top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- İbrahim Taş- Nisa'n

Abdullah Sağlam’a 


Tüm hayatım boyunca bir kadın tarafından fark edilmeyi bekledim. Bu durum bazen hüzün verici olabiliyor ama ne yapayım benim de hisseme bu düşmüş demek ki. Zaten sorun da biraz buradan kaynaklanıyor galiba, beni fark etmesini umduğum kadınları daha önce fark ediyorum. Peşine hayal gücüm devreye giriyor, uzun soluklu yürüyüşler, bir daha hatırlayamayacağım güzel cümleler, eş dostun, “Sende yine bir şeyler var ama hadi hayırlısı,” demeleriyle uzayıp giden saçma sapan günler. Bu saçma sapan günlerde saadetten saraylar hayal ettim, hüzün kuduz köpek gibi peşimi bırakmadı. Öğrendiğim her şey bana çocuk gibi davranmam gerektiğini beraberinde getirdi. Ancak böyle hayatla mücadele edebilirdim. 

Sayfa sayfa, satır satır okuduğum yüzlerce kitap üzerine yemin edebilirim ki bu sefer farklı. Hatta mantıkla izah edebilirim ama bende kalsın. Zaten ne gereği var ki, herhangi bir arkadaşıma bile göndermeye cesaret edemeyeceğim bu satırları detaylandırmanın, allayıp pullandırmanın kime ne faydası, edebiyat tarihine ne katkısı olacak ki. İlla bir sebep söyleyecek olursam gıyabında ona borçlu hissettiğim için yazıyorum diyebilirim, hatta belki ömür vefa ederse ilerleyen zamanlarda açıp okursam tatlı bir hayıflanmaya sebep olursa, ne mutlu bana.  

Ona âşık falan değilim, neredeyse üç dört katım para kazanıyor, ha elbette aşka mani değil ama uzun süren işsizlik günlerimden sonra her şeyi sınıfsal düşünmem bana bile doğal geliyor. Seviyorum onu, güzel, iyi bir insanı sever gibi. Akşamları yürüyüş yaptığımda yanından geçtiğim bahçelerden gelen o doğal kokunun bende yarattığı ferahlık onu hatırlatıyor. Seviniyorum, kulaklığımda çalan şarkıyı, durur muyum hemen değiştiriyorum zaten ondan sonra gelen heyecanla hiçbir şarkıyı tam dinleyemiyorum. Güzel çok güzel bir kadın, gözleriyle gülüyor, görmekten çok gülmek için kullandığına kimseyi inandıramam ama öyle işte. Bir keresinde iş yerine bayan bir arkadaşı geldi, hani soğuk havada çay bardağına ısınmak için böyle ellerimizle genişçe kavrarız ya aynı o şekilde sarıldı. Demem o ki insanları seviyor ben de bunun bir parçası olabilirim. Hem onunla şimdiye kadar üç tane anımız bile oldu, gerçi adımı bile bilmiyor ama dert etmiyorum.   

Bir öykümü adına ve ellerine ithaf ederek yayımladım, kendisiyle de paylaştım. Çok sevindi, gerçi boynuma sarılmadı ama yine de çok mutlu oldum ve şunu fark ettim ki insan her şeyi gizleyebiliyor ama mutluluğu asla. Aslına bakarsan hala adımı bilmiyor olması ya da adımla bana hitap etmemesini biraz canımı sıkıyor ama çok zaman almaz bunu da hallederim. Zaten eskisi gibi çok abartmıyorum, kadın dediğin nedir ki altı üstü her şey. İlk anım bu şekildeydi, bu kadardı hatta belki anı bile değil. Ne olacaktı ki zaten dünyadan çok kendi kafasının içinde yaşayan birinin anıları da anca bu kadar olur.  

