Öykü- Gülnar Kandeyer- Işığın Üzerine Karanlık Yağarken
- İshakEdebiyat
- 22 Mar
- 6 dakikada okunur
Cam balkon, sabah ışığını tümüyle içeriye taşımaya fırsat vermiyor. Hantal kaslarına tutturulmuş kollarını sallayarak döneliyor genç adam. Tüyler nereye konacağına karar verememiş gibi sağa sola uçuşuyor. Birini küt parmaklarıyla tutmaya çalışıyor. Sanki hâlâ şurada tünüyor o muhteşem kuyruğuyla horozu. Kabarık tüyleriyle boynunu ileri uzatmış, kapıdan girişini bekler gibi. Horozunun kâhin bakışları düşüyor ağacın oynaşan gölgeleri üstüne. Güneş, ufku aşmaya çabalıyor; salkım saçak bulutlar, mevsimden utanarak sünüp uzuyorlar. Sarının güçlü ışıltısı kızıla dönerken tüm üzüntüsü eriyerek yitip gidiyor. Üzerinde kumar oynamış hayat, çuha örtüsünü silkeleyip kınında tuttuğu gerçeklerle baş başa bırakıyor onu. Sönük kırıntılarıyla anılar, şimdi konuşuyor, bağırıyor, sallanıyor ve geçmişe dalıyor.
Bazı kokular, mutfakta kapalı kalmaktan sıkılıp açık kapıdan balkonun sıvasına, pervazlarına sinmiş tanımsız yaşanmışlıkları dillendiriyor. Tıknaz, kafası bedenine oranla büyükçe, omuzları geniş fakat içe dönük durduğundan sırtını kamburmuş gibi durmasına rağmen genç olduğu belli genç adamın. Bacakları hızarla dikkatlice biçilmiş iki kısa kütüğü andırıyor. Saçsız başı terlemiş, alnının kırışıkları kaşlarının üzerine yığılmış. Burnu iki gözünün ortasından incecik gelirken aniden genişleyen ve iki yana yayılan kocaman delikleriyle en göze çarpıcı organı. Küt parmaklı ellerini çapraz olarak birbirine kenetliyor balkondan dışarıyı seyrederken.
İşte çok da uzakta olmayan tekdüze yaşantısı, taş bir ırmak gibi uzanan yoldan geçip gidiyor. Bir nevi ömrünün geçit töreni… Sevinçleri ve üzüntüleri belirgin olmayan gamsız iş dönüşleri. Öğle yemeği mönüsündeki kokuların terle beraber özgürleşip ortalığa salındığı ekşi tütsüden, tıkış tıkış insan etinden kendini koparıp indiği minibüs durağı. Evinin beş metre ötesinde, tekmelenerek, hedef tahtası gibi kullanılarak eğilip bükülmüş teneke tenteli, otobüs durağıyım, diye bağırıp varlığını kanıtlamaya çalıştığı dikdörtgen kutu. Hiçbir sürprizin kendini beklemediği evinin oluklu sacdan siperi olan mavi yağlı boyalı dış kapısı. Rutinleşmiş giriş çıkışlara alışıklığından gamsızca gerinerek açılıyor. Önünde zavallılığı tartışma götürmeyen, eşlerini arayan terlikler, arkasına basılıp ezilmiş pazar malı irili ufaklı naylon ayakkabılar. Her birinin yönü başka yöne bakıyor.
Zahmetlice üzerinden atlanarak sofaya geçilen bir eşik. Yer sofrası, tarhana çorbası kokusu, lahana buğusu, elle bölünüp eşit olmadan üleştirilmiş somun ekmeğin çağrısı. Elini ayağını yıkmaya giden genç adama eşlik eden annesinin sert ve bıkkın sesi.
“Bekleyin geberdiniz mi, ekmek düşmanları.”
Bu ekmek düşmanları deyiminin muhatabı dört kız torunu. Kıvırcık kapkara saçlı, zeytin gözlü dünya güzeli dört kız. Öfkesi onlara değil besbelli bir oğlan torunu olmamasına. Gelinin iş yapmadaki beceriksizliği. Yemek yapmaktaki acemiliği. Kaynanası bağırdıkça eli ayağına dolaşıp sakarca davranan, sürekli gözü ayakuçlarında gezen kadıncağız, bu evde beslenen bir boğaz.
Genç adam, aylık kazancının pay edildiği, taksitlerinin uç uca ulanıp, ‘desinler’ için döşenen ama ‘kirlenmesin’ diye hiç girilmeyen bir salon için çalışır durur. Bebelerin istiflenip uyumaya muhtaç olduğu, dede ve nenenin artık lüzumu olmayan mahremiyet alanı, bir erkek çocuk yapmak için tahsis edilmiş yatak odasıyla sofaya açılan üç bölme. Islaklığı hiç kurumadığı için romatizmalı bir banyo, bir tuvalet. Her daim misafire hazır edilmiş kapısı kilitli duran bir salon. Hiçbir heyecanın yaşanmadığı iç mekândan kaçmak gerektiğinde çıkılabilecek büyücek bir balkon. Yaşam alanı hepi topu yüz metrekare olan bu ev, kalan mirasların ve didinmelerin sonucunda elde edilmiş. Bu ailenin umudunu, neslinin devamını bağladıkları tek erkek çocuk, genç adam. Yaşlı bir anne ve baba. Sekiz kişilik çekirdek aile.
Yaşlı adamın sessizliği, kendi gölgesinin çapının dışına çıkmayan bakışları tedirginlik anıtı. Baktığında ise kemik gibi batan bir yalnızlık sunuyor karşısındakine. Konuştuğu birkaç kelime, çelik grisi miskin bir kırağı yağdırıyor bulunduğu ortama. Soyunun kuruyacağından endişelenerek tüm hıncını giydirdiği suskunluğu. Eve oğlundan önce geliyor, halı kılıflı minderine bağdaş kuruyor, ot yastığa sırtını dayıyor. Karısı, gelini ve dört kara kız torunu hizmetinde el pençe. Vazgeçemediği, büyüklerinden ödünç aldığı köylülüğü hep sırtında. Oğlu için babasının bu halleri kanıksanabilir değil ancak alışılabilir bir durum. Bir devlet dairesine işe girdiğinden beri hayatı bu yavanlıkta genç adamın. Nefesini tıkayan evin havası hep aynı. Çivit kokulu badana, naftalin kokusunu hiç yitirmeyecek olan yatak yorgan. Bunca kalabalığın ortasında sıkışıp yükselen bir yalnızlık.
Çöp tenekeleri aynı kokuyor yine o günkü iş dönüşünde. Fakat bir ses, evlerinin safralarının içinde var olma çabası, rutinini bozuluyor genç adamın, dönüp bakıyor sese doğru. Sarı kanatlarını çırpıp dışarı çıkmak isteyen bir civciv, gücü yettiğince yardım istiyor. Çöp tenekesinin içine eğilip alıyor, esnek kenarları çöpe belenmiş gagası açılıp kapanıyor. İçinde eşi ve çocuklarına duyduğu merhamete benzer bir his uyanıyor.
Karşı komşuları olan Hamit amca, dibinden yağlı, pis bir su sızdıran çöp poşetini getirirken görüyor onu. Genç adamın elindeki tavuk civcivini görünce soruyu beklemeden cevap veriyor.
“Tavukçuların kuluçkalarından çıkan civcivlerden. Sanırım itlaf edilirken kaçmış ellerinden.”
“Salgın hastalık mı varmış?”
“Yok canım. Horoz olacakları ayırıyorlar. Yumurta tavuğu lazım onlara.”
Cevap vermeden eve yöneliyor genç adam. Avucunda civcivle.
“Oğlum, nerede büyütecen? Bahçen mi var?”
