Ragıp Hoşodör Bey, kasketi, kareli ceketi, siyah yeleği, keten gömleği ve kahverengi boyunbağıyla Odör Parfümeri’nin yönetim kurulu başkanının yani torunu Ragıp Kaya’nın odasındaki çerçevesinde tam karşıya bakıyor. Kırışıklarla dolu yüzünde halen, “Bilinmedik bir koku yakalayabilir miyim? Bunun esansını hazırlayabilir miyim?” merakı var adeta.
Mösyö Hoşodör, Türkiye’nin ilk parfümörlerinden. “Birinci Cihan Harbi esnasında doğmuşum. Asker olan babam yalnız bir kez görebilmiş beni, o da ben altı aylıkken, sonra şehit olduğu haberi gelmiş. Annem öldüğünde ise halen meme emiyormuşum. Hiç kimse inanmasa da bu mesleğe girmeden önce bile babamın kesif tütün kokusunu ve annemin o mükemmel sütünün ekşi kokusunu net olarak hatırlardım,” diyerek açıklıyordu kokuya olan yeteneğini.
Kendinden Mösyö olarak bahsedilmesini seven Ragıp Bey, genç cumhuriyetin ilk parfümörü olduğu için zaman zaman nostaljik haberlere konu oluyor. Lâkin herkesin bildiği ve parfümlerini severek kullandığı Odör Parfümeri zor günler geçiriyor. Torun Ragıp şirketi kurtarabilecek bir keşif yapmanın heyecanıyla annesi Rayiha’yı şirkete çağırdı. Hem bir keşif var ortada hem de keşif içinde keşif. Kafanız karışacak biliyorum ama aslında bahse konu keşif gerçekten yapıldı mı yapılmadı mı Ragıp emin değil. Lokman Hekim’in ölümsüzlük otu gibi bir şey de olabilir bu. Her ne kadar Mösyö Hoşodör ölmüş olsa da halen izi sürülebileceği için bilim dünyasından edebiyat dünyasına, tüccarlardan yönetmenlere birçok kişinin bu hikâyeyle yakından ilgileneceğini düşünüyor Ragıp Kaya. Bu hikâyenin yayılmasıyla da herkes tekrar Odör Parfümeri’yi konuşacak. Lakin öncelikle annesini ikna etmesi gerekiyor. Okuyalım bakalım neler olmuş. Ama önce bilinen Ragıp Hoşodör’ü röportajlarında anlattığı kadarıyla bir tanıyalım.
Ragıp Hoşodör. Dedik ya, Türkiye’nin ilk parfümörü. Bazı okurlar artık görmekten sıkılsalar da bu ismi ilk defa duyanlar olabileceğini düşünerek parfümörümüzün hayat hikâyesinin başlıca noktalarını vermekte fayda görüyoruz.
Ragıp Bey 1915’te İstanbul’da doğdu. Zabit olan babası Kamil Bey şehit olduktan sonra bir başına kalan annesi Rahime Hanım, Vezneciler’deki evde zor şartlarda yaşamaya başladı. Henüz çocuk bile olmadan annesi de ölünce, dedesi Galip Paşa biraz da istemeyerek torununu himayesi altına almak zorunda kaldı. Kurtuluş Savaşı sırasında önemli görevlerde bulunan paşa, torunuyla çok ilgilenemese de en azından hayatta kalması için gerekli evi, bakıcıları temin etti. Hâl böyle olunca da küçük Ragıp ancak cumhuriyet ilan edildikten sonra okula gidebildi.
Savaş döneminin bitmesiyle yeni görev talep etmeyerek emekli hayatı yaşamaya başlayan Paşa, istemeyerek evine aldığı torununa bu kez bağlanarak okuması için elinden geleni yaptı. On sekizine geldiğinde kimya ilmini tahsil etmek üzere Paris’e gönderilen Ragıp Bey orada meşhur parfümör Mösyö Guerlain’la tanışma bahtiyarlığına erişti.