İkinci anıma gelecek olursak, onu kitap okurken gördüm. Bu çağın insanları bu duyguyu “yükselmek” diye tanımlıyor. Şimdilik ben de böyle tanımlayayım, başka bir şekilde tanımlayamadığım için kendime müsait bir zamanda kızacağıma söz veriyorum. Okuduğu yazarın geçen haftalarda ben de başka bir kitabını okumuştum. Gel de bir şey arama nasıl arama… Neyse nöbeti bitti kırk sekiz saat istirahati var, ertesi gün işe gittim kitabı masada unutmuş. Belki meslektaşlarından birinden rica etmiştir, kitabı almalarını istemiştir diye ikinci günü bekledim. Tabii işe giderken bende birikmiş kitapçıların poşetlerinden birini aldım, evet kitap yerinde duruyordu. Müsait bir zamanı bekleyip kitabı poşete koydum. Şimdi çekmecemde duruyor. Kitabı açıp hangi cümlelerin altını çizmiş diye bakmaya cesaret bile edemedim. Buradaki kitapçılara sordum, ellerinde yokmuş, hemen internetten sipariş ettim. Onunla aynı satırları okumak, aynı kitaba sahip olmak… Kitabı vermeyi düşünmüyorum, eğer çok ortalık karışırsa bir şekilde birilerinin bulabileceği bir yere koyarım, inşallah karışmaz da ondan bana ve onun bilmediği, bir tek benim bildiğim bir yadigâr kalır.  

Nihayet nöbete geldi, kitabı sanki hiç umurunda bile değildi, şükürler olsun. Bu arada sipariş ettiğim kitap da temin edilip kargoya verilmiş. Bekliyorum.  

Yine her zamanki gibi bir iş günüydü, hastalar geldiler, tıbbi terimler havada uçuştu. Gri duvarla inlemeler çarpıp durdu. Şikâyetler, reçeteler, teşekkürler... Benim nöbetim bitti, kocaman hafta sonunu onun kitabıyla baş başa geçirecektim. Müsaadenizle bu ikinci anı bahsini burada bitirmek istiyorum, sanki inceden biraz ruhum daraldı.  

Sigara içtiğini bilecek kadar tanıyorum onu. Bu sayede koridorda rastlaşıyoruz, selamlaşıyoruz yetmiyor gülüyor bir de ara bir başını eğiyor ya bir anlığına gözümde nezaket tanrıçasına dönüşüyor. Denk geldiğimiz bu nadir zamanlarda ben koridorun bir başında o diğer başından geliyor ya, attığım her adımı uçuruma atar gibi atıyorum. Hemen öncesinde neden lavaboya gidip üstümü başımı düzeltmedim diye hayıflanıyorum. Güzeli, güzel sevmek nasihatini biliyorum ama güzele, güzel de görünmek lazım. Ben de eskisi gibi değilim berbere gitme sıklığını ayda birden iki haftada bire düşürdüm. Hani mağazaların kampanya dönemlerinde belli bir limitin üzerinde alışveriş yaptığımız zaman çeşitli hediyeler arasından birini seçmemizi isterler ya, ilk defa çorap yerine parfümü seçtim. Biraz ayna adamı gibi oldum ama olsun nihayetinde aşk her şeyi güzelleştiriyor, bir erkeği bile.  

Kime ne derse desin aşkın temelinde biyolojik dürtüler var. Sahiplenme var, şehvet var ama en önemlisi “olsun” duygusu var. Halletmeye çalıştığımız bir iş gibi, sabırsızlandıran bir iş, hani halletmesek bir aksilik çıkacak cinsten. İşte bende o telaşın zerresi bile yok, gıyabında çok güzel bir ilişki yaşıyorum. Hayalimdeki kişileri kimseyle kirletmiyorum, mutlu mesut yaşayıp gidiyoruz. Şimdi aklıma bir söz geldi, sahibini yazmayacağım, bilenler zaten bilecektir, bilmeyenler bir zahmet artık. Diyor ki öldüğüm zaman kefenimi şu kişinin elbisesinden dikin. Bu, bence basit bir kavuşamadık mahşere kalsın edebiyatı değil. Çok daha ötesinde korkunç bir özlemin teselli kaynağının basitliğini ve naifliğini vurguluyor. Keşke öldüğümüzde beraberimizde kitaplarımızla gömülebilseydik.  

Adını kimselere söylemedim, gerçi kimseye ondan da bahsetmedim. Muhtemelen adını yüzlerce kişi biliyordur. Olsun, ben kendimce biraz daha mahrem kılsam kimseye zararım dokunmaz. Biraz daha bana ait, biraz daha ellerden, gözlerden, dillerden ırak. Belki kıskançlığım bunu yaptırıyordur ama ne yapayım. Herkesten kıskanılabilir biri, herkes onu sever ya da sevebilir. Aklı başındaki hangi ölümlü onun bu sevimli hallerine kayıtsız kalabilir ki. Eminim, herkes onu biraz ya sevmiş ya seviyor hiç olmadı bir gün sevecek. Çünkü o sevginin başkenti, her âşık uykusunda muhakkak bir kez onun adını sayıklamıştır.  

