Yok, Allah kahretsin yazamıyorum. Sanki okunsun, anlaşılsın, beğenilsin diye değil de sileyim, beğenmeyeyim, kendime küfredeyim diye yazıyorum. Daha önce de yazamamıştım, her şeyin sonuna geldiğimi, artık yazacak bir şeyim kalmadığımı hissettiğim olmuştu ama bu başka. Yazdıklarım, eski yazdıklarımı yeniden bir araya getirmişim gibi duruyor. Amorf, acemi bir usta tarafından birleştirilmiş, en ufak bir kontrolde diş bıraktığı anlaşılacak, tam anlamıyla pürüzün başkenti. Mutluluğu, hüznü hisseder gibi sonu hissediyorum. Hani insan zihni her şeyi düşünebiliyor, hayal edebiliyordu da sonu bir türlü aklı almıyordu. Yok, bittim, tükendim. Kendimi deşe deşe sonuma geldim, anlatılmaya değer ne bir başarım ne de bir hayal kırıklığım kaldı. Eh sonun nasıl bir lezzet nasıl bir durak olduğunu da öğrendim. Ne yani onca yıldan sonra böyle bir avuntuyla elimi eteğimi bu işlerden çekeceğim, öyle mi?
Bir gün sonuna geleceğimi elbette biliyordum ama böyle sönük, sıradan olmasını kabul edemiyorum. Yok, bende böyle bir kumaş yokmuş, kabul edeceğim artık. Ya da ara mı versem, balkona çıkıp bir sigara, peşine en az on beş dakikamı alacak bir kahve molası, yatmadan önce yapacağım ütüyü biraz erkene alsam acaba bir şeyler olur mu? Yazarak ne yapıyordum ki sanki. Galiba Christian Bobin’in, “Yazmak aşılması imkânsız bir duvara bir kapı çizip onu açmaya çalışmaktır,” sözünün doğruluğunu unutmuşum. Al iş kapıyı açamadım, bir şeyleri değiştiremedim, kendimi yıprattım, zamanımı heba ettim. Elimde yığınla müsvedde kaldı. Oh ne güzel, yıkmak için yapmak, yorulmak için çabalamak. Yok neymiş, amaç mühim değil de asıl olan yolda olmakmış, külahıma anlatın siz.
Gözlerimi ekrandan ayırdığımda kitaplığım karşımda duruyor. İlk görüyormuşum gibi değil de baktıkça güzelleşecek bir tabloya bakar gibi bakıyorum. Eksik olmasınlar geçmişle aramda hüzünlü bir vefa köprüsü kuruyorlar. Şu kitabı şu arkadaş hediye etmişti. Şu kitabı bursumla almıştım. Şu kitabı epey bir aradıktan sonra bulmuştum. Bunu okurken sözde sigarayı bırakmıştım. Bunu okurken parasızdım, bunu okurken aşk acısı çekiyordum. Bunu okurken deprem zamanıydı gibi uzayıp giden zihnime milim milim nakşolmuş bir geçmişin hatıralarıydılar. Okuduklarıma baktıkça niyeyse yazmam gerektiğini, yazmak zorunda olduğumu hissediyorum. Bana yaşadığım muhitin, mahallenin, ilçenin, şehrin dile getirilmemiş yanlarını yazma görevi veriyorlar sanki. Kitapçıya gidip bölüm bölüm gezerken sanki ben kitapları değil de kitaplar beni seçmiş gibi. Parasını ödeyip aldıklarım şimdi benden bir şeyler bekliyorlar ama onlar da yanlış tercihte bulunmuş olabilirler mi? Evet, yazıyorum ama sadece ilk cümleler, en iyi ihtimalle bir paragraf, en olmadı bir sayfayı buluyorsa; iyi diyorum umut var. Oysa kaç zaman oldu şu ilk cümle yokuşunu bir türlü geçemedim. Hani oluyor bazen sebebini bilmediğim bir hüzün çöktüğünde, oturduğum, uzandığım yerde kafamda bir şeyler kuruyorum ama yazmaya gelince aynı kelimeyi yüz defa yaz sonra sil. Telefonun not defterine bir öykünün ilk cümlesi olacak kaç tane cümle yazdım ben bile bilmiyorum. Çağın edebiyat imkânlarına sığınıp hepsini bir bağlama boca etsem, bu sefer benim istediğim gibi olmayacak. Özetle elim klavyenin üstünde, saatler geçiyor, ortada hiçbir şey yok. Küllükte biriken izmaritler, uyuşmuş dizler, bel ağrısı, yorgun gözler, uykusuzluktan şekli bozulmuş bir surat, dönmeyle karışık bir baş ağrısını saymazsak tabii.
