Bir klişedir ya, sigarayı yaktığın gibi gelir minibüsler. Bu ağustos sıcağında klişenin ortasına düşmeyi isterdim ama üçüncü sigaramı söndürmek üzereyken minibüs hâlâ görünürde yoktu. Durakta kalabalıklardan homurdanmalar başlayınca Cevdet’i aradım.
“Nerde kaldın oğlum ağaç olduk burada.”
“Trafikten ilerleyemiyoruz ki abi. Az sabret beş dakikaya ordayım.”
Vites kutusundan yükselen sesi işittiğime göre muhtemelen telefonu omzuyla kulağı arasına sıkıştırıp vites değiştirirken kurmuştu cümlesini.
Etraf; işine gücüne gitmeyi bekleyip kolundaki saati yoklayan memurlar, sınav sabahı arkadaşını karşısına alıp elindeki kâğıttan soru soran öğrenciler ve perşembe pazarına en iyi ürünleri herkesten önce ayıklamak için pazar sepetlerini ardından sürükleyerek toplanmış yaşlı teyzelerle doluydu.
Her durakta sabahın köründe çapaklı gözleri ovduran, yaşlı teyzelerin pür dikkat tepeden tırnağa süzüp kendi aralarında fısır fısır konuştuğu güzel bir genç kız vardır elbet. Bizimkisi de Nalan. İşte geliyor bizimkisi. Attığı her adımda, vücut hatları içimizdeki şehvet kıvılcımlarını uyandırıyor, onu göremeyenleri kokusunda ete kemiğe bürüyordu. Yusuf Hayaloğlu’nun Nalan şiirini mırıldatır bana. “Merhaba Nalan...” Ama bu mırıltılar hiçbir zaman Nalan’ın karşısında dilime dökülemedi.
Mahallenin tüm delikanlıları gibi ben de yanıktım Nalan’a. Neden olmayaydım ki? Buğday tenli yuvarlak yüzünü omuzlarına kadar uzanan bukleli kumral saçları kaplıyordu. Kavisli kaşlarının ardındaki bakışları, hokka burnuna bin bedel kemerli burnu ona başka bir hava katıyordu. Dolgun elmacık kemiklerine nişan olarak bir benin varlığının eksikliğini duyuyordum nedense. Kalın bacaklarında bir tül gibi dizlerinin üzerine kadar çektiği eteğiyle rahmetli anamın isteyeceği gelinlerden değildi. O da kollarını açmış beni beklemiyordu zaten.
Sabahın köründe bunca kalabalığa karışmamın sebebi de annemin mezarını ziyaretti. Belki de uzun bir süre gidemeyecektim. Kim bilir belki de son kez bu yollarda, bu kalabalıklara maruz kalıyordum.
Babamdan söz edecek olursam, hakkında çok az şey biliyorum. Burma bıyığının ardındaki mavi gözleri ve sırtındaki kahverengi ceketiyle boğaz manzaralı bir fotoğrafta görmüştüm onu. Kardeşimle ne zaman babamdan söz edecek olursak “Adını bile anmayın o hayırsızın. Size babalık etti mi baba deyip duruyorsunuz!” diye çıkışan annem konuyu orada kapatırdı. Çok sonradan Rasim Amca’dan dinleyecektim babamın hikâyesini.
Kız kardeşim annemin kucağında henüz altı aylıkken ben ise emeklemekten dizleri aşınıp yürüme safhasına henüz geçmişken mahallenin ilkokulundaki öğretmenlerden birine sevdalanıp ardından gitmiş babam. O günden sonra babamdan haber alan olmamış. Neydi, ne oldu, ne yaşadı bilmiyorum. Merak etmediğimi söylesem bile bir yanım yılların oluşturduğu boşluğu dolduramamış olacak ki bazen aklımı kurcalıyor.