Hamit amcanın son söylediklerini duymuyor, yürüyüp gidiyor. Evdekiler şaşkın, genç adam mutlu. Önce bir kutunun içinde sonra da balkonda besliyor onu. Genç adamın hayatına bir anlam katıyor bu varlık. Artık ayrıksı bir yere koyduğu civcivi görmeye can atıyor. Hatta yeniden onun her hareketini kaydettiği bir günlük tutuyor gizlice, yeni yetme heyecanıyla. İlk ötüşünü, elinden yem yiyişini, sabahları kurulmuş saat gibi başlayan gevezeliklerini… Eh, artık bir adı hak ediyor bu kıymetli canlı. Sarı Ercan. Dakikalarca ve ileri zamanlarda saatlerce balkonda onunla zaman geçiriyor.
İlkin ışık sarısı yumuşak tüyleri ve avuç içi kadarken tüm ailenin ilgi odağı olan horoza adı yakışıyor doğrusu. Sevimliyken herkesin sevgilisi. Gel zaman git zaman metalik renkli kıvrık kuyruklu gürültücü varlığa dönüştüğünde tartışmaların odağına yerleşiyor. Kızlar, sokağa salınmadıkları için oyun alanları olan balkonu da kaybettiklerinden hiç adetleri olmadığı üzere şikâyete başlıyorlar. Gelin, zaten yetemediği işlerine bir de balkonun her gün temizliği eklenince ağlama krizleri geçiriyor. Yaşlı kadın, daha hırçınlaşıyor, gıyabında oğluna beddualar yağdırıyor. Yaşlı adam ise görmeye alıştığı ilginin kaybolmasından hoşnutsuz, çifte kavrulmuş zorbalığını artırıyor. Bunlardan gündüz vakti nasibini alan horoz, hırçınlığı zirveye taşıyor. Kurtarıcısından başka kimseyi balkona yanaştırmıyor.
Bunlardan bihaber genç adam, iş çıkışlarını, horozunun hasretiyle yanıp tutuşarak bir an önce eve gelmeyi iple çekiyor. Kaybolur, başına bir iş gelir düşüncesiyle bahçeye çıkarmadığı horozunun ihtiyaçları, her şeyin önüne geçiyor. Aşağı atlar ve kaçar diye balkonu camekanla kapatıyor. Zahirecilerden çeşit çeşit buğday, mısır, arpa ve envaı çeşit yem alıp, avucunda yediriyor. Suyuna konacak gerekli vitaminleri ihmal etmiyor. Horoz, palazlanmakla kalmıyor besiye çekilmiş damızlık hayvanlar gibi semirdikçe irileşip azmana dönüşüyor. Daha da güzelleşiyor, sahibinin hayranlığına mazhar oluyor. Balkonun onun rahat etmesine yönelik düzenlenme işi adama ayrı bir zevk veriyor.
Kokudan rahatsız olduklarını sürekli dile getiren annesi, karısı ve çocukları yüzünden temizliğini bile üstleniyor. Ondaki bu hamaratlık, bugüne dek babasının elinden bir şeker bile almamış sabilerin ruhunda derin yaralar açıyor. Kara kızlar, sarı horoz kadar olamamanın eksikliğini hissediyor. Adamcağız, çocuklarını götürmediği kırlara çıkıyor ara sıra horozuyla ve yağmurdan sonra toprağın sulu bağrından çıkan solucanları toplamak için elinde bir teneke konserve kutusuyla. Arada bir iş icabı yollandığı şehirlerden, ülkelerden dönüşte getirdiği şekerlemelerden mahrum kalan annesi ve eşi, ucu bulunmayan dolaşıklığı açılmayacak bir sıkıntı yumağına dönüştürüyor. Artık evde mutlu olan iki şahsiyet var, horozu ve kendisi.
Balkonun kümesi andıran kokusu, artık evin içini dolaşırken daha beter nem kokusuyla çarpışıp açık pencerelerden ve kapıdan dışarı taşıyor, komşuları bile rahatsız ediyor. Yaşlı adam suskunluğunu, artık son kerteye gelmiş sabrının zorlanmasıyla bozuyor.
“Bari horoza bir nüfus cüzdanı çıkaralım da neslimiz sürsün. Sarı Ercan. Peh!”
Bu iğnelemeleri kulak arkasına atıyor genç adam, yaşam mekanizmasının çarklarını horozu için döndürüyor. Huzur bulduğu tek yer, bu balkon ve kucaklar gibi açtığında genişliği bir metreyi bulan kanatlar. Yanına sahibinden başka – artık kim kimin sahibi tartışılır- kimseyi yanaştırmadığından tatil günlerinde bile balkonda horozunun yanında. Bir tünek, çıkıp zıplayabileceği dekorlar yapıyor, balkonu minimal bir sirke döndürüyor. Devlet dairesinin yollamak istediği şehir dışındaki görevlerini başkalarına devrediyor. Öyle bağımlı hale geliyor ki emekli olup kırsalda bir ev bile düşünüyor, içinde horozu ve kendisini düşlüyor.
Pençelerini temizlemeye, tüylerini parlatmaya, beslenmesi için değişik gıdalar araştırmaya onca vakit ayırıyor ki horozunun anlaşılmaz lisanına o kadar dalıyor ki evin boğucu sessizliğinin anlamını düşünecek vakti kalmıyor.
Şu anda olduğu gibi, camekandan dışarıda akıp giden ve bir daha dönmeyecek olan yaşam ağının ipliklerinin titrediğinin farkında değil. Ve pusuda bekleyen belirsizliklere tüm duyularını kapatmış. Bakışları sonsuz bir yolculuğa çıkmış gibi uzakta.
Kırılıp zorla girilen kapıdan içeri doluşan kalabalık ise onun dünyasından çok uzakta. Sofadaki yer sofrası, tabaklar, içindeki ısırılıp bitirilmemiş butlar, kanatlar, göğüs eti, sininin ortasındaki pilav tenceresi, sofra bezinin çevresinde düzensiz bir biçimde bağdaş kurmuş ancak yana yatmış cansız bedenler. Tüyler ürperten bir akşam yemeği. Ailenin yer sofrasına son oturuşu. Orta Çağ vahşetini sahneleyen Barok tarzı bir tablo.
Hamit amca, polisler ve sağlık görevlileriyle eve ilk girenlerden. Atmaya götürüp hengameyi görünce elinde unuttuğu kokuşmuş çöp torbası.
“Yapma etme dediysem dinletemedimdi,” diyor bu kan gölünün ortasında ayaklarının ucuna basarak ilerleyen komisere.
“Kime, ne dedin babalık?”
“Babası şikayetlerden yılmıştı, evdekilerin zoruyla horozu kesiyordu ikindileyin. Böyle olacağını bilsem engel olurdum.”
“Ne diyorsun, anlayamadım.”
“Çöpten civcivi aldığında diyorum. Aslını sorarsan iyi delikanlıdır. Zaar dellendi öğrenince. Zaten pek de akıllı sayılmazdı ya. İşten eve, evden işe gidip gelirdi. Bir de şu -sofradaki tencereyi göstererek- suyuna pilav yapılmış horozuyla ilgilenirdi garibim. Nasıl yaptı bunu aklım almıyor. Bir horoz için, değer miydi?” diyor komiserin kulağına.
Zamanda asılı kalmış gibi balkonda boşluğa bakarken sallanan genç adamı gören polisler, silahlarını bu şüpheliye doğrultuyorlar. Komiser, Hamit amcanın söylediklerinden bir şey anlamamış, hâlâ göz ucuyla bakıyor.
“Çok pis kokuyor. Git şu elindekini at çöpe de seni şahit yazıp zapta geçirelim. Sonra da karakolda ifadeni alalım” diyor zanlının duymasından imtina ederek.
Zanlı, ipleri başkasının elinde olan bir kukla gibi sallana sarsıla polis aracına bindiriliyor. Aracın rüzgarından üç beş sarı tüy havaya yükseliyor. Gece, karanlık sağanağını günün utançla zayıflayan ışıklarının üstüne döküyor.
Gülnar Kandeyer
Comments