Ragıp Sorbonne’da okurken bir hocası ona eski bir öğrencisine ufak bir dosya gönderme görevi vermişti. İşte bu tesadüfi görevde tanıştığı Guerlain’ın laboratuvarında adeta rüyada gibi hissedeceğini elbette tahmin etmiyordu. Attığı her adımda farklı bir hoş koku burnuna çarpıyor, her birini Guerlain’a iştahlı bir merakla soruyordu. Bergamot? Limon? Yasemin? Gül? Tefarik? Buhur? Süsen? Mösyö Guerlain, bu kırık Fransızcalı Türk’ün her sorusunda bir kat daha fazla şaşırırken, Ragıp da her bir kokuyu adeta Galip Paşa Konağı’nda en has nameleri çalan ihtiyar Steinway’in başka başka tuşlarından gelen ahenkli notalar gibi algılıyordu. Ne Ragıp, ne Guerlain böyle bir şeyi beklemiyordu. Ragıp keskin bir burnu olduğunu bilir, hoş kokuları tespit etmekten ayrı bir haz duyardı ama bu laboratuvar, bu laboratuvar…
Bu beklenmedik tanışma, Ragıp Bey’in Mösyö Guerlain’ın çırağı, arkadaşı, sırdaşı olmasıyla sonuçlandı. Paşa dedesinin kendine has kokusu peşini bırakmadığından Sorbonne’daki eğitimini tamamlamak zorundaydı Ragıp. Okuldan geri kalan bütün vaktini Guerlain’ın yanında geçiriyordu. Bildiği kokuların bile çeşit çeşit türleri olduğunu öğrenmekle kalmayıp bilmediği onlarca yüzlerce kokuyu da bu laboratuvarda tanımıştı. Daha sonra birer birer tanıdığı kokuların – hatta bazıları tek başına mide bulandırıcı olsa da – birleştiklerinde ne muazzam iksirlere dönüşebileceğini öğreniyor, her yeni bilgi bir önceki şaşkınlığını katlayarak Ragıp’ı adeta sarhoş ediyordu. Mösyö Guerlain kokuların gizemli, baştan çıkarıcı, kahredici, umutlandırıcı, hezeyana sürükleyici, kısaca insanı şekilden şekle sokucu dünyasıyla ilgili bildiği her şeyi öğretti Ragıp’a. Ragıp da mükemmel burnu sayesinde birçok esansı önce kafasında, sonra meşhur laboratuvarda Mösyö’ye sunarak ona öğrettiklerinin boşa olmadığını gösterdi.
Sorbonne’da yalnızca Mösyö Guerlain’la mı tanışmıştı peki genç Ragıp? Bir de güzel Isabelle var. Kızıla çalan saçları, açık kahverengi gözleri, gülmesine gerek kalmadan ortaya çıkan gamzeleriyle, bunların hepsi bir yana Ragıp Bey her an sevdalı bakışıyla dünyalar güzeli Isabelle. Paşa dedenin de onayıyla daha okurken evlendi Isabelle’le. Tabii Mösyö Guerlain’dan aldığı maaş olmasaydı bu evlilik iki üniversite öğrencisi için hayal olurdu ama bu sayede birkaç yıllığına da olsa saadeti tadabildi, Rayiha’sını kucağına alabildi Ragıp Bey.
Saadet denilen şeyin üzerinde ne kadar çalışırsa çalışsın gelip geçici hoş bir koku olduğunu, doktorlar ince hastalığa yakalanan Isabelle’in kurtulmasının mucize olduğunu söylediğinde bütün benliğiyle hissetti Ragıp. Ne beyliği kalmıştı, ne mösyölüğü. Nasıl bakacağını asla bilemediği narin Rayiha’sı elinde beklerken, bir de Galip Paşa’nın mektubu geldi. Yakında öleceğini, son arzusunun torununu, gelinini ve küçük Rayiha’yı görmek istediğini yazıyordu. Isabelle, “Git!” dedi, sanatoryumdan çıkamayacağını bilir gibiydi, belki de daha fazlasını. Galip Paşa’nın Ragıp için önemini biliyordu. Doğru olmadığını bilerek, “Hem kızım hatırlamayacak bile olsa beni böyle görmemeli, söz, döndüğünüzde iyileşmiş olacağım,” dedi Ragıp’a.
Ragıp elinde minicik bebeğiyle bindi trene, geceleri gündüzleri karıştırarak döndü Türkiye’ye. Paşa ölüm döşeğindeydi ve doktorlar Ragıp’a bir kez daha hastasının kurtulmasının mucize olacağını söylüyorlardı. Dert de şifa da Tanrı’dan deyip konağa gittiğinde dedesinin düşündüğünden daha kötü halde olduğunu gördü Ragıp. Bununla birlikte onu ve Rayiha’yı görmesi dedesinin üzerinde doktorların düşündüğünden de fazla bir tesir göstermiş, yaşına ve durumuna göre hızlı denebilecek bir sürede ayağa kalkmıştı. Bu durum Ragıp’ı çok sevindirse de hiç hesap etmediği bir çıkmaza sürükledi. Dedesine olan sevgisini tarif etmesi elbette mümkün değildi. Dedesini ne kadar çok sevse de Ragıp Bey kafasındaki hesaba göre bir iki hafta sonra cenaze namazını kılacak ve Fransa’ya dönecekti.