Deniyorum. “Buralarda yazlar kurak ve sıcak kışlar ise soğuk ve yağışlı geçer,” diye bir cümleyle başlasam, peşine hangi cümleyi nasıl iliştireceğim. Ama doğru buralarda coğrafya bu şekilde, pek çok şeye de bu iklim şartları karar veriyor. Hatta yetmedi herkese “coğrafya kaderdir” sözünü de hatırlatacak belki. İnsanlar İbn Haldun’u bu vesileyle hatırlayacak ama ben bu sözün ona ait olmadığını bilerek hınzırca gülümseyeceğim. Ne de olsa Mukaddime’yi satır satır okumaya çalışmış, anlamamış bir okurum. Evet, ben bu coğrafyada doğdum, şimdi de büyüyorum. Çocukluğum, ilk gençliğim hep burada geçti ama üzülürken, sevinirken yağışlı kışlarla, kurak yazlarla hiç işim olmadı. Bu coğrafya olsa olsa beni katletti. Çocukluğumu bu topraklarda yitirdim, ruhumdaki coşkuyu, heyecanı neyim varsa bana ait her şeyi bu coğrafya bu toplum yok etti. Şimdi nasıl oluyor ben buraları yazmak zorunda hissediyorum. Neymiş sanat toplum içinmiş. Bu toplum kitap alırken, okurken, düşünürken, yazarken bana ne verdi ki, bırak vermeyi beni engellemekten, hor görmekten, aşağılamaktan başka ne yaptı. Şimdi kulaklarımda çınlıyor, “Salak mısın tüm paranı kitaplara veriyorsun, o kadar okuyorsun ne oluyor ki, gözlerine yazık gözlerine.” Sanatımla bu toplum arasındaki ilişki ve diyalog tam olarak bu kadar, ne eksik ne fazla!
Arada bir geçmiş yazdıklarıma bakıyorum, belki düzeltir eklemeler yaparım. Hiç olmadı kendime uğraş yaratırım. Bu huyum da son zamanlarda nüksetti. Bakıyorum, okuyorum ufak tefek imla hataları ama istediğim gibi bir şey çıkmıyor. Arada beğendiklerim de çıkmıyor değil ama bu olmuş dedirten bir öyküye henüz rastlamadım. Tuhaf, arada unuttuklarım bile var ama geçenlerde bir yazıya rastladım. Başlığı çok enteresan geldi. “Mikro iktidarın tahakküm enstrümanlarına kritik bir defans olarak yalnızlık,” diye bir başlık atmışım. Anladığım kadarıyla bitmemiş bir yazıydı. Kendimce aklımda yalnızlıkla ilgili kalan mısraları yazıp, yorumlamıştım. Ne zaman yazdığımı da pek hatırlamıyorum ya sonradan dönüp bakmak üzere masaüstüne taşıyıp bıraktım. Bakalım belki ondan bir şeyler çıkar.
