Doğrusu babama çok iyi bakıyorum. Kimse çıkıp da bunun aksini iddia edemez. Eden olursa da alnını karışlarım. Bana inanmıyorsa, gelip bizzat babamla görüşebilir. Başka deyişle uygun bir zamanında buyurup fakirhanemizi ziyaret edebilir. Orada iyi ağırlanacağından, güler yüzle karşılanacağından en ufak bir kuşkusu olmasın. Son derece misafirperver insanlarız. Rahmetli annemden öyle gördük. Herkes tarafından çok sevilip sayılan bir kadındı kendisi. Konuk, dilediği kadar da bizimle otursun, isterse akşam yemeğine, hatta yatıya bile kalsın. Yalnız şunu baştan söyleyeyim de sonradan aramızda bir sürtüşme, gereksiz bir ihtilaf yaşanmasın. Sevgili babam konuşma ve hareket etme yeteneğini bundan yaklaşık bir yıl önce birdenbire yitirdi, daha doğrusu ani bir felç geçirdi, dolayısıyla kendisine nasıl özenle, bebek gibi baktığımı konuğumuza sözlü ya da yazılı şekilde ifade edemez, ona benden, yani en hayırlı evladından olması gerektiği üzere övgüyle, minnettarlıkla söz edemez, Allah şu oğlumdan bin defa razı olsun, o olmasa ben ne yapardım, herhalde o soğuk görünümlü, kasvetli, bir morgdan farksız huzurevlerinde sürüm sürüm sürünürdüm, kırk kat yabancım o suratsız, mutsuz hemşirelerin insafına kalırdım, gece gündüz ölsem de kurtulsam şu lanet hayattan ve mekândan diye düşünürdüm falan diyemez ama üstünden başından, her daim akça pakça görünümünden, odasının ve dolaplarının kusursuz düzeninden, temizliğinden nasıl da hayırlı, hamarat bir evlat olduğum, babamı hiç ihmal etmediğim, aksine kendisine gözüm gibi baktığım kolaylıkla anlaşılır, hakkım hemen oracıkta teslim edilir. Önceden haber vermeden gelsin hatta söz konusu bu müfettiş kılıklı konuk isterse. Hem öylesi daha inandırıcı daha sağlıklı olur. Ben kendime tümüyle güveniyorum. 7/24 teftişe, hesap vermeye hazırım, alnım açık, daima vazifemin başındayım. Üstelik hiç de öyle bir mecburiyetim bulunmadığı halde.
Bu iyiliğimin değerini belki de ikiye katlayan inkâr götürmez bir gerçek de var üstelik. Aslında tamamen özel, ailevi bir konu. Bu yüzden başkalarıyla paylaşmaya çok da hevesli değilim. Ama niyeyse bir kez içimi dökmeye, yaşadıklarımı içtenlikle dile getirmeye, kendimi durduk yere ifade etmeye başlamış bulundum. Bu aşamadan sonra oyunbozanlık edip vazgeçmek, kendime, başımdan geçen olaylara otosansür uygulamak, gerçeğin önemli, asıl can alıcı yanını yabancı gözlerden sakınıp saklamak bana yakışmaz. Kendime yediremem böylesi çiğ bir davranışı. İnsan ya hayatı boyunca bir heykel gibi tam bir kararlılıkla susmalı ya da bir kez şeytana uyup, nefsine hâkim olamayarak kalbini başkalarına açtıysa, hakikatin bütününü tam bir tarafsızlıkla dile getirmeli, ondan asla korkmamalı. Tam tersine onu her yönüyle anlamaya, keşfetmeye, olabildiğince doğru teşhis edip dile getirmeye çalışmalı. Tabii onu kavrayacak, hikâye edebilecek yetenekle zekâ düzeyine sahipse. Ben neyse ki bu özelliklere fazlasıyla malik bulunduğum kanısındayım naçizane. En azından bunu yapmayı deneyebilirim. Sonuç olumsuz olur, kendimi hayal kırıklığına uğratır, başkaları nezdinde komik ya da acınası bir duruma düşürürsem de bu yazdıklarımı yırtıp atar, sıkıcı hayatıma kaldığım yerden gönülsüzce de olsa devam ederim. Zaten hangimizin hayatı arzu ettiğimiz oranda renkli, sofistike, eğlenceli, sürdürülmeye değer ki? Birazdan okuyacaklarınız sayesinde öğreneceğiniz üzere, benimkinin hiç de öyle sayılamayacağı aşikâr.