Olmadı. Gitmeye her niyet edişinde dedesinin, “Beni bırakma,” dercesine bakışından etkilenip susmak zorunda hissetti. O sıralarda Avrupa ise yerinde duramayan huysuz çocuk gibi yeniden ateş topuna dönmek üzereydi. Dönüşünü her erteleyişinde Paris’e gitmesi bir kat daha zorlaşıyordu. Ha gittim ha gideceğim derken Almanlar Paris’e girdikten kısa bir süre sonra kötü haber geldi. Sevgili Isabelle’i mucizeyi gerçekleştirememişti. Böylece Ragıp’ın da Paris’e dönmesine gerek kalmamıştı. Mösyö Guerlain’a bir mektup yazarak Türkiye’de kalacağını ve sıfırdan kendi formüllerini üreteceğini bildirdi. Guerlain, Paris’in savaştan dolayı yangın yeri olduğunu bilmesine rağmen Ragıp Bey’in onun formüllerine dokunmamasını ölene kadar dost kalarak ödüllendirecekti.
Aslına bakarsanız Ragıp Bey Paris’e gitmek istese de son tren çoktan kalkmıştı. Ancak yalazı Trakya’dakilerin yanağını ısıtmaya başlayan savaşın ateşi Türkiye’ye sıçrarsa asker olarak gidebilirdi artık. Babasını düşündü, onun kaderini yaşarsa Rayiha’ya bakacak bir paşa dede olmayacaktı. Her ne kadar Azrail’le pazarlığını mucizevi bir şekilde kazanmış olsa da dedesi daha ne kadar sürdürebilirdi bu dünyadaki misafirliğini. Adeta Paris’e gitmemek için dua ederek Türkiye’de kendi işini kurdu.
Dedesinin muhalefetine rağmen gecikmeli de olsa soyadı kanunu kapsamında kendine hem âşık olduğu mesleğini, hem Paris anılarını, hem kim bilir belki de Isabelle’i anımsatması için Hoşodör soyadını uygun bulmuştu. Şirketi de bu adı taşıyacaktı. Hoşodör Parfümeri ve Esansçılık İşletmesi. Hayatında yalnızca iki şey vardı amaçladığı: Rayiha’nın mutluluğunu sağlamak ve insanları mutlu edecek hoş kokular için ne gerekiyorsa yapmak. Şirketi de bu yüzden açmıştı aslında. Bir gün göçüp gittiğinde kızına güzel bir miras bırakmak için. Bu konuda başarılı da oldu. Hem de çok başarılı.
Bir daha evlenmedi. Sadece kızı ve işi vardı. Mösyö Guerlain’dan öğrendiklerini kendi mükemmel burnuyla birleştirip türlü türlü kokular buluyor, onun kokularıyla genç kızlar davetlerde ve arkadaşlarının yanında en büyük sükseyi yapıyor, erkekler iş toplantılarına bir sıfır önde başlıyorlardı. Her kokunun her notasının bir amacı var derdi. Oluşturduğu parfüme katacağı esansların da o amaca hizmet etmesi gerektiğini söylerdi. Kimi zaman bu amaca ancak birden fazla bileşenle ulaşılabiliyordu ve asıl meziyet bu bileşimi bulmaktaydı ona göre. Bütün deneylerini çalışanları ve aileleri üzerinde yapardı. Onlar bunu bilmez, patronlarının yeni esansı hediye ettiğini sanırlar, tecrübelerini tüm samimiyetleriyle anlatırlardı. Bunun böyle olduğu Hoşodör’ün ölümünden yıllar sonra damadı Formül Osman tarafından kahkahalar içinde anlatılmıştı. Deneyleri sırasında bazen satış artırmak isteyen tüccarların kazara müşteriyi kaçırdığı ya da genç kızları etkilemek isteyen bir delikanlının seksenlik ninelerin süzgün bakışlarıyla karşılaştığı oluyordu, ama bunlar her zaman bir gelişimin parçasıydı. Zaten ne olursa olsun insanın kendi fark edilmeyen kokusu tüm bileşenleri mutlaka etkiliyor, Ragıp Bey bu etkiyi en aza indirgeyecek formüller peşinde koşuyordu.