Karar verdim ve kabullendim. Birazdan şefi arayıp yıllık izne ayrılacağım. Bir süre ne okuyup ne de yazmayacağım. Uzun soluklu bir dizi bulup gömüleceğim. Bir de film listesi de buldum muydu, tamamdır. Sadece erzak için dışarı çıkacağım. Düzelmem gerekiyor. Yazamıyorsam dünyanın sonu değil ya. Zaten bu topluma karşı sorumluymuşum tripleri de pek sahici değildi. Yazdığım öyküleri kimse okumadı, okuyanların da pek anladığını zannetmiyorum. Kendi hikâyemin de kimsenin yüzünde en ufak bir tepki kırıntısına sebep olduğuna kaç yıl oldu hiç şahit olmadım. Benden bu kadar, sağlıcakla hatta selametle.
---
Olanlara inanamayacaksın, sakin ol acelem yok. Hepsini tek tek anlatacağım. Yaşıyorum lan, bekleniyorum, beğeniliyorum. Dinleniyorum, anlaşılıyorum. Sırasıyla şöyle oldu.
Dün yazmayı bırakır bırakmaz şefi aradım. Yıllık izne ayrılmak istediğimi, biraz kafa dağıtmaya ihtiyacım olduğunu söyledim. Sağ olsun hiç ikiletmedi hatta istersem dilekçeyi yazıp bekleteceğini döndüğümde yırtıp atabileceğini söyledi. İstediği gibi yapabileceğini söyledikten sonra, “Tatilden sonra görüşmek üzere,” diyerek vedalaştım. Peşine bir duş alıp yatağıma geçtim. Telefondaki alarmların hepsini iptal edip telefonu kapattıktan sonra uyudum. Bir iki sağa sola dönme olduysa da pek uzun sürmedi.
Sabah iyice dinlenmiş bir şekilde uyandım. En büyük, eski tişörtümü ve pijamamı giydim. Saçlarım taranmaya muhtaçtı ama taramadan dışarı çıktım. Asansörü beklerken sağ çaprazdaki daireden bir hışırtı duydum, önce bir çöp poşeti sonra bir kadın. “Rica etsem kapıyı tutabilir misiniz,” diye seslendi. Asansörden önce geldi, sessiz bir teşekkürden sonra asansör yolculuğumuz sona erdi. Yüzüme bakmadan iyi günler dileyip önden çıktı. Aramızda birkaç adımlık mesafeyle yürüdük, o da markete gidiyormuş. Marketin kapısında çıkanlara yol verdiği için kendisine yetiştim. Bir kez de markete girerken selamlaştık. Ben ekmek ve yumurta alana kadar o sanki bir aylık ihtiyacını almıştı. Ürünlerini benden önce kasadan geçirmeye başladığı için bir kez de orada selamlaştık. Marketten çıktığımda satın aldıklarını taşımakta güçlük çektiği için aramızdaki mesafe hemen kapandı. Ben de benden beklenilmeyecek bir cesaretle yardım edebileceğimi söyledim. Yardıma ihtiyacı olduğu belliydi. Yok, istemez der gibi davransa da sol elindeki poşeti uzattı. Sessizce ve yan yana yürüyerek apartman girişine geldik. Kapıdan geçerken, “Size de çok zahmet verdim. Kusura bakmayın,” diye sessizce iyi dileklerinde bulundu. Asansör her zamankinden biraz geç geldi ya da bana öyle geldi. Asansörde ikimizin de başı öndeydi, bir ara katı kontrol etmek için küçük ekrana baktığımda aynadaki yüzü gözüme ilişti. Solmuş bir kızıllıkta saç tonu, kurumuş dudaklar sadece bu kadarını görebildim. Aslını sorarsan daha fazla bakmaya cesaret edemedim. Poşetleri alırken boynunu sağa yatırıp teşekkür etti.
Eve geldikten sonra çay suyu koydum. Bu sırada bilgisayarımda dizi araştırmaya başladım. Hatta birkaç tane izlenebilir diye düşündüğüm diziye de denk geldim. Sık kullanılanlara ekledim. Su kaynamıştı. Çayı demledim, yumurtaları kırıp çırptım. Kahvaltım hazırdı. Uzun zamandır olmayan bir iştahım vardı. Kahvaltıdan sonra uykuyu andıran bir yorgunluk çöktü. Balkonda sigaraya zar zor tahammül ederek içebildim. Kanepeye uzandıktan sonra el alışkanlığı telefona baktım. Kayıtlı olmayan bir numaradan mesaj vardı.
“Merhaba ben Beyza, sabah yardımcı olduğunuz komşunuz. Numaranızı binanın Whatsapp grubundan buldum. Biraz nezaketsizce oldu ama tekrar teşekkür etmek istedim. Rahatsızlık verdiysem kusura bakmayın.”
Uyku, yorgunluk hiçbir şey kalmadı. Gayrı ihtiyari kendimi balkona atıp bir sigara daha yaktım. Mesajı bir kez daha okudum.
“Ne kusuru! Teşekkürün nezaketsizliği mi olurmuş! Eğer kahvaltı yaptıysanız size bir fincan kahve ikram etmek isterim. Tabii bu davet nezaketsizlik sayılmayacaksa.”
Mesajı gönderir göndermez pişman oldum. Kadın mahcupluğunu dile getirmeye çalışmıştı oysa ben direkt flörte yormuştum. Yok derse yerin dibine gireceğim. Artık binanın koridoru korkularımın olduğu zindana dönüşecek. Salak kafam, biraz olsun kadınlara karşı kendi salmadan durmayı öğrenemedin. Birazdan olumsuz cevap gelir, yetmez bir de özür dilersin, ayıbın birken olur sana on hatta yüz. İki dakika kendine hâkim olamadın. Telefonum titredi, sigarayı bitmeden söndürdüm. Birazdan sağlam utanacağımı bile bile ekranı açtım.
“Çok iyi olur hem tanışmış oluruz. Ne zaman müsait olursunuz ben kahvaltımı yaptım.
Balkonda duruyordum ama ruhum kanatlanıp uçtu. İşe gitmediğime, izin aldığıma, markete, markete giden yola, ağır poşetlere ruhlar âleminde sarılarak teşekkür ettim.”
“Ben on dakikaya müsait olurum, sizin için de uygunsa.”
“Tamam, on dakikaya sizdeyim.”
Banyoya koşup saçlarımı taradım. Mutfak dolabında kahveyi öne çektim. Pencereyi ve balkon kapısını sonuna kadar açıp evi hızlıca havalandırmaya başladım. Bulaşıklar yetişmez diye lavabonun içinde iyice istifleyip hacmini küçülttüm. Daha sekiz dakika vardı.
Misafir çocuğunun mahcupluğuyla kanepenin köşesine olabildiğince az yer kaplayarak oturdum. İlk bu evi kiraladığımda kendime 1+1 bir krallık kuracağım diye söz vermiştim, başarılı da oldum gibi duruyordu ama bir dakika öncesine kadar. Az önce ruhumu kaplayan mutluluk şimdi yerini korkuya, ne yapacağını bilememeye dönüştü. Bir kadın sahiden bu kadar büyük bir değişikliğe sebep olabilir miydi? Meğer ne kadar da yalnızmışım, kadın hayatımdaki en büyük eksikmiş. Kazasız belasız atlatabilseydim. Telefona bakıyorum yedi dakika kaldı.