Babamla ilgili duygu ve düşüncelerim oldum olası karışık, çelişik, çetrefilli, tanımlanması güçtür. Onu canı gönülden sevsem mi yoksa kendisinden tümüyle nefret mi etsem asla tam olarak bilemedim. İkisi de eşit oranda yanlış, noksan, isabetsiz göründü gözüme hep. Bunca yıl, hani neredeyse bir ömür onunla birlikte, aynı çatı altında yaşadık ama nedense bu konudaki kafa karışıklığından, kararsızlığımdan bir türlü kurtulamıyorum. Bazen ona olan sevgim, sempatim, bazen de öfke, hınç ve nefretim ağır basıyor. İki zıt kutup arasında bir tenis topu gibi bir o yana bir bu yana devamlı olarak gidip geliyor, ne yapsam nihai bir kanıya varamıyor, bu konuda kesin, sağlıklı, savunulabilir bir tutum geliştiremiyorum. İşin kötüsü, bunların aynısı neredeyse bire bir, bundan beş yıl kadar önce ne yazık ki biraz da zamansız yitirdiğimiz sevgili annem yönünden de geçerli. Yani onunla ilgili de karmakarışık his ve fikirlere sahibim maalesef. Acaba herkes benim gibi böyle şaşkın, ikircikli midir? Pek sosyal, çok ya da yeterli sayıda arkadaşı, sevgilileri olmuş bir insan sayılamayacağımdan bu konuda tamamen cahilim, yeterli veriden, örnekten yoksunum. Herhalde çoğunluk da annesiyle babasına, diğer yakın akrabalarıyla dostlarına karşı mutlak bir sevgi ya da nefret hissi beslemiyor, bu konuda aynen benim gibi duygusal gelgitler, sarsıntılar yaşıyordur sıklıkla. Ama benim gelgitlerimin çapı ve şiddeti ortalamaya oranla biraz daha fazla galiba, savruluşlarım daha büyük ve yıkıcı. En azından ben uzun zamandır böyle hissediyorum. Doğrusu yanıldığımı da sanmıyorum. Hayat tecrübem fazla değilse de eskiden beri iyi bir gözlemciyimdir. Sezgilerim, her mutsuz, tedirgin kişi gibi ortalama bir insanınkinden kat kat güçlüdür. Bunu bir şekilde biliyorum, yani kanıtlamaya ihtiyacım yok. Hiç olmazsa kendi kendime.
Babam ilgili, çocuklarına düşkün, onları hayatının merkezine ya da o merkez artık her neredeyse oranın yakınlarına bir yere konumlandıran, bunu yapma gereği duyan babalardan değildi. Hiçbir zaman olmamış, büyük olasılıkla da bunu aklının kıyısından köşesinden bile geçirmemiş, bu konuda bir kez olsun özeleştiri yapma gereği duymamıştı. Çocukları olduğunun elbette ki farkındaydı -sonuçta yıllardır aynı evi paylaşıyorduk- hem de dört tane ama genellikle bunun farkında değilmiş gibi davranır, onlarla ne olursa olsun birkaç kelimeden fazla konuşmaz, iletişim ya da fiziksel temas kurma gereği duymaz, oyun oynamaz, onları gezmeye götürmez, nadiren de olsa eğilip bir kez bile başlarını okşamaz, kucağına almaz, okul durumlarıyla yakından ya da uzaktan ilgilenmez, hangi okula, kaçıncı sınıfa gittiklerini sorsanız belki de sizi hemen yanıtlayamaz, bunu biraz düşünmesi, hesap kitap yapması gerekirdi. Yaş günlerimizi asla hatırlamazdı. Biz kendimizi tutamayıp utana sıkıla hatırlatınca da, bırakın bize hediye falan almayı ya da almayı vadetmeyi, bizi kutlama gereği dahi duymaz, çoğu kez yanıt bile vermez, yüzümüze bakmaz, yani bizi tümüyle görmezden, işitmezden gelir, artık o esnada her ne yapıyorsa aynı sıkılmış, hoşnutsuz vücut dili, negatif ruh haliyle onu yapmayı inatla sürdürür, böylelikle bütün heves ve heyecanımızı farkında bile olmadan kaçırır, bunu söylediğimize bin pişman ederdi bizi.