Hoşodör Parfümeri hızla büyüdü. Bunda bilhassa biri Paris’te, ikisi Türkiye’de üç kişinin katkısı çok büyüktü. Bu kişilerin birincisi ve belki de en önemlisi dedesiydi. Ragıp gece gündüz çalışırken Galip Paşa, Rayiha’yla ilgileniyordu. Bir röportajında, “Bu ilişkide kârlı çıkan dedemdi,” diye anlatıyor Ragıp Bey. “Rayiha onun hayata tutunmasını sağladı, ölüm döşeğindeyken yüz yaşına kadar yaşadı.” İkincisi tıpkı Mösyö Guerlain’ın ona yaptığı gibi üniversiteden yanına aldığı eczacılık talebesi Osman’dı. Ragıp Bey’in kapısını hevesle çaldığında ondan iş istemediğini, tek arzusunun kokuların büyülü dünyasını öğrenmek olduğunu söylemişti Osman. İşi aldı, kokuları öğrendi. Çabalarının çoğu boşa çıksa da soran ve sormayan herkese yeni bir formül üzerinde çalışıyorum dediği için adı Formül Osman oldu. Bir de Rayiha’yı aldı. Gül kokulu, incecik, tazecik Rayiha’sını Ragıp Bey’in. Gerçi kolay olmamıştı ama zoru severdi. O yüzden Rayiha’yı daha çok sevdiğini sonradan röportajlarda anlatıp rahmetli kayınbabasına teşekkür etmişti Formül Osman. Ve üç numara Mösyö Guerlain. Formül Osman’ın asla okuyamadığı mektupların sahibi. Aralarındaki mesafeye rağmen kokulara dair aklına gelen her şeyi uzun mektuplarla bağını hiç koparmamıştı Mösyö Guerlain’la. Bu mektuplarda ne yazdığını ısrarla soran Osman’a Ragıp Bey daha fazla sormasını kesin bir şekilde engelleyecek bir netlikte söylemişti. Paris’ten gelen cevapları ise damadı Osman’ın defalarca şahit olduğu şekilde okur okumaz yaktığı için sırdaşlıklarının boyutunun tam olarak bilinmediği dostuydu Mösyö Guerlain.
Bundan sonra olanlar çok daha fazla fotoğraf ve gazete haberiyle desteklendiği için yazının uzamaması adına hızlıca yazıp tekrar Odör Parfümeri’nin yönetim kurulu başkanı odasına dönelim. Hoşodör Parfümeri her geçen gün büyürken Galip Paşa ölmüştü. Bundan kısa bir süre sonra Osman’la Rayiha evlenmiş, torun Ragıp doğmuştu. Isabelle’den sonra bir daha evlenmeyi hiç düşünmeyen Ragıp Bey işleri damadı Formül Osman’a devredip kendini dedesi gibi torununa verdi.
Ragıp Bey, torun Ragıp’ın büyüdüğünü görse de eskilerin bunama dedikleri hastalıktan muzdarip bir şekilde iki yıl geçirdikten sonra terki diyar etti. Ondan bir süre sonra da damadı Formül Osman ahirete intikal etti. Bu iki ölümün üzerine torun Ragıp şirketin başına geçerek modern bir isim olması için firmanın ismini kısaltarak Odör Parfümeri yaptı. Lâkin isim bulma kısmı patronluğun ancak küçük bir kısmıydı. Annesi Rayiha’yla baş başa kalan Ragıp için işler pek yolunda gitmedi ama iki gün önce Paris’ten gelen posta Ragıp’ın kafasında bazı şimşeklerin çakmasına sebep oldu. Bu konuyu konuşmak üzere şirkette bir araya geldiler çünkü Ragıp annesini orada ikna etmenin daha kolay olacağını düşündü. İkna edebilecek mi bilmiyoruz. Şu anda ikisi hikâyenin başında söylediğimiz odada birbirlerine bakıyorlar. Dilerseniz odaya dönüp oradan devam edelim.
Ragıp Hoşodör Bey, kasketi, kareli ceketi, siyah yeleği, keten gömleği ve kahverengi boyunbağıyla Odör Parfümeri’nin yönetim kurulu başkanının yani torunu Ragıp Kaya’nın odasındaki çerçevesinde tam karşıya bakıyor. Kırışıklarla dolu yüzünde halen, “Bilinmedik bir koku yakalayabilir miyim? Bunun esansını hazırlayabilir miyim?” merakı var adeta.
Paris’ten gelen postada Mösyö Guerlain’in torunu Stephané’ın yolladığı defter var. Mösyö Guerlain’la Ragıp, oğlu Jean Paul ile Formül Osman ve nihayetinde Stephané ile Ragıp azalarak sürse de iki ailenin dostluğunu devam ettiriyorlardı. Jean Paul, babasının Rayiha Hanım’ın ölümünden sonra Hoşodör ailesine teslim etmesi kaydıyla ona emanet ettiği defteri Stephané’a devretmenin zamanı geldiğini düşünmüştü. Belki de Formül Osman’ın ölümünden sonra babasının iç kapağına el yazısıyla “jamais su, jamais vu, jamais lu [1]” yazdığı bu defterin kendisinde durma süresinin bittiğini düşünmüştü. Rayiha’nın ölümünü Stephané’ın görme ihtimali şüphesiz ondan daha yüksekti. Meşhur dedesi ve babasının aksine parfümörlük yerine avukatlığı seçen Stephané babasından aldığı defteri, Rayiha Hanım’ın ölümünü beklemek yerine – yine de defterin ilk sayfasındaki yemin sayılabilecek kelimelere uygun bir şekilde – dostu Ragıp’a hemen göndermeye karar vermişti.