Rahmetli annem gündeliklere giderek geçimimizi sağlamaya çalışıyordu. Yaş ilerlememiş ama boynundaki fıtıktan ötürü kolunu kaldıracak takati kalmayınca önce gündeliğe gittiği evler azaldı, sonra tamamen elini eteğini işten çekerek eve tıkılıp kaldı. Üç boğaz ne yer ne içerdi? Baktı ki okuyacağım yok, ortaokuldan mezun olur olmaz aile dostumuz kirvem Rasim Amca’nın berber dükkânına beni çırak olarak verdi. Çalışmaya başladığım ilk günlerde gelene gidene sünnet düğününde sünnetçinin eline iki kere işediğimi, göbeğini tutup katıla katıla gülerek anlatırdı. Senelerim, berber koltuğunda hiç tanımadığım adamlarla siyaset ve futbol muhabbeti yaparak geçti. Ustalık için bu şarttı. Tıraşı yaparken bir yandan da tepedeki küçük televizyondan gündemi takip etmek gerekirdi. Maazallah müşterinin açtığı muhabbete yabancı kalırdık, olmazdı.
Hayat hiçbir zaman tekdüze gitmez, gökten her zaman üç elma düşmez.
Annemin tansiyonun fırlayıp beyin kanamasına sebebiyet vermesi nedeniyle artık yürüyemeyecek ve muhtemelen konuşamayacak oluşunu, yoğun bakım ünitesinin kapısında bize açıklama yapan doktordan öğrendim. Annem birçok yaşam fonksiyonunu kaybetti. Sadece gözünü kırparak sorduğumuz sorulara cevap verebiliyordu. Henüz kırklı yaşlarında benim ve kardeşimin gözetiminde altının temizlenmesi, banyo yaptırılması onu yaşadığı durumdan kurtaracak ölümü ne kadar dilediğini gözlerindeki çaresizlikten belli ediyordu. Gün geçtikçe küçülen bedeni bu kadar ağrı ve acıyı kaldıramadı.
Annemi kaybettikten birkaç sene sonra kız kardeşim, utana sıkıla bir talibinin olduğunu, benim de rızam olursa evlenmek istediğini dile getirdi. Kız kardeşime talip olan genci sorup soruşturdum. Kendi halinde, oto sanayide babasından devraldığı kaporta dükkânında çalışan bir delikanlıydı. Üzerime düşen vazifeyi yaparak yıllardır biriktirdiğim parayı kız kardeşimin çeyizine, öteberisine harcadım. Yıllardır biriktirdiğim dediğime bakmayın. Evde tek çalışan olunca kirasıydı, yemeğiydi, öteberisi derken elde bir şey kalmıyordu. Devir değişti. Ayı değil günü kurtarmanın peşindeydik. Bir arada görmeyi geçtim sayısal olarak yazamayacağım meblağlara gelen ev ve araba fiyatlarına bakınca eli ayağı tutmuyor insanın. Baktım olacak gibi değil, çevreden birer ikişer yurtdışına iltica eden arkadaşlarla konuştum. Bir zanaatım olduğu için avantajlı olabileceğimi söylediler. Umut fakirin ekmeği midir karın ağrısı mı bilemem ama mecburiyet fakirin mayasıdır. Mecbur, düşeceğim yollara.
Yola çıkmadan son kez annemden helallik istemeye gidiyordum. Gerçi yaşarken, “Oğlum falancanın kızı tam ailemize göre, eli yüzü düzgün, namazında niyazında,” deyişlerinin ardında gelen burun kıvırmalarımdan sonra az, “vallahi mürüvvetini görmeden ölürsem sana hakkımı helal etmem,” demedi. Helal etmiştir, anadır. Dile kolay, kalbe zor gelir bazı sözler.
Bu zaman tünelinde Cevdet’in minibüsünün kornasıyla kendime geldim.
“Hadi abi seni bekliyoruz!”
Hakikaten de beni bekliyorlardı. Burnundan soluyan koca kalabalık benim minibüse binişimi iç geçirerek izlediler. Cevdet muavini dürterek kaldırdı.
“Kalk lan oradan, Salih abine yer ver.”
Muavin saygıyla beni yerine buyur edip bozuk parayla kabarmış cebini sıkıca kavrayarak arkaya doğru ilerledi.
