne kadar iyi geldiğini.

Kariyerini düşündü. Henüz şöhret olmamıştı ama bir şeyler yazıyordu sonuçta. Şöhret için başka şeyler lazımdı, dikkat çekecek, gündem yaratacak olaylar. Kadının huzurlu hayatında sansasyonel olabilecek hiçbir şey yoktu. Birbirlerine sadık bir çift, uysal bir evlat, kendi halinde bir yaşam. Tavuklar biter bitmez kedi kalktı kucağından, kadın vedalaşma fırsatı bulamadığına üzüldü ama sonuçta bir kediydi. Kimseye bir şey demeden giderdi ve belki canı istediğinde yine gelirdi. Kocası hesabı öderken o dışarı çıktı. Hava soğuktu ama çok sert değildi. Atkısı ve montu yeterliydi, belki sobanın yanından ayrılmış olmak hissetmemesini sağlıyordu. Soğuğu olduğu gibi hissedemiyordu. Önce sahile doğru gitti. Dalgalar yükseliyor, sahildeki taşları dövüyordu. Güneş batmıştı. İstanbul’un ışıkları fondaydı. Kadın arkasını dönünce oğlunu gördü,

“Sen babanın yanında değil miydin?”

“Anne dalgalara bak.” Kadın arkasına bakmadan onayladı. “Ne harikalar di mi?”

Kadın sık ağaçların arasında tamamen cam olan bir ev gördü. Mimari dergilerde olan cinsten bir evdi. Ağaçların içine saklanmış gibiydi. Belki de sonradan yapılan derme çatma bir restorandır diye düşündü. Dikkatli bakınca içeride insanların olduğunu ve eğlendiklerini gördü. Koltuklar vardı, vitrin, burası bir evdi. Kadın merakla içerideki insanların hareketlerini incelemeye başladı. Gençler oturup kalkıyor, birbirlerine telefonlarını gösteriyorlardı. Sallanan sandalyede oturan onlardan biraz daha büyük bir kadın vardı, onları izliyordu. Kadın bulamadığı ilhamın bu evde olduğunu hissetti. O evle ilgili bir şeyler yazacaktı. Ne yazacağını henüz bilmiyordu, belki bu sefer bir korku hikâyesi yazardı. Telefonunu çıkardı çantasından, evin fotoğraflarını çekmeye başladı. Önce gördüğü o ilk andaki halini, sonra ağaçların arasında evin içindeki sarı ışığı fark ettiği anı. Sonra merceği yakınlaştırdı. Sonra bir daha. Bu görüntüleri kullanacağını düşündü. Bir kare daha çekmek istersen ekrandan sallanan sandalyede oturan kadınla göz göze geldi. Kadın üzgün bir şekilde başını sallıyordu. Yazar çok utandı. Hemen telefonunu cebine attı. Oğluna seslendi. Arabaya girmek istiyordu. Göz göze geldiği o kadının onu tanıma ihtimali ürküttü. Sonra aklına o kadar da meşhur olmadığı geldi. Bir daha oğluna seslendi. Yoktu. Etrafta dalga seslerinden başka bir şey yoktu. İçeride hesabı öderken kasadaki adamla sohbet eden kocasına baktı. Her zaman güler yüzlüydü. İyi bir adamla evlenmişti. Oğlu da babasının yanına gitmiş olmalıydı. Bahçeye girdi. Oğlu yoktu.

Soba kokulu restorana girdi. Oğlu orada da yoktu. Panik olmadan etrafına bakmaya devam etti. Hiçbir yerde yoktu. Aklında çocukların en çok anne ve babalarıyla beraber olduklarında kaybolduklarına, kaçırıldıklarına dair istatistikler üşüştü. Anne ya da baba çocukla ilgilenirken daha dikkatli olduklarını söyleyen araştırmalar, fakat ikisi beraberlerken çocuklarla mutlaka birinin ilgileneceğine dair sonuca ulaşan araştırmalar. Araştırma sonucu ne söylerse söylesin, onun için tek bir sonucu vardı, onun da çocuğu kayıptı. Restoranın bahçesine geçti. Hava soğumuştu. İsmini seslendi. Rüzgâr ve dalga sesinden başka bir şey duymuyordu. Artık panik olabilirdi. Çocuğuna bir telefon, hiç değilse bir akıllı saat almadığı için pişmanlık duydu. O da araştırmadaki sorumsuz annelerden biri olmuştu. Tek düşündüğü yazacağı yeni romandı ve sahip olamadığı şöhreti. Bir an aklına televizyonda kayıp çocuklarını arayan anneler geldi. Sonra zihni yeni görüntüler getirdi önüne, önce sabah programlarında kayıp çocuğa zarar verenlerin en yakınları oldukları, daha sonra da cumartesi anneleri. İçi ürperdi. Kışın en soğuk günlerinde hissetmediği soğuğu yüreğinde hissediyordu şimdi. Yıllardır sadece izlediği, empati kurduğu bir grup insanın yaşadıklarını bunca zaman hayal bile edemediğini anladı. Bir daha seslendi. Kimse yoktu. Bahçenin her yerini dolandı. Her yer karanlıktı ve oğlu bir kedinin, bir köpeğin hatta bir yaprağın bile peşine takılmış olabilirdi. Polisi aramak geldi aklına, önce kocasına haber vermeliydi. Onun içeride olduğu o zaman dilinde, o kısacık anda, hatta o evin fotoğraflarını çekerken kaybolması, bir anlık dikkatsizlik. Aklına tekrar ev geldi. Gözlerini az önce evi gördüğü yere dikti ama hiçbir şey yoktu. Ev yoktu, o camdan alan yoktu. Karanlık ve ağaçlar vardı. Rüzgârın artmasıyla birbirine değen dalların sesi sadece.

Cep telefonunu çıkardı, yanlış yere bakıyor olmalıydı. Bulmak için fotoğrafları kontrol etti. Fotoğraflar da yoktu. Geriye doğru gitti. Birkaç gün önce köpeğinin fotoğraflarını çekmişti. Favoriler albümüne baktı. Orada da yoktu. Silinmişlere baktı, o albümde de yoktu fotoğraflar. Ev olmadığı gibi fotoğraflar da yoktu. “Sanırım bu bir rüya,” dedi içinden. Uyanacaktı ve oğlu huzurla odasında uyuyor olacaktı. Onu okula gönderip bir türlü başlayamadığı o romana başlayacaktı. Şu an aradığı her şeyi kaybettiği bir rüyanın içindeydi ve kocasını aramaya korkuyordu. Ne diyecekti ona, fotoğrafları kaybederken bir anda çocuğunu kaybettiğini mi?

Kaldırıma çöktü, ağlamak üzereydi. Ne yapacağını hiç bilmiyordu.

“Hayatım?” İşte yüzleşme anı gelmişti. Sonunda hiç olmayan olmuş, oğlunu kaybetmişti. Bir şeyler yapmalıydı, zaman kaybetmeden hem de. Gözleri dolu dolu kocasına baktı. Oğlu babasının elinden tutmuş, ikisi de anlamayan bakışlarla onu bekliyorlardı.

“Gidelim mi?” dedi adam.

Kadın tekrar evin olduğu yere baktı, gözlerinin ona bir oyun oynadığına emindi. Belki kısa bir delilik anı yaşamıştı. Hiçbir şey olmamıştı. Bunca süre o kaldırımda oturmuş ve hayal kurmuştu. Ayağa kalktı. Oğluna sarıldı. Hep beraber arabaya bindiler.

Sallanan sandalyedeki kadın onları izliyordu.


Esra Karadoğan

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page