Stephané önce telefonla aramıştı Ragıp’ı ve babasından öğrendiği sırları, izlediği bir filmi anlatır gibi tek tek sıralamıştı. Buna göre Ragıp’ın anneannesi yıllardır bildiği gibi bir tek fotoğrafı bile olmayan Fransız Isabelle değil, Nedim Efendi’nin kızı Sevdiye Hanım’dı. Sevdiye Hanım ise Damat Ferit Paşa hükümeti sırasında önemli görevler alan bir bürokrat olduğu için Paşa’yla birlikte sürgüne gönderilen bir bahtsızdı. Nedim Efendi Damat Ferit Paşa’nın ölümüyle Nice’ten Paris’e taşınmış, hanımının vefatıyla kızıyla baş başa kalmış, yüz elliliklerden olmamasına rağmen vatanına geri dönmemişti.
Sevdiye Hanım’ın Mösyö Ragıp’la tanıştığı Sorbonne günleri babasının ölümüyle Paris’te yapayalnız kaldığı zamanlardı. Yıldırım aşkı yıldırım nikâhıyla sonuçlanmıştı ama Ragıp, dedesi Galip Paşa’nın bir yüz elliliğin kızıyla izdivacına müsaade etmeyeceğini düşündüğü için evliliğinin bir Fransız leydisiyle olduğunu söylemişti. Türkiye’ye geldiğinde mutlaka buna bir çözüm bulacaktı. Fakat işler beklemediği şekilde gelişmiş, Sevdiye Hanım ölüm için gün sayar hâle geldiğinde Paşa’nın telgrafı gelmişti. Ölümü kabullenen Sevdiye Hanım kendisini en düşkün haliyle hatırlamasını istemediği Mösyö Ragıp’ı zoraki İstanbul’a yollamıştı.
Bundan sonra olan her şey adeta kaderin ne kadar oyunbaz olduğunu gösterir gibiydi. Figüranlar nereye konuşlanacaklarını ne söyleyeceklerini bilemez bir hâlde akışın içinde yuvarlanıyorlardı. Galip Paşa Ragıp ve Rayiha’nın gelişiyle, Sevdiye Hanım ise canından çok sevdiği bu ikilinin gidişinden sonra Azrail’den kaçıp sıhhatlerine kavuşmuşlardı. Mösyö Ragıp Paris’e dönmek istese de hem Galip Paşa hem Almanların ilerleyişi buna engel oluyordu. Sevdiye Hanım iyileştiğini saklıyor, Rayiha’nın can güvenliği için ısrarla gelmemelerini söylüyordu.
Nihayet Paris düştüğünde Mösyö Guerlain bu kez bir mektup yazmış ve dostu Ragıp’a savaş şartlarında gelmesi imkânsız olduğu için Sevdiye’nin işgal günlerinde hayatta kalabilmesinin bir koruyucu izdivaç gerektirdiğini ve onu serbest bırakması gerektiğini bildirmişti. Hem dostu hem velinimeti olan Mösyö Guerlain’ın mecbur kalmadan böyle bir şey yazmayacağını bilen Ragıp içi kan ağlayarak Sevdiye’ye onu boşadığını ve bir başkasıyla evlenmekte özgür olduğunu bildirmişti. Sevdiye Hanım da Mösyö Guerlain’ın yanında çalışanlardan patronunun güvenini kazanmış bir mühendisle evlenmişti.
Mösyö Ragıp, Türkiye’de hoş kokulardan sarhoş bir mecnun gibi şirketini büyütmeye çalışırken gizliden gizliye içi kan ağlıyordu. Her ne kadar Sevdiye’yi özgür bıraksa da Mösyö Guerlain’ın da yardımıyla onunla yazışmaya devam etmiş, talihsiz Sevdiye ölene kadar Türkiye’den ve Rayiha’dan haberleri ona yollamaya devam etmişti. Herkesin hırslı bir tüccar gibi Fransız Mösyösünün himayesinden ve fikirlerinden kurtulamadığını konuştuğu zamanlarda da esasında Mösyö Guerlain aracılığıyla sevdiceği Sevdiye ile mektuplaşıyor, ondan gelen bütün mektupları okur okumaz ezberine alıp imha ediyordu.
Haklı veya haksız, Mösyö Ragıp Türkiye’de istenmeyen Damat Ferit şürekasından bir kişinin kızıyla evlendiğinin duyulmasından korkuyordu. Önce Galip Paşa’nın ne diyeceğini bilemediğinden sonra ve daha önemlisi ülke büyüklerinin ve rakiplerinin bunu kendisine karşı bir koz olarak kullanıp Rayiha’ya zarar verecek bir şeyler yapmaları en büyük korkusuydu. O yüzden savaş bitip yeni dünya düzeni oluşurken bir daha bırakın Paris’i yurtdışına hiç çıkmamıştı.