Küçükken hep ne olmak istediğim sorulmuştu. Her defasında farklı cevaplar vermiştim. En son artık hayal ettiğim, olmak istediğim, sefasını sürmek istediğim şeylerin cefasına talip olacak cesareti kendimde göremediğim zaman birçok şeyden vazgeçmiştim. Belki bir kitapta dikkate değer bir satır yazı ya da o satırı yazacak yazar. İyi bir kitap cümlesi olsam belki fark edilebilirdim. Bir an, bir olay hatta yaşanmış bir hayat üzerine düşünülmüş ama dile dökülememiş, o duyguyu, fikri kelimelerle kâğıda nakşetmeyi başarmış, zihinlere hoşça kabul edilmiş bir misafir olsam muhtemelen bu hayatta ben de varım diyecektim. Anlayanları için bir kez okunduktan sonra unutulmayan, sırf o cümle için kitaplıkta veya kütüphanede kendine yer açan bir kitabın durduğu yeri hak ettiğini düşündüren bir duygu. Tek isteğim sahiden bu muydu? Telefona bakıyorum üç dakika kaldı.
Daha düne kadar karanlık şehirden önce ruhuma çökerdi. Okuyarak yazarak o karanlıkta bir aydınlık yaratır, kendime bir yol bulabilirim umudu vardı. Gözlerim ayaklarıma takıldı, çorap giysem daha iyi olur. Yırtık olmadığından emin olduğum bir çift çorabı hemen ayaklarıma geçirip, evde bir şeylere zarar vermeden yerime geçtim. Huysuz ve tedirginim. Yaşamak işte böyle bir şey, rutinimin içinde güvende olmaya o kadar alışmışım ki bir kadına bir fincan kahve ikram etmek bile zor geliyor. Kapının zili çalıyor, nefes boruma sanki bir şey kaçıyor.
Kapıyı açıyorum, saçlarını toplayıp ellerini göğüs hizasında birleştirmiş. Heyecanlı olduğu belli ama bir şekilde kontrol ediyor.
“Ben karşı komşunuz Beyza. Sesinde hayat var, mutluluk var. Kaygı yok, kederi seneler öncesinden defetmiş.”
“Ben de …”
İçeri buyur edip, kanepemde yer gösteriyorum. Düşünmeden sorabildiğim tek soru olduğu için kahveyi nasıl içeceğini soruyorum, hemen cevap veriyor. “Orta şekerli” demek ona da zor gelmiyor. Kendimi onunla kıyasladığımda daha avantajlı görüyorum. En azından kahveyle uğraşıyorum, onun yapacak bir şeyi yok.
“Ya sabah gerçekten çok yardımcı oldunuz, teşekkür ederim.”
“Ben olmasam da taşıyabilirdiniz. Ne güzel yine mütevazı yine silik. O kadar kısa sürede o kadar şeyi almayı nasıl başardınız gibi bir cümle kursana, salak.”
“Yoo öyle demeyin, evde poşettekileri çıkar çıkar bitmiyordu.”
Sessizlik sanki el yıkamaya gitmiş gibi salona dönüyor. Farkındayım bu sefer benim konuşma başlatmam lazım ama nasıl? Ne iş yaptığını sorsam sınıfsal, nereli olduğunu sorsam fazla geleneksel, yaşını sorsam, pervasız… Olsun en iyisi yine iş gibi duruyor.
“Siz bugün çalışmıyor musunuz?”
“Yo izin günüm, siz?”
“Ben de yıllık izne ayrıldım.”
“Hayırdır tatile mi çıkıyorsunuz, nereye?”
“Aslında evde kalıp kafa dinlemeyi planlıyorum. Dün akşam ansızın karar verdim.”
“A ne güzel, ben yarın yine iş başı yapacağım. Yarın da bilgilendirme günü…”
“Sakıncası yoksa ne iş yapıyorsunuz.”
“Rehabilitasyonda çalışıyorum, psikolojik danışman. Tatilde tüm gün evde ne yapmayı planlıyorsunuz, yaz geceleri uzun olur.”
“Aslında yaptığım hiçbir şey yok, aynı şarkıyı başa sarıp sarıp dinliyorum diyemediğim için bilmiyorum bakacağım artık diyebiliyorum.”