Özel günler umurunda değildi hiç. Her çeşit kutlamadan tiksinir, hiçbirine katılmaz, katılanları da nefretle kınayıp küçümserdi. Babamız acaba neden böyleydi, başkalarının babalarından neden bu kadar farklıydı hiç bilemez, korkumuzdan kendisine de soramaz, anlayamazdık. Bu soru hâlen daha tam olarak yanıtlanabilmiş değil. Çünkü yetişkin birer insan olduktan sonra da hakkında hiç konuşamadık kendisiyle, bize bu yolda bir kez olsun yeşil ışık yakmadı, bu durum bir tabu olarak görünmez bir halının altına özenle süpürülerek temize havale edildi. Pandora’nın kutusu açılamadı, hayaletlerle cinler dışarı salınamadı hiç. Babamızın bu konuda bizimle iş birliği yapmayacağı, hatta söylediklerimizi ya haksız bulacağı ya da tümüyle anlamsız olarak nitelendireceği, kendini korkunç, inanılması güç bir iftiraya uğramış gibi şaşkın hissedeceği, her halükârda aşırı derecede öfkeleneceği, bizi hainlikle, nankörlükle suçlayacağı, konuyu bir daha asla açılmamak üzere kesin, sert bir dille kapatacağı kesindi ve bundan dördümüz de adımız gibi emindik. Onu çok iyi tanıyorduk. İnatçılığını aşmamız, onu kaybedeceği ama kaybettiğini her zamanki gibi asla kabullenmeyeceği bir tartışmaya sürüklememiz fiilen olanaksızdı. Daha başlamadan pes etmiştik bu imkânsız savaşta.
Duyduğumuz, zaman zaman da gözlemlediğimiz üzere, birkaç yakın arkadaşıyla ya da akrabasıyla beraberken hiç de bizimleyken olduğu gibi mutsuz görünümlü, durgun, düşünceli bir insan değildi babam. Onlarlayken yüzü gülüyor, onlarla beraber yüksek perdeden şarkılar türküler söylüyor, kahkahalar atıyor, keyifle yiyip içiyor, hatta ölçüyü kaçırıp çok sarhoş olunca çimler üzerinde yuvarlanıp güreşiyor, çok başka, çok daha sosyal, sevecen, kendisiyle, dünyayla tamamen barışık, hayat dolu bir insana dönüşüyordu inanılmaz biçimde. Böyle olmasa bize yönelik o kan dondurucu soğukluğunu, mutlak ilgisizliğini çok daha kolay hazmedip kabullenir, anlayabilirdik belki. Tabiatı öyle adamın, ne yapalım işte elinde değil, bize de böylesi denk gelmiş, başa gelen çekilir falan der, kendimizi böylelikle yarım yamalak avutur, yazgımızı yoğun bir keder hissi eşliğinde de olsa kabullenip bağrımıza taş basar, olur ya gücümüz yeterse babamızı bağışlardık bile. Ama hakikat hiç de öyle değildi işte. Aslında hayatı seven, ortamını bulunca, canı isteyince onun tadını doya doya, sonuna dek çıkarabilen, az sayıda da olsa kimi insanlarla güçlü ve gönüllü bir şekilde iletişim kurabilen, rahatlıkla empati yapabilen, sağlıklı bir yanı da vardı babamın ama nedense onu bizden, yani ailesinden tümüyle esirgiyor, belki de bizimle ziyan etmemeyi, başka ortam, kişi ve zamanlara saklamayı tercih ediyordu. Bizi adam yerine koymuyor, en azından görünüşte annem de dâhil hiçbirimizi birazcık olsun ciddiye almıyor, belki de istese bile alamıyor, örneğin iş dönüşü kendisine, hoş geldin baba dediğimizde bize bir hoş bulduk demeye bile tenezzül etmiyor ama biz ezkaza bunu söylemeyi unutursak, niye bir hoş geldin bile demiyorsunuz babanıza ulan saygısız herifler siz de, diye bizi sertçe azarlıyor, belki de dördümüzü de birer baş belası, dört gereksizlik abidesi olarak algılıyordu. En azından varlığımızdan dolayı minnet ya da ne bileyim, mutluluk duymadığı açıktı. Zira, âdeta bir üvey baba gibiydi bize yaklaşımı daima. Yine de severdik, sınırsız bir hayranlık beslerdik babamıza. (Çok yakışıklı, genç, kültürlü ve dürüst bir adamdı bu arada) En azından sık dövmez, yerli yersiz azarlamazdı bizi. Genellikle kan dondurucu sertlikteki bakışlarıyla cezalandırır ve korkuturdu. Çoğu durumda vurmasına gerek kalmazdı zira o suçlayıcı, tehditkâr, tımarhane kaçkını bir ruh hastasına, azılı bir katile aitmiş gibi görünen delip geçici bakışları yeterli olurdu aynı hatayı asla tekrarlamamamız için. Çünkü o bakışlara mazur kalınca eşekten düşmüş karpuza dönerdik. Dayak yesek bundan daha iyiydi diye düşünürdük.