Mösyö Guerlain, Sevdiye’nin beklenmedik ölümünden sonra Ragıp’ın ona yolladığı mektupların hepsini Fransız kocasının ona teslim ettiğini bildiren bir mektup yazmıştı Türkiye’ye. Ragıp ise korkularının esiri olarak Rayiha ölene kadar o mektupların kesinlikle Türkiye’ye gelmemesini ancak ondan sonra hayatta olan aile üyesine verilmesini istediğini bildirmişti dostuna. Hatta kendisine bile tüm bu yaşananları ne bildiğini ne gördüğünü söylemeli böylece sır kelimeler âlemine gömülmeliydi. Mösyönün tahminin göre Damat Ferit’ten değil kızının bir yalanla büyüdüğünü öğrenmesinden korkuyordu artık Ragıp.
Yine de hem dostu hem çırağının isteğine boyun eğerek ciltlettiği mektupların ilk sayfasına el yazısıyla önce jamais su jamais vu yazmış, muhtemelen bir süre sonra da farklı bir mürekkeple jamais lu eklemişti aynı yere. Mösyö Guerlain ölümüne yakın bu mektupları hikâyesiyle birlikte oğlu Jean Paul’e devretmişti. Jean Paul ise kısa bir süre önce babasına verdiği sözü tuttuğunu belirtmek istercesine defterin ilk sayfasına jamais vu, jamais lu yazdığı defteri oğlu Stephané’a vermişti.
Stephané, dedesinin ve babasının aksine – belki de romantik bir parfümörden ziyade realist bir avukat olduğu için – yukarıda da söylediğimiz gibi Rayiha Hanım’ın gerçekleri bilmesi gerektiğini düşünmüştü. Öldükten sonra olacak gerçekliğe inanmıyordu. Kararını verir vermez dostu Ragıp’a telefonda hikâyenin bildiği bütün parçalarını anlatarak defteri yollamak istediğini söylemişti. Torun Ragıp da torun Guerlain’a uyarak mektupları yollamasını söylemişti ve işte şimdi odasında bu mektupları sırayla annesine okuyor.
…Sizinle tanıştığım anda, oraları hiç görmemiş olsanız da, binlerce kilometre ötedeki vatanımın kokusunu aldığıma yemin edebilirim…
…Ne saadet sizinle birlikte aynı okula gitmek, aynı dersleri almak, aynı havayı solumak…
… Elbette teklifime müspet yanıt vermek zorunda değilsiniz ama bunun hayalini kurmak bile hiçbir bahçede hissetmediğim hoş kokuların zihnime doluşmasını sağlıyor…
…Ne mesut bir geceydi. İlk defa güneşten nefret ettim, doğmaması için Tanrı’ya yalvardım ama hain şey sanki günahımızı tüm dünyaya ilan etmek ister gibi tüm Paris’i aydınlatmaktan vazgeçmedi…
…İnanın babanızın kim olduğunun hiç önemi yok. Şimdiye kadar söylememiş olmanızı da anlıyorum. Üstelik ne babanız emirleri yerini getirdiği için ne de siz babanızın kızı olduğunuz için suçlanabilirsiniz. Önemli olan bizim birbirimize karşı ne hissettiğimiz değil mi?
…Bugün oflaya puflaya Mösyö Guerlain’ın laboratuvarına gitmek zorunda kaldım. O yüzden yanınıza gelemedim. Adam ne kadar nemrut ne kadar disiplinli anlatamam. Yalnız laboratuvarının cennet olmamasının tek sebebi sizin kokunuzun eksik olması…
…Paşa dedeme yazdığım mektupta nihayet sizden bahsettim. Ama belki de asla affetmeyeceğiniz bir hainlikle isminizin Sevdiye olduğunu yazamadım, Isabelle diye bir şey uyduruverdim…
…Kesinlikle inanıyorum ki Rayiha anneciğine bir an önce kavuşacak. Ümitvar olmamız gerekiyor sevgilim. Dedemin durumunun iyi olmadığını öğrendim bugün. O da giderse senle Rayiha’dan başka neyim kalır şu dünyada?...
…Ne de rahat yazmışsın, ‘Gidin,’ diye. Sana bunu yapabileceğimi nasıl düşündün?
…İçim kan ağlayarak birazdan ayrılacağım Paris’ten. Sana yalvarıyorum inancını kaybetme. Döneceğim ve seninle ilk piknik yaptığımız yerde Rayiha’mla birlikte koşmanızı izleyeceğim…
…İstanbul’a geldik nihayet. Rayiha adeta annesinin sözünü dinleyen bir melek gibi yol boyu hiç huysuzluk etmedi. Dedemin durumu pek hazin. Onu öyle görünce iyi ki gelmişim der demez kendimden nefret ettim. Seni nasıl bırakabildim orada öylece?