Cevdet, Rasim Amca’nın küçük oğluydu. Rasim Amca vakti zamanında allem etti kallem etti, Cevdet’in eline makas tutturamadı. Geceleri herkesin uyuduğu geç vakitte, babasının avludaki Renault 12 aracını kaçırarak öğrendi şoförlüğü. Arabalara olan merakı ona, eş dosttan borçlanarak yirmi yaşında ilk minibüsünü aldırdı. Yedi sene sonra iki minibüs daha alıp işletti. İşler onun için tıkırında gidiyordu. Evini, arabasını alınca anne ve babasının rızasıyla Nazan ile evlendi. Nazan bizim Nalan’ın kız kardeşi. Rasim Amca başta yanaşmasa da bu evliliğe sonra rıza gösterdi. Ya da rıza göstermek zorunda kaldı. Yoksa ona kalsa kendisi gibi muhafazakâr bir çizgide olan ağabeyinin kızlarından birini oğluna isterdi.
Baldızını hemen arkasına oturtmuştu Cevdet. Onu görmesem de akılları başlardan alan kokusu ciğerlerime nüfus etmişti bile.
“Abi çocuklardan duydum sen de gitmeye niyetliymişsin?”
“Öyle niyetlendik be Cevdet.”
“Git abi git ne yapacan ki? Görüyorsun memleketin halini.”
Kafa sallamakla yetindim. Git demek kolay da gitmek üzereyken bile aklım kalıp kalmamak arasında gidip geliyor.
Soluma dönüyorum Nalan’ı yoklamak için. Kırmızı ojeli parmaklarıyla tuttuğu telefona gülücükler saçıyordu. Gülüşüne sebebiyet veren benmişim gibi seviniyorum. Kavisli kaşlarının ardından beni yokladı. Ani bir hareketle önümde akan trafiği izlemeye koyuldum. Tam bu sırada bir el omzumu yokladı, kalbim ağzımdan çıkacakmışçasına çarpmaya başladı. Ya Cevdet’ten de cesaret alarak ne diye kendisini dikizlediğimi sorarsa? Ne diyebilirdim? Derin bir nefes alarak arkama dönünce peltek muavinin alnında biriken terli yüzüyle göz göze geldim.
“Abi, su bozukluklayı kutuya koyar mısın?”
Hay senin bozukluklarına!
Cevdet bu sırada Nalan ile sohbeti başlatmıştı. Yüksek lisans tezi için kütüphaneye gitmesi gerekiyormuş. Evde çalışamıyormuş. Arkadaşlarıyla birlikte çalışmak daha verimli oluyormuş. Beli gibi ince sesinin dinginliğine kapılmış, kulağım onlarda, gözüm trafikte birbirine korna çalıp el kol hareketi yapan gergin sürücülerde ve durakta saatlerini kontrol eden kalabalıktaydı. Az önce onlar gibi minibüs beklemenin stresini üzerimden atmış, sırtımı dayadığım pek konforlu olmamasına karşın ayakta olmayışın tesellisiyle, kim bilir bu durağın güzeli nerede, diye göz gezdirdim kalabalıkta.
Her durakta tıslayarak açılan kapıyla birlikte minibüsteki insan sayısı ve gürültüsü artıyordu. Cevdet radyoda çalan parçaları beğenmediğinde habire frekansı değiştirip farklı radyo kanalları deniyordu. Nalan’ı yokladım, hâlâ telefona gülümsüyordu. Yaşlı teyzeler pazarda sepetlerini dolduramayışın sitemini dillendiriyor, muavin her durak sonrası bozuklukları bana uzatıyordu.
Sonraki durakta dikiz aynasını kontrol ederken Cevdet’in beni kestiğini fark ettim.
“Hayırdır oğlum?”
“Abi...”
Gözüyle arkada ilerleyen yeni yolcuları işaret etti. Yolcular öne ve arkaya ilerlerken Nalan’ın yanında henüz fark ettiğim, muhtemelen yerini kaptırmak istemediği için gözünü telefondan ayırmayan genç bir oğlanı iri yarı bir adam dürttü.
“Müsaade eder misin genç! Hamile var.”
Genç, iç çekerek kalkınca iri yarı adam kenara çekildi ve orta boylu, kızıl saçları bukleli hamile kadın gelip boşalan koltuğa oturdu. Yüzü, hiç beklenmedik bir zamanda, çekmecelerde onlarca kâğıdın, kartvizitin arasından sıyrılan eski bir fotoğraf gibi karşıma çıkmıştı.
“Ayfer” diye fısıldadım. Sesim iri yarı adamın bedenine çarpıp kulağımda bitti. Beni fark etmeden yüzümü çevirdim. Belki de fark etmişti, bilmiyorum. Yüz hatları ciddi, alnındaki çizgileri derin, el ve ayakları şişmişti. Karnı burnunda deyişinin vücut bulmuş haliydi.
Ayfer’i ilk olarak, çizgili bordo eteğini dizinin üzerine kadar çekip salaş gömleğine bolca sıktığı, nadir bulunan ithal parfümünün kokusunun sindiği lise yolunda görmüştüm. O zamanlar hep düşlerdim kokunun her şeyden üstün etkisini. İnsan tanıdığı yüzleri, isimleri unuturmuş da kokuları unutmazmış.
Berber dükkânında; gözüm televizyonda, elim kepekli saçları tıraşlamakla meşgulken beni fark etmesini bekleyemezdim. Sorup soruşturdum. Bizim Cevdet’in sınıf arkadaşıymış. Çektim Cevdet’i bir köşeye anlattım içinde bulunduğum durumu.
“Abi bu kız biraz havalı. El bebek gül bebek büyütmüşler. Babası tüccar mıydı, bir fabrikada hissedar mı, öyle bir şey işte.”
“Ne kaybederiz ki. Sen durumu izah et. Gönlü olursa iki kelam edelim ne olacak.”
Cüzdanımda nicedir bulunan vesikalık bir fotoğrafımı çıkartıp uzattım.
“Beni merak ederse bunu gösterirsin.”
Okul çıkışına zar zor yetiştim. Ne Cevdet ne de Ayfer görünürde yoktu. Son birkaç öğrencinin de çıkışıyla okul avlusu tamamen boşaldı. Herhalde ben gelmeden çıkmışlar, diye düşünüp geri dönüyordum ki ikisinin fısır fısır konuşarak bana doğru geldiklerini gördüm. Damarlarımdaki kanın akışını hissettirecek bir heyecan ve tedirginliğin vücudumu sardığını hissettim. Cevdet ile kendimden o kadar emin konuşmamın doğruluğunu sorguladım. Ayfer’i, dokunabileceğim bir mesafeden görmenin heyecanını ve ağzından çıkabilecek olumsuz cümlelerin korkusunu sırtlamıştım. Yaklaştıkça yüzlerindeki ifadeden olumsuz bir tavrın olamayacağını seziyordum. Cevdet göz kırparak hiç duraklamadan geçti.
“Ee nereye gidiyoruz?” diyerek hiç beklemediğim bir sıcaklıkta karşımda durdu. Utangaç bir edayla, tek kelime dahi etmeden, birbirimizi tanımıyormuşçasına aramızda bir hayli mesafe bırakarak mahalleden çıkana kadar sessiz sedasız yürüyeceğimizi sanıyordum.
O gün mahalleden uzak küçük bir pastanede oturup bol tarçınlı sütlaçlarımızın akabinde gelen çaylarımızın eşliğinde uzun uzun konuştuk. Muhabbetimin bu kadar saracağını beklemiyormuş. Benden pek bir umudu olmasa da birlikte vakit geçirmek istediği için gelmiş ama umduğundan çok fazlasını bulduğunu söyledi. Ertesi gün sinemaya, adını bile hatırlamadığım, oyuncuların hiçbirini tanımadığım bir filme gittik. O gün Ayfer’in elini tutup onu sevdiğimi söyledim. Ne başını eğdi ne de kaçamak bir bakış attı. Gülümsedi ve tuttuğum elimi sıkıca kavradı.
Babası bir tekstil fabrikasında hissedarmış. İnşaat işleriyle de uğraşıyormuş. Müteahhit gibi bir şeymiş. Kendisi de çözemiyormuş babasını işlerini. Babası onlara söylemese de annesi işlerin pek de yolunda gitmediğini tavırlarından anlamış. Bazen eve haftalarca uğramadığı oluyormuş. İki abisi varmış. Evli olan emlakçıymış, bekâr olan ise aylak aylak dolanarak geçiriyormuş günlerini. Aylak abisi kendisindeki değişimden işkillenmiş ama ne yapabilirmiş ki.