Bir keresinde bir hasta yakınıyla tartıştığına şahit oldum. İçimde seller coştu, fırtınalar koptu ama kendime hâkim oldum. Onu haksız bulmam elbette eşyanın tabiatına aykırıydı. Sağ olsun güvenlik görevlileri yetişti de fiziksel temas olmadı. Biraz ofladı pufladı, canı sıkıldı, kimselere selam vermeden alandan çekip gitti. Arkasından rahmetli şairin Sen istesen de taş kalpli olamazsın Lili dizesini okumakla yetindim. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, işinin başına dönüp güne kaldığı yerden devam etti. Şükürler olsun her şey düzelmişti.  

Nisan ayının sonu gibiydi. Herkes kışı bir an önce unutmak için dört elle bahara sarılmıştı. Her güneşli havada güneşe ve yaza ağız dolusu övgüler diziyordu. Şehirde bir iki tane de düğüne denk geldim. Zamanını tam olarak hatırlamasam da, alanda otururken iki defa hapşırdım. Muhtemelen ilk hapşırıkta beni duydu ve fark etti. O süre zarfında beni seyretti, ikinci hapşırıktan sonra başımı kaldırdığımda göz göze geldik ve yüzünde ebedi bir gülümseme ile bana, “Çok yaşa,” dedi. Hayat anlam kazandı, artık var olmak için geçmişe ihtiyacım kalmamıştı. Yarın, diye bir şey ansızın hayatımın parçası oluverdi. Gözleriyle beni var etti. Sanki sesim ilk defa duyuldu. Şu hayatta hiçbir mesut tesadüf yaşamayacağım diye hayıflanırken, o tesadüfü kucağımda buldum. Birden çocukluğumu geçirdiğim köydeki bayram sabahları gözümün önüne geldi. Sofi’nin okuduğu o ilahi, büyük-küçük herkesin bayramlaştığı hatıralar, hülasa herkesin mutlu olduğu o zamanlar. Belki de şuuraltımda gerçek anlamda mutlulukla özdeşleşen bu anıların hatırlanması yıllar sonra ilk defa gerçek anlamda mutlu olduğumu gösteriyordu. Neyse işte, bu da böyle bir anıydı. Şimdilik onun hakkında yazacaklarım bu kadar. Hafta sonu tatilimin ilk günü, birazdan giyinip kitapçıya gideceğim. 

Kitapçının tüm çalışanları adımı bilmeseler de beni tanıdıklarını biliyorum. Kasada yaptıkları ekstra yüzde beş indirim bunun en somut göstergesi. Raflara bakarken biraz dalıp zamanı uzatsam çalışanlardan birinin elindeki tepside karton bardakla çay ikramı kaçınılmaz oluyor. Kitapların başrol olduğu bir mekânda tanınıyor olmak ziyadesiyle keyiflendiriyor. Gerçi bu jestleriyle almayacak olsam da kitap almak zorunda kalıyorum ama olsun değiyor. Elimde sürekli okunmayı bekleyen kitaplar birikiyor, yetişmeye çalışıyorum, dünyanın en güzel telaşı. Bu seferki gidişimde, henüz raflara dizilmemiş hala kartonlarda olan kitapların saklandığı odaya davet edildim. Benim için bir terfi sayılırdı. Kitapçının müşterilerinden biri çilek almış. Beni de sürekli gördüğünü söyleyerek davet edilmemi istemişler, seve seve teşrif ettim. Çileklerin tadı fena değildi, çok kısa bir sürede de bittiler zaten. Kısa bir sessizlikten sonra akademik kitaplar bölümünden sorumlu olan kişi müstehzi bir şekilde, bize çilekleri ikram eden gence, “Aşkın peçesini indirebildin mi,” diye sordu. Ben hariç herkesin yüzünde bir gülümseme oldu. Sorunun muhatabı olan genç, “Abi benimle sürekli dalga geçiyorsun,” diye başlayan, ne hikmetse kimsenin de sözünü kesmediği uzun bir nutuk çekti. Aklımda kaldığı kadarıyla, önce duyguların bekâretinden bahsetti. Bekâret sadece kadınların bedenine indirgenecek bir mevzu değilmiş. Âşık olmanın insanda bir potansiyel halinde bulunduğunu, ilk aşkların bu potansiyeli açığa çıkardığını daha sonra gerçek anlamda âşık olunabileceğini söyledi. Duygularımızın bekâretini ilk aşklarımızda kaybetsek bile aslında devamında başımızdan geçen serüvenlerin aşk diye tanımlanabileceğini iddia ediyordu. Kadınların ise neredeyse hiçbir zaman duygularının bekâretini kaybetmediğini, erkekler kadınlara açılmakla duygularının bekâreti teslim ettiklerini ama kadınların sadece karşılık verdiğini söyledi. Bir kadının kime âşık olduğu veya kiminle evli olduğunun hiçbir önemi yokmuş, duygusal bekâretleri çoğu zaman bozulmamış olduğunu iddia ediyordu. Biraz kafamı karıştırsa da, konuşmasından, kurduğu cümlelerden iyi bir okur olduğu belliydi. Üzerine düşünmem gereken bir fikirdi.  