Son derece hırçın, zaman zaman da depresif ama neredeyse her zaman konuşkan, çok sevecen, sosyal bir insan olan annemi kaybettikten sonra babamla evde ve yaşamda baş başa kaldık. Uzun yıllardır çocukluğuma ve gençliğime oranla daha iyiydi gerçi onunla iletişimimiz. Sık sık tartışıp birbirimizle yok yere inatlaşıp dursak da, o bana her fırsatta yarı şaka yarı ciddi bir tavırla hakaret etse de pek çok konuda uzun uzun konuşabilecek ortak alakaya sahiptik. Ama ikimiz de özünde mutsuzduk, annemin gidişi kaldırılamayacak derecede ağır gelmiş, çok şey alıp götürmüştü yaşamlarımızın anlamından. Yüzümüz neredeyse hiç gülmüyordu artık. Annemin yokluğu her an, özellikle de akşam yemeği saatlerinde şiddetle hissediliyor, doğal bir olay olarak bir türlü unutulup geride bırakılamıyor, aşılamıyor, babamla ikimizi duygusal açıdan aralıksız hırpalayıp sakatlıyordu. Hayatın tadı tuzu kalmamıştı. Babam her öğlen, annem sağken de yaptığı gibi kahveye kâğıt oynamaya, ben sabahları dairedeki işime gönülsüzce gidiyor, akşamları genellikle dışarıdan söylediğimiz yemekleri iştahsızca, aheste aheste yiyor, haberleri baştan sona izliyor, mevcut hükümete birlikte bolca giydiriyor, ardından başlarımız önde, hüzünle odalarımıza çekiliyor, orada giderek güçlenip palazlanan yalnızlığımızla kim bilir kaçıncı kez başa çıkmaya, onunla hesaplaşmaya, bize gereğinden çok uzun sürmüş gibi gelen varoluşlarımıza katlanmanın, onunla iyi kötü uzlaşmanın bir yolunu bulmaya çalışıyorduk. Kitaplar, filmler ve müzik bu alandaki en büyük araçlarımız, kolaylaştırıcılarımızdı. Ama her zaman da işe yaramıyorlardı tabii ki. Keder, yalnızlık, amaçsızlık, “ben şimdi neden buradayım, varım ve yaşıyorum hissi,” ağır basıyordu genellikle. Uyku saatini iple çekiyor ama dalmakta zorlanıyorduk ikimiz de. Bir kere dalınca da karanlık, kasvetli, grotesk mahiyetteki acayip düşler uykularımıza musallat oluyor, bizi pençesine alıyor, yakamızı bir türlü bırakmıyordu.
Bu sıkıcı hayat dört yıl kadar aynı minvalde böylece sürüp gitti. Sonra babamın bir akşam salonda televizyon izlerken gözlerimin önünde felç geçirmesiyle daha da cehennemi, katlanılması zor bir hal aldı. Ben ona gereğince bakabilmek için çalışmayı bıraktım, işimden derhal istifa ettim. Babamın emekli maaşı harcamalarımızı karşılamak için yeterliydi. Zaten fazla bir masrafımız da yoktu. Bankada epeyce birikimimiz ve kira gelirimiz de mevcuttu. Ben de dışarıdan, isteğe bağlı sigorta yoluyla ileride, yaşım gelince emekli olabilirdim nasılsa. Babamı bir yaşlı bakımevine fırlatıp atamazdım. Bunu yapan evlatlara olan yoğun öfkesine birkaç kez tanık olmuştum. Ayrıca o, hayatım boyunca beni evinde barındırmış, bana sayısız defalar maddi yardımda bulunmuş, ilerleyen yaşıma karşın, yeter artık, git başının çaresine bak, taş ol baş yar, bıktım usandım ulan artık senden, dememişti. En azından bunu ciddi ciddi asla söylememiş, sadece birkaç kez şakasını yapmakla yetinmişti. Artık o kadar da olurdu tabii.
Dolayısıyla babam her şeye rağmen krallar gibi bakılmayı hak ediyor bana kalırsa. Çocukluğumda bana çok soğuk, mesafeli davranmış, beni ve kardeşlerimi sevgisinden mahrum bırakmış, hatta görmezden gelmiş, hayatım boyunca (en azından görünüşte) beni daima horlamış, hatta zaman zaman aşağılamış, belki de tek bir gün bile adam yerine koymamış olabilir. Fakat bu, onun kötü olduğu, yaşlılığında o buz gibi huzurevi köşelerine atