top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Hülya Yalçın- Mavisi Eksik

Sol yanımda bir cızırtı duydum. Hafif araladım gözlerimi. Karanlıktı, zifiri. Uzanıp dürttüm.

“Nevzat!”

Ses gelmedi. Öte yanıma dönüyordum. Mavi ekran ışığı dolandı odanın duvarlarında. Başımı tekrar çevirdim, yorganın boş kabarıklığı. Derin bir iç çektim. Telefona uzandım. Yetişmedi kolum. Hışımla doğruldum. Lambayı yaktım. Geçtim, Nevzat’ın tarafına oturdum. Ekranda bir mesaj daha.

“Canım bugün büyük gün. Sana kimse ulaşamayınca, ben yazdım. Özledim. Zamanında gel. Öptüm. Sevgi.”

Yerinden fırlayacakmış gibi oldu gözlerim. Dişlerimi sıktım. Nasıl yani? Açtım telefonu, artarda yağlı boya tablolar, Galeri Art’ta karma resim sergisi davetiyesi. Yenik düştüm merakıma, önceki mesajları da okudum. Avrupa’daki sergiden yeni döndüğünü, oradayken aradığını ama ulaşamadığını anlatan, kısa pusula gibi kesik kesik cümleler. Sımsıkı kapadım gözlerimi. Savurdum attım telefonu. Koşar adım gittim mutfağa. Masanın üzerinden bir sigara aldım, yaktım. Kuru öksürük, ciğerlerim söküldü sanki. Söndürdüm. Saate baktım. Altı. Bu saatte, kim bu Sevgi?  Eğildim. Ellerimle şakaklarımı tuttum. Bulanık görünüyordu etraf. Sevgi ha! Silkindim, kalktım ayağa.

Yatak odasının kapısında dikildim bir zaman. Nevzat’ın yastığına takıldı gözlerim. Neredeyse üç ay olmuştu, Nevzat kalp krizinden öleli. Henüz ayırdında değildim aslında. Hâlâ akşamları onun geliş vaktinde kulağım kapıda, gözüm karşı kaldırımdaydı.

Tak diye bir ses. Sıçradım. Sesin geldiği yana döndüm. Telefon, Nevzat’ın komodininin kenarından ayırmadığı ressam çantasının üzerine düşmüştü. Bir süre, belki de dakikalarca, baka kaldım. İki yana salladım başımı. Nasıl gitmişti oraya, anlamak zor; tıpkı Nevzat'ın son yıllardaki sık seyahatleri, geç dönüşleri ve ansızın ortaya çıkan resim hobisi gibi. Kasılıp kaldım bir an. Çok geçmedi, dudaklarımı kemirmeye başladım. Resim sergisi demek? Gittim, düştüğü yerden aldım telefonu. Zihnimde tuşlara basmakla basmamak arasında gidip gelirken evde küçük bir tur attım. Salon, çalışma odası, oğlumuzun tatillerde gelince kaldığı oda, mutfak. Bir ara mıhlandım yine olduğum yerde. “Yazıyorsun,” dediğini duyar gibi oldum Nevzat’ın. Sonrası kapıyı çarpıp çıkmam, arabama atlamam, direksiyonumu kimsenin bilmediği küçük koya kırmam.

Salona geçtim. Gün çoktan aydınlanmış, balkona açılan geniş cam kapının önündeki koltuğun yarısı gölgede kalmıştı. Gölge iyidir, dedi içimden bir ses, saklar insanı. Oturdum, aynalara vuran ışık, hafif aralık pencereden içeriye dolan serin esinti. Koltuğun yanındaki sehpadan gözlüğümü aldım. Karıştırmaya başladım telefonu. Nevzat “O” diye kaydetmişti Sevgi’yi. Her okuduğum mesajdan sonra şekilden şekle giriyordu yüzüm. İki arkadaşın mesajlaşmasından farklı bir yakınlık yoktu aslında. Öldüğünü bile bilmiyordu. Başımı kaldırdım. Karşı pencereler çarptı gözüme. Perdelerin ardına uzandım bir an. İnsanlar, birlikte ama yalnız. Bu kıskançlık niye peki? Yok canım, O Nevzat, bir ressamla, tekrar baktım telefona. Tam kenara koyuyordum, bir iki mesaj daha.

“Oblomov, üşenme gel. Ruhsar’ın meyhanedeyiz bu akşam.” 

Kaşlarımı kaldırdım. Oblomov da kim? Dudağımı büktüm sonra. Belki bir aşk hikâyesinin müptezel erkeği. Birbirlerine lakapla hitap edecek kadar yakınlardı demek.