Sehpanın yerini sorup, kendisi koydu. Kahveyi gerçekten beğendiğini söyleyerek iki defa teşekkür edip elime sağlık dileklerinde bulundu. Kahvelerimizi yudumlarken zamanla aynı kanepede birbirimize döndük. Sırtına yastık koyup, benim de koymamı tavsiye etti. Sohbetin ortasında, “Bir kahve daha içer miyiz,” diye sorduğumda kendisi yaparsa kabul edeceğini söyledi. “Mutfak arkanızda,” diyebildim sadece. Kahveler geliyor, nelerden konuşmuyoruz ki. Çocukluk, aile, okul, pansiyon anıları, dedeler, nineler, bayramlar…
Bu sohbet ne kadar sürdü bilmiyorum ama onu yıllardır tanıyormuşum gibi hissetmeye başladım. Konuşurken boş fincanlarla uğraşmaya başlayınca sohbette sıcak bir şeylerin eksikliğini ikimiz de fark ettik. Çay teklifimi kabul etti. Ben çayı yaparken bir evine uğrarsa iyi olacağını söyleyip müsaade istedi.
Evinin kapısını açarken izlemem muhtemelen kabalık olmuştur ama sonradan fark ettim. Ama ne yapayım hemen peşine kapıyı kapatmak da olmazdı. Çay suyu koyuyorum, bana tembihlediği için fincanlara suyla çalkalayıp ağzına kadar su doldurup lavaboya bırakıyorum. Tekrar kanepenin köşesine ilişip beklemeye başlıyorum, hem onu hem de suyun kaynamasını.
Ömrümün sefası hakikaten az önceki gibi bana konuşup beni dinleyen kadında mı saklı? Bilmiyorum, yarım saat veya bir saat bu kadar büyük değişiklikler yapmak için yeterli mi? Kafam çok karışık. Bir şey çıkmasa bile hiç unutmayacağım bir şey yaşadığımın farkındayım. Garip, çok garip bir durum, gözlerimi kapatmak zorunda kalıyorum. Emlakçıyla ilk bu eve geldiğimdeki halini görüyorum. İçerde inşaatlara has o tozun kokusu var. Sonra eve ilk başta temizlik malzemelerini getirip bıraktıktan sonra evin içinde içtiğim ilk sigara. Her şey aniden silinip yok oluyor. Yarısı sudan yarısı buluttan bir zeminin üstünde kendimi görüyorum. Dalmış, bir şeyler düşünüyor gibi bir halim var. Kendimden uzaklaşıyorum. Bu ne kadar sürüyor bilmiyorum, çaydanlığın sesini duyar gibi oluyorum. Kalkıp bakıyorum kaynamamış ama kaynamak üzere. Çayı demleyip su ekliyorum, beklemeye kaldığım yerden devam.
Goethe beklemenin cehennem olduğunu ama yine de bekleyeceğini söylemişti. Bu sözü şüphesiz benim yaşadığıma benzer bir durum üzerine söylememişti ama ben yaşadıklarımdan sonra bu sözü hatırlamıştım. Cehennemde değilim, iki adım uzağımda, deprem olmasa kıyamette kopmasa hadi sürse sürse on beş dakika sonra burada. Demek cehennem böyle bir şey, dışımızdan bizi yakmaya başlayan bir ateş değil. İçimizden, derinliklerimizden gelen bir ateş hatta ateş bile olmayabilir, belki hasret belki hüzün. Neden bu korku? Başkasına bir şeyler anlatırken devleşen gövdem, uzayıp giden cümleler, sofistike kavramlar ama sıra bir kadına geldi miydi, kahveyi nasıl içersiniz sorusunu sorduğum için kendimi şanslı hissediyorum. Olacak tabii yıllarca güçlü görüneceğim diye ne var ne yok içine at, çürüme içerden başlasın. Kafanda şekilden şekle sok, sonra gerçeği hayatına karabasan gibi çöksün. Neyse ki kapı çalıyor da çoğu anlatılmaya değer olmayan bu hezeyanlardan kurtulup gerçek hayata dönüyorum.
Elinde büyükçe bir porselen tabakla kapımda bekliyor.
“Kek yapmıştım, size de tattırmak istedim. Çay ne alemde?”
“Memnuniyetle bakarım tabi. Çay demleniyor. Çay ne alemde mi, çayı boş ver de sen gittikten sonra şu beş on dakikada alemden aleme ışık hızıyla yolculuk yapıyordum diyemiyorum.”
“İyi madem, çay olsun öyle servis ederiz. Size de çok zahmet veriyorum. Kahve üstüne kahve, yetmedi üstüne çay. Borçlanıyorum.”
“Komşuluk biraz da bunu gerektiriyor değil mi? E bak siz de eli boş gelmemişsin.”
“Umarım beğenirsiniz.”
“İnsan yalnız yaşayınca hele ki erkekse, zehirlenmediği her şeyi beğeniyor. Ama güzel görünüyor.”
“Yo eve şöyle bakınca göze çarpan bir düzen var. Siz de illaki bir şeyler yapıyorsunuzdur.”
“Karınca kararınca dedikleri türden pişiyor bir şeyler.”
Çayla beraber üçer dilim kekin olduğu tabakları sağ olsun kendisi servis etti. İlk parçayı tadar tatmaz beğendim. Zaten başka seçeneğim de yok gibi duruyordu. Ellerine sağlık dememe kalmadan tarife başladı. Keke kattığı portakallar kıştan alıp sakladıklarıymış. Kimisi yoğurt kimisi de süt kullanırmış ama kendisi ikisini de makul miktarda kullanıp yumuşak bir gevreklik kıvamı yakalıyormuş. Mutlaka köy yumurtası kullanırmış yoksa paketli keklerden bir farkı kalmıyormuş. Bir de keki yaptığı tepsiyi yağla ıslattığı kâğıt havluyla sildikten sonra hamuru boşalttığı için kek hemen kurumuyormuş. Huşuyla dinliyorum, yarın, öbür gün, geleceği tanımlarken kullanacağım bölümlerin hiçbirinde işime yaramayacağını bile bile hepsini kaydediyorum. Keke kaç yumurta giriyor demek yerine insan ömründe sahiden kaç defa âşık olur gibi birbirine girmiş sorular kafamda sıraya gidiyor. Konuşmak zorunda hissediyorum ama susuyorum.
Farkındayım, onun kek tarifine karşılık ben de hayatımdan bir şeyleri tarif etmeliyim ama ne?
Yulaflı bisküvileri kekin yanında sönük kalır diye getirmedim. Bisküvileri köşedeki marketten alıyorum. Çikolatalar biraz uzak ama çarşıdaki süper marketten. Çayı da hep toptancıların olduğu caddedeki bakkaliyelerden alıyorum. Şekeri özellikle toptancısından temin ederim. Çay tabaklarını müdavimi olduğum kahvehaneci abi verdi. Demlikleri de ablam ev hediyesi olarak almıştı gibi saçmanın ufkunu temsil eden hayatımı tarife kalkışıyor. Üç saniye bir sessizlik oluşuyor. Gülerken eli dizime değiyor, kahkahası kulaklarımdan girip tüm hayatımı işgal ediyor. İşte karşımda gülen bir çift göz, mutlu bir kadın, okşanası saçlar, sarılmak isteyeceğim bir beden ve elimde terlemesinden şikâyetçi olmayacağım eller.
Yüksekten bir kenti izler gibi izliyorum. Başını kaşırken yanlışlıkla saçları açılıp omuzlarına dökülüyor. Suçlar gibi ellerine bakıyor. Biliyorum, üşümek için kışı bekleyecek kadar naif bu eller hayatımda iz bırakmalı. Ben ise o saçlarda muradına ermek isteyecek bir kar tanesi olmayı diliyorum.
İbrahim Taş
Comentários