…Öleceğinden nasıl bu kadar emin olabiliyorsun? Bunun beni de ölüme götüreceğinin farkında değil misin?
…Söz veriyorum ne olursa olsun Rayiha’yı bırakmayacağım…
…Ben sana demedim mi her şey çok güzel olacak diye? Paşa Dedem de mucizevi bir şekilde ayağa kalktı Rayiha’yla vals etmeye bile başladı. Hem sen hep söylemez miydin ‘Mucizelere inan sevgilim,’ diye…
…Rayiha’mızın güvenliği için Avrupa’daki ateşin sönmesini bekliyorum ama ben bekledikçe ateş daha çok yayılıyor. Hitler’i elime geçirsem bırak bir kaşığı bir damla suda boğacağım. Tanrı’nın manyağı! Rayiha’nın da aynı senin gibi koktuğunu yazmış mıydım daha önce?
…Sen orada hapsoldun, biz burada. Sanma ki özgürce geziyorum İstanbul’da. Her an aklımdasın…
…Böyle olmak zorunda mıydı?
…Dostum Mösyö Guerlain ayrı bir mektupla durumu tüm çıplaklığıyla anlattı. Ne diyebilirim ki? Rayiha olmasa onun mektubunu okumadan kendimi öldürmek isterdim. O şeytani koku vardı mektubunda. Seni özgür bırakıyorum sevgilim… Dilediğin kişiyle evlenmekte özgürsün. Ben artık yalnızca Rayiha için yaşayan bir baba olacağım. Dünyanın geri kalanı benim yaşayan bir ölü olduğumu fark edecek mi?
…Rayiha bugün seni sordu. Ne diyeceğimi bilemedim. Dayanamıyorum…
…Sana asla yalan söylemeyeceğim demiştim. Rayiha’nın ağlama krizleri öyle bir hâle geldi ki kavuşma umudu verip hayal kırıklığına uğratmak yerine ona senin cennette olduğunu söylemek zorunda kaldım. Annesini cehennemî Avrupa’da bıraktığımı bilirse yüzüme bir daha asla bakmayacağından korktum.
…Evet, sen dedin git diye ama nihayetinde bırakıp giden bendim…
…Rayiha o kadar güzelleşti ki… Ona her bakışımda seni görüyorum. İşlerden bahset diyorsun ama bilmiyor musun ki benim için onların hiçbir anlamı kalmadı…
…Rayiha’nın arkadaşları gibi nişanlanmak hatta Tanrı korusun evlenmek istemesinden korkuyorum. Biliyorum delice ama bunu düşünmekten kendimi alamıyorum…
…İnanılmaz bir keşif yaptım. Sadece Rayiha’ya özel. Yine kızacaksın ama bunu söyleyebileceğim tek kişi sensin. Bildiğimiz – daha doğrusu buradaki herkesin bildiği – Aşiyan isimli kokuya ⑤📬📬 esansı ekleyerek yaptığım deney inanılmaz bir sonuç verdi. Tüm hemcinsleri Rayiha’yı kıskanırken erkek sinek bile yaklaşamıyor kızımıza. O kokuyu hisseden erkek bir süre sonra farkına varmadan uzaklaşıyor. Rayiha senden bana kalan tek hoş koku sevgilim…
…Rayiha’ya en ufak bir kötülük yapmak istemem tabii ki. Ama aklımla kalbimin savaşında aklım bir türlü muvaffak olamıyor…
…Mon Cher Ami, C’est impossible d’exprimer mes pensées. Comment est-ce-que c’est possible? Ma belle Sevdiye n’est plus la? ...Je vais realiser sa derniere souhaite. Je laisserai Rayiha se marrier des que possible... [2]
Rayiha Hanım üç saat hiç konuşmadan oğlunun mektupları okumasını bittikten sonra gülüyor. Gözleri dolu dolu ama gülüyor. “Ah babacığım,” diyor, “demek masal değildi tüm o anlattıkların. Zihnin meğerse zehir gibi çalışıyormuş. O kadar detaylı şeyleri uyduramayacağını tahmin etmeliydim.”