Bu sefer kitapçıdan kitapla değil kafamda soru işaretleriyle döndüm. Eve gidip kitabıyla aynı mekânda bulunmak istiyordum. Ne güzel kitabı hâlâ bende, şu hayatta insanın korumakla yükümlü olduğu bir şeyin olması meğer ne kadar da zahmetliymiş. Yolum uzun sürmedi, eve vardım. Mutfağa geçip gayrı ihtiyari buzdolabının kapısını açtım, bir tane çikolata vardı. Paketi açıp ilk ısırığı aldım. Tadı bozulmuş gibiydi. Son kullanma tarihine baktım, geride kalmıştı. Tam çöpe atacakken bir kez daha tarihe baktım, gün ve ay doğum tarihimle uyuşuyordu. Bir yaş günüm daha geride kalmıştı, fark etmemişim. Her zamanki gibi sessizce büyüyordum.  

*** 

Bugün nöbetim vardı, onun da. Biraz fırtınalı geçen bir gün oldu desem yeridir. Sonbahar rüzgârlarının çıplak bıraktığı kavaklar gibi kalakaldığım bir gün oldu. Aslında ilk defa tecrübe ettiğim bir duygu değildi. Daha önce da hayat, kimseden bir şeyler beklemem gerektiğini kulağıma fısıldamıştı. Hatta birkaç defa kötü de olsa tecrübe ettirmişti ama ne yaparsın işte insanoğlu, bazı alışkanlıklarından vazgeçemiyor.  

Hastanenin sakinleştiği bir zamanda, yanıma gelip biraz buyurgan biraz da azarlayıcı bir tarzda, “Sigara içiyorsun değil mi?” diye sordu. Ben de onaylayınca, birlikte sigara molasına çıkmak istediğini söyledi. Tabii o an için olumlu bir gelişme diye değerlendirdim. Koca koridoru beraber yürüdükten sonra ambulans girişine çıktık. Karşılıklı sigaralarımızı yaktık. Ne söylesem diye düşünürken, ağzından zehir zemberek bir, “Bak,” sözcüğü döküldü. Neye uğradığımı şaşırmakla kalmadım, etrafımdaki nesneler hareketlenmeye başladı. Dibinde korkularımın beni beklediğini bildiğim bir uçurumdan düştüğümü fark edercesine bir korku, boğazıma kemendini attı. Sigarasından uzun bir nefes aldıktan sonra, “Bak, bana karşı ne hissettiğini bilmiyorum. Tüm içtenliğimle senin iyi bir çocuk olduğunu biliyorum. Duygularına da saygı duyuyorum. Hayatımda kimse de yok ama seni mutsuz etmekten çok ümit vermemeyi tercih ederim. Bakışların, beni fark etmen, beni mutlu ediyor. Bak ben otuz yedi yaşındayım, aşkla hiçbir zaman aram iyi olmadı. Zaten aramızda böyle bir şey olamaz da, ben de niye böyle konuşuyorsam artık. Bak gerçekten seni kırmak istemiyorum. Anla işte olmaz,” deyip ne cevap vereceğimi beklemeden içeri gitti.  

Keşke mutsuz olsaydım. Keşke reddedilseydim. Beni incitmeden öldürmeye çalışan bir katile karşı ne hissedebilirdim ki. Şimdi ne olacaktı, yüz yüze nasıl bakacaktık. Saadetten kurduğum saraylarım hüsrandan zindanlara dönüşmüştü. Hazretin, “Ama ben bu kadar acıyı sen de başkalarına benzeyesin diye çekmedim,” sözünü kendime söyledim.  


İbrahim Taş


0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page