“Oblomov, sen üşenirsin şimdi, bekle mantı yaptım, ofise getiriyorum,” diyordu öteki mesajında Sevgi. Sahi en son ne zaman yemek pişirmiştim evde? Bir ressamın nasıl mantı hamuru açabileceği geçti aklımdan, sonra kendim. Arabamın bagajında gezdirdiğim dosyalar, genel merkez toplantıları, köşedeki ev yemeği lokantasının sipariş hattı. Nevzat’ın, “Hamur işi yemek istemiyorum,” dediği zamanlar gelince aklıma, ellerim titredi.

Telefon çaldı. Açma tuşuna bastım, ses gelmedi. Yatak odasından geliyordu ses. Kendi telefonum. Elimde Nevzat’ınki, koştum. Baktım, sekreter Sude.

“Zeynep Hanım, bugün öğleden sonraki toplantı için imzanız gerekli.”

Başım bedenimden ayrı gibiydi. Makyaj masasına dayandım. Saate baktım. Neredeyse sekiz. Erken başlamıştı Sude işe. Hemen hazırlanıp çıkıyorum, diyecektim, demedim.

“Sude Hanım, bugün iyi değilim. Toplantıyı iptal edin.”

“Olur efendim.”

Yatağa uzandım. Nevzat’ın yastığına dokundum. Üşenme, diyordu Sevgi. Üşengeç miydi sahi? İlk tanıştığımız zamanlar, oğlumuzun doğumundan sonraki koşuşturmaları, halı sahada futbol oynamalar, okul kayıtları, müsamereler. Of Nevzat! Parça parça doğruldum. Neden Oblomov diyordu Sevgi? Telefonun arama motoruna Oblomov yazdım. “Oblomov, İvan Gonçarov'un ilk defa 1859 yılında yayımlanan ikinci romanıdır. Oblomov, önemli kararlar vermekten ve kayda değer hareketler yapmaktan aciz olan genç ve cömert bir soyludur,” diyordu Wiki. Bizim Nevzat mı? Nefesim kesilir gibi oldu. Tekrar oturdum yatağın köşesine. Derin bir iç çektim, duvardaki fotoğraflara bakarken geçen yaz tatile gidişimiz geldi aklıma. Oğlumuz Ali gelmeden önce mi, geldikten sonra mı, yurt içi mi, dışı mı, arabayla mı, uçakla mı… sorular uzayıp gitmişti. Ali karar vermişti. Kocaman bir taş oturdu göğsümün üzerine. Bu kadın benden daha mı iyi tanıyordu Nevzat’ı? Yüzümü buruşturdum. Belki zamanı boldu ikisinin de. Tekrar aldım Nevzat’ın telefonunu. Sevgi’nin soyadını öğrenirsem hakkında daha fazla bilgi edinebilirdim. Davetiyeyi açtım. Yakınlaştırdım. “Sevgi Aksal” diye bir isim vardı en altta. Yazdım telefona, arattırdım. Uzun biyografisiyle güzel bir kadın. Yaşlarımız yakın. Aktivist, gezgin, ressam, öğretim üyesi. Ne çok kelime vardı isminin önünde. Bolca fotoğraf.  Kaşlarımı çattım. Tekrar baktım Sevgi’nin son mesajına. Parmaklarıma hâkim olamadım.

“Bu sıra çok yoğundum. Tam olarak kaçta gelmemi istersin?”

Hemen cevap verdi Sevgi.

“Oblomov, sen bu saatte uyanır mıydın?”

Öylece baktım ekrana. Erken kalkardı Nevzat. En geç altıda yola koyulduğum sabahlar film şeridi gibi geçti gözümün önünden. Yatıyor muydu Nevzat benden sonra? Başımı kaldırdım. Saate baktım. Dokuz. “Nevzat öldü, ben karısı Zeynep,” diye yazdım, sonra sildim. Devam ettim.

“Oblomov da erken kalkabilir, sen kaçta gelmem gerektiğini söyle.”

“On bir iyi mi?”

“İyi.”

***

Arabamdaydım. Mahalleden çıktım, çevre yoluna sapacaktım. Durdum, yaslandım arkama. Sabahın ışıltısı yerini koyu bulutlara bırakmıştı. Kasvetliydi hava. Yağdı yağacak. Boğazım düğümlendi birden, derin bir soluk aldım. Geçiştirdim ağlama isteğimi. Belki de işe gitmeliydim. Telefon çaldı. Baktım, oğlum Ali.

“Selam anne”

“Selam.”

“Bugün işe gitmemişsin. Sude söyledi, iyi değilmişsin.”

Duraladım cevap vermeden önce. Hafif öksürdüm.

“Bir şeyim yok, iyiyim. Bazen de gitmemek lazım.”

Güldü Ali.

“Sen mi söylüyorsun bunu?”

“Neden?”

“Her koşulda gidersin de. Meraklandım.”

Ne demeliydi Ali’ye?

“Anne orada mısın?”

“Buradayım.”

“İyisin, değil mi? Sesin iyi gelmiyor.”

“İyiyim dedim ya.”

“Hakikaten şaşırdım. Hatta biraz dedikodunu yaptık Sude’yle.”

Kaşlarım çatıldı. Sekreterle beni mi çekiştirdin, demek istedim. Diyemedim.

“Nasıl yani?”

“O da benim gibi düşünüyor. Çok çalışıyor, diyor.”

Yutkundum.

“Bak sen Sude’ye.”

“Anlamıyormuş.”

“Kim, neyi?”

“Sude işte.”

“Neyi anlamıyormuş?

“Niye bu kadar çok çalıştığını.”

Konuşma uzadıkça dişlerimi sıkmaya başladım. Kapayıp telefonu, Sude’yi aramak, belki azarlamak.

“Neyse,” dedi Ali, “Okulun son harcı yatırılmamış. Hafta sonuna kadar halledebilir misin?”

“Baban...” deyiverdim birden.

“O yok artık,” dedi Ali boğuk sesiyle. Sonra yine alaycılığa vurdu, “Hafta sonuna kadar, unutma. Yoksa gelir başına ekşirim.”

“O nasıl söz, öyle?”

“Bilirsin. İşim var. Acil kapatmam lazım.”

“Ne işi,” dedim ama duymadı.

Bu kez engel olamadım gözyaşlarıma. Direksiyona kapandım. Koy verdim kendimi. Bir zaman sonra kaldırdım başımı. Arabayı çalıştırdım. Nereye gideceğimi bilmiyordum aslında. Çevre yoluna çıktım, bastım gaza. Navigasyon yönlendirdi sonrasını.

***

Galeri Art’ın otoparkına bıraktım arabamı. Saatime baktım. On bir kırk beş.  Adımlarımı sıklaştırdım. Portmantoya ceketimi verirken nefes nefeseydim. Tedirgin adımlarla girdim salona. Tek tük insanlar duvardaki resimlere bakıyorlardı. Sevgi’yi aradı gözlerim. Fotoğraflardaki kadın yoktu sergide.

Duvarlardaki küçüklü büyüklü tablolara bakındım. Tuhaf kadın başları, geniş kalçalar, kara kalem vazolar, çiçekler, yağlı boya manzara resimleri. Her biri birbirinin replikası gibi görünmeye başladı bir süre sonra. İçecek aldım garsondan. Bir köşede durdum. Beş altı kişilik bir grup durdu yakınımdaki bir tablonun yanında. Ortada uzun simsiyah saçlı bir kadın, bacakları üst bedeninden orantısız biçimde kısa. Bir şeyler anlatıyordu yanındakilere. İçeceğimi masaya bıraktım başımı uzatıp tabloya baktım. Dik yamacın ucunda geniş bir koy, balıkçı barınakları, dizlerini karnına çekip oturmuş arkadan görünen bir kadın, saçları atkuyruğu, yanında bir iki klasör. Koyun mavilikleri tamamlanmamış. Kalp atışlarım hızlandı.  Resmin önündekileri biraz ittirdim, girdim araya. Resimdeki kadının saçlarında, tamamlanmamış koyda dolandırdım parmaklarımı. Kimse bilmez burayı, diye geçirdim içimden. Arkamdakilerin “çok yazık,” dediğini duydum bir ara. Döndüm. Göz göze geldik siyah saçlı kadınla. Fotoğraftakilerden farklı görünse de gözlerine sürdüğü sürmeden anladım. Sevgi’ydi konuşan.

“Bu yarım tablo,” dedim ağlamaklı.

Dikkatlice baktı yüzüme. Derin bir soluk aldı.

“Ah, ah sormayın, Nevzat Bey’in. Tablo gibi hayatı da yarım bırakmış, gitmiş.”

“Eşi için yapmıştı,” dedi yanındakilerden biri.

“Eşi mi?” dedim.

“Evet,” dedi Sevgi, “çok severdi onu, ama kadın o kadar meşguldü ki,”

“Meşgul mü?”

“Evet,” dedi bir başkası, “ne zaman çağırsak koşar gelirdi Nevzat abi. Evde yalnız oturmaktansa, derdi.”

İyi giyimli bir adam yanaştı Sevgi’nin yanına. Kulağına bir şeyler fısıldadı. Koluna girdi. Grupla birlikte ayrıldılar yanımdan. Olduğum yerde sırtım tabloya dönük çakıldım kaldım bir süre. Öfkem, kırgınlıklarım, yalnızlığım, kaçışlarım renk oldu kimsenin bilmediği mavisi eksik derinliğe.


Hülya Yalçın

1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Comment


nezahat.akbaba
Apr 30

Her geçen gün güçlenen bir kalem,öykünün sıradanlaştığı bir zamanda türe yeni bir soluk getireceğine inandığım bir kalem..Yenilerini sabırsızlıkla bekliyorum.

Like
bottom of page