Ragıp şaşkın. Annesinin her mektupta şekilden şekle gireceğini beklerken arada sırada dalsa da çoğunlukla gülümseyerek dinlemesine anlam veremiyor. Bırak heyecanı, hiç olmadığı kadar sakin belki de. Annesinden beklediği heyecanı kendisini sarıyor. Hâlbuki o pek hatırlamadığı dedesinin hatıralarından ziyade annesinin yaşayacağı şokla ilgileniyordu. Bir de şu dedesinin mektupta üstünü karaladığı erkek kaçıran molekülün ne olabileceğiyle ilgili kafasında bazı planlar vardı. Annesi hafızasını şöyle bir yoklayıp şu molekülle ilgili birkaç şey anlatsa sadece bunun hikâyesi bile ona yetecekti. Bir süredir zor günler geçiren Odör Parfümeri’nin harekete ihtiyacı vardı. Tüm planları suya düşmüştü ama bunu annesine belli edemezdi. Yutkunarak, “Nasıl yani?” diye sordu.
Rayiha Hanım oğlunun orda olduğunun yarı farkında, anlatmaya başladı. Ragıp Bey’in Sorbonne’da Türk bir kızla görüştüğü söylenegelmiş ama sert tutumu yüzünden hiç kimse ne detayını sorabilmiş ne dillendirebilmişti bu durumu. Isabelle ile tanışması ise Mösyö Guerlain’ın laboratuvarına deyim yerindeyse kendisini kapattığı döneme denk geliyordu ve gizemli Isabelle’in kim olduğu bilinmiyordu. Daha sonra öldüğünü öğrendikleri bu gizemli üstüne gitmeyi saygısızlık addetmişti herkes. Rayiha için tek gerçek annesinin olmadığıydı. Bir tek fotoğrafı olmayan bir annenin adı çok da önemli değildi. Demek ki… Demek ki… Gözlerinden süzülen iki damla yaşa engel olamadı.
Birden kahkaha attı. Babasının hasta yatağında anlattıklarının doğru olduğunu şimdi anlamıştı. Parça parça anlamsız sayıklamalardı o ana kadar babasının söyledikleri. Üzücüydü. Kahrediciydi. Postacı Guerlain diye başlayıp anlattıkları. Nasıl izin verdim, diye ağlamaları. Sevdiye özür dilerim demesi. Rayiha toparlan pikniğe gidiyoruz deyip yataktan doğrulmaya çalışması. Durduk yere damadı Osman’a küfürler etmesi…
Ragıp Bey ömrünün son iki yılında aklı bir gelerek bir giderek yaşamış, doktorlar öyle durumlarda beynin gerçekleri çarpıtabileceğini hatta hiç yaşanmamış hatıralar uydurabileceğini söylemişlerdi. Babasının o dönemde söylediği birçok şeyi Rayiha unuttuğunu sanıyordu. Ama bin türlü saçma şey arasındaki bazı cümleler her bir mektupta geçmişten gelerek anlam kazanıvermişlerdi. Oğlu Ragıp’ın Stephané’dan aktardığı açıklamalar sadece zaten bildiği şeylerin toparlanıp bir kalıba girmesini sağlamıştı. Bazı soru işaretlerini silmişti o kadar.
Ragıp istediğini alamayan bir çocuğun hıncıyla sordu. “Ya ihtiyarın o karaladığı şey ne anne? Onu bulsak da bulmasak da şirketi kurtarmak için daha güzel bir fırsat olamaz.” Yine hıncının getirdiği tedbirsizlikle asıl niyetini dökse de Rayiha şaşırmadı. Kendi doğurduğunu bilmez miydi hiç. Bir kahkaha daha attı.
Osman’dan evvel bir başka delikanlıya gönlünü kaptırdığını söyledi. Ragıp annesinin bir zamanlar on beş yaşında genç kız olabileceğini düşünmeden öfkelendi ama sustu. Kimsenin haberi yoktu bundan ve o delikanlı Rayiha Hanım’ın çok yakın arkadaşlarından biriyle evlenmişti. İşte babası Ragıp Bey’in ilginç deneyi de o döneme denk gelmiş olmalıydı. Kara sevdasını kimsenin bilmemesi, Ragıp Bey’in esansa olan imanını iyice artırmıştı. Erkek sinekten bile nefret ediyordu bir dönem. Ve nihayet babası evlenmesine müsaade etmeye karar verdiği dönemde de Osman’ın koplimanlarıyla zaten gevşemeye başlayan kuralları genç kızlık ateşine boyun eğmişti. Hepsi buydu. İster miski amber katmış olsun, ister su. Hiçbir farkı yoktu.
Ragıp son bir umutla annesine baktı. Şirket için yine de bu hikâyeyi kullanmak istediğini söyledi. Annesi defteri elinden alıp kesin bir dille konuştu.
“Jamais su, jamais vu, jamais lu!”
Hüseyin Kılıç
[1] Hiç bilmedim, hiç görmedim, hiç okumadım [2] …Sevgili Dostum, Düşüncelerimi anlatmak mümkün değil. Bu nasıl mümkün olabilir? Güzel Sevdiye'm artık yok mu? ...Son dileğini yerine getireceğim. Rayiha'nın bir an önce evlenmesine izin vereceğim...
Comments