Kız kardeşim, her okul çıkışında benim kapıda dikildiğimi görünce durumu anneme fısıldamış. Çekinecek bir durum yoktu, anlattım anneme olan biteni. Kimmiş, kimlerdenmiş, neciymiş gibi soruların ardı arkası kesilmedi. Annemin merakını Ayfer’i bir hafta sonu evimize davet ederek giderdim. Ayfer’i sevdi ama giyim ve yaşam tarzı ile ilgili çekincelerini de dile getirmeden geçemedi.
“Sakın gönül koyma bana oğlum hem zamanla onlar da hallolur. Daha toy zaten. Şu okulu bitirsin. Hem ne aceleniz var.”
“Anne acele eden kim? Dur Allah aşkına dün bir bugün iki. Kendin gelin güvey oluyorsun.”
“Olsun oğlum olsun bu işler çok uzatmaya da gelmez.”
Kardeşimle birlikte anneme gülmekle yetiniyorduk.
Günler geçtikçe aramızdaki bağ güçleniyordu. Bana adını sanını duymadığım, telaffuzunda zorluk çektiğim kitaplar getirmeye başladı. Başlarda ondan geldiği için okumaya zorluyordum kendimi ama birkaç sayfadan ileriye gidemiyordum. Hatta bazen kapağını açmadan geri verdiğim de oluyordu.
Bir gün Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Aşka Dair Nesirler” kitabını verip “Al bunu oku ve içerisinde beğendiğin şiirlerden birini ezberleyerek bana oku,” dedi.
Şiir ezberlemeyi bırakın okumayı bile gülünç buluyordum. Başta şaka yaptığını sanıyordum ama yüzündeki o ciddiyeti çok iyi tanıyordum artık. Bu durum canımı sıkmıştı. Günlerce kitabın tek sayfasını dahi açmadım. Hatta sırf bu yüzden birkaç gün işleri bahane ederek okul çıkışına bile gitmedim. Ne o kitabı bir daha elime alabildim ne de Ayfer’e şiir okuyabildim.
Ayfer’in babasının iş yerinde intihar ettiği haberini alarak sarsılmıştım. Vakit kaybetmeden soluğu evlerinde aldım. Komşuların perde aralığından meraklı ve korkulu bakışları arasında kapıyı defalarca çalmama rağmen açan kimse olmadı. Neler olduğunu anlamam gerekiyordu. Neden kapıyı açmıyorsun Ayfer? Beni bu belirsizlikte bırakmanı kabullenemiyorum. Açılmayan kapının önüne çöküp bir süre bekledikten sonra bekleyişimin beyhude olduğu gerçeğiyle berber dükkânına döndüm. Gün içinde dükkâna gelen mahalleliden, Ayfer’in babasının intiharının sebebi ile ilgili bin bir türlü teori atıldı ortaya. Rus mafyasına mı bulaşmadı, daha on sekizine girmemiş bir kızın ırzına mı geçmedi, metresiyle birlikte olurken kocasına mı yakalanmadı… Akla mantığa sığmayan onlarca şey insanların dilinden dökülürken aklım ve ruhum tamamen Ayfer’in nasıl ve nerede olduğuyla ilgileniyordu.
Aylarca Ayfer’den tek bir haber alamadım. İlk ay üretilen teoriler azaldı, ikinci ay pek konuşulmaz oldu, üçüncü aydan sonra her şey unutuldu. Ben bir süre daha unutmadım. Çünkü Ayfer’e olan hislerim henüz diriydi. Birçok duyguyu bana ilk kez yaşatan birini hemen söküp atmamalıydım. Duygularımdan önce düşünmem gereken ailem vardı. Bu yüzden Ayfer’i düşünmemeye, ona dair ne varsa uzaklaşmaya çalıştım. Bir süre sonra sonuç vermeye başladı. Ayfer’in sesini unutmakla başlayan bu süreç mahalleye taşınan Füsun’u görmemle daha da hızlandı. Çivi çiviyi söküyordu.
Ayfer’in babası karı kıza parayı yedirip kumar bataklığına düşünce bankalara, tefecilere olan borcun altından kalkamayıp kıyı vermiş canına. Sabahına dayısı gelip aylak abisi, Ayfer ve annesini alarak memlekete gitmiş. Belli olmazmış, borçlandığı tefeciler gelip alıkoyabilirlermiş. Hatta evli ağabeyinin emlak dükkanını basıp tehdit etmişler. Dükkânı dağıtıp ağabeyini de bir hayli hırpalamışlar. Şakaları yokmuş, gelecek sefer bu kadar kibar davranmayacaklarmış. Ağabeyi, eşi ve çocuklarını alıp nerde olduğunu bilmedikleri bir ahbabına sığınmışlar. Dayısı da bakmış ki borçları öyle böyle değil, tefeciler bir şekilde gelip bulabilirmiş onları, bir çare aramaya başlamış. Hakikaten de dediği gibi de olmuş. Kendilerini soruşturan tekinsiz tiplerin şehirde olduğu haberi kulağına kadar gelmiş. Dayısı, bunlara gücünün yetmeyeceğini anlayınca varmış memleketin sayılı ailelerinden birine. Aile büyüğüne ağam, beyim diye hitap ederek ballandıra ballandıra güzeller güzeli bir yeğeninin olduğunu ve münasip görürse oğluna vermek istediğini dile getirmiş. Kızlarını alıp akşam yemeğine gelmelerini söyleyerek yollamış dayıyı. Olanları kız kardeşine anlatıp Ayfer’i süsleyip püsleyerek yemeğe götürmüşler. Çocuk, Ayfer’i görür görmez vurulmuş tabii. Bir aya kalmadan düğün yapılmış. Dayısı, tefecilerin şu sıralar kendilerini sordurduğunu damadının kulağına fısıldamış. Damadın ailesi şehrin ortasında yakaladıkları üç adamı kurşuna dizmişler. Bir daha da onları soran olmamış. Üç sene önce Ayfer ve kocası geri dönerek buraya yerleşmişler. Ayfer’in kocası büyük şehrin şatafatına, kadın ve uyuşturucuya kaptırınca kendini iyice sapıtmış. Ayfer boşanacağını, gerekirse canına kıyacağını, olanları babasına anlatacağını söyleyerek tehdit ediyormuş. Kocası blöf yaptığını, ondan ayrılamayacağını düşünüyormuş. Bir gün boşanma davası açtığına dair belgeyi kocasının yüzüne fırlatınca olanlar olmuş. Önce yüzü tanınmayacak hale gelene kadar dayak yemiş. Ardından ne olduysa, kocası onu kaybetmenin ağırlığını kaldıramayacak oluşunu idrak etmiş olacak ki tedavi görüp yeniden eski günlerdeki gibi olacağının sözünü vermiş. İki aydır tedavi görüyormuş. Ayfer’e çıkmak için yalvarıyor, pek bir ilerleme kat edemiyormuş. Aileden kimse onun durumunu bilmiyormuş. Tedavinin ne kadar süreceği, sonuç alınıp alınamayacağı da bilmiyormuş. Ama sabır işiymiş bu. Bir de altı aylık hamileymiş Ayfer. Bunları da bana Cevdet anlattı. Hastaneye gitmek için minibüse binerken tanımış Ayfer’i. Evinin adresini öğrenip öteberi alarak ertesi gün ziyaretine gitmişler Nazan ile. Sonra da gittiği günden bugüne yaşadıklarını anlatıvermiş.
Hastanenin önünde, beklemekten yorulmuş hastaların olduğu durakta minibüs durdu. Tıslayarak açılan kapıdan yolcular inerken Ayfer ağır hareketlerle ayağa kalkarak kapıya yöneldi. Onu son olarak eli karnında küçük adımlarla hastaneye doğru ardına bakmadan yürürken gördüm. Cevdet radyo frekansını değiştirdi. Radyoda Yusuf Hayaloğlu,
“Merhaba Nalân
Amortiden mi çıktın güzelim
Bak yine şapşal ettin bizi
Oysa ne güzel unutmuştuk
Ve ne güzel sona ermişti
O gerzek pembe dizi”
Soluma dönüyorum Nalan’ı tekrar yoklamak için. Kırmızı ojeli parmaklarıyla tuttuğu telefona gülücükler saçıyor hâlâ. Gülüşüne sebebiyet veren benmişim gibi seviniyorum.
Ferhat Birlik
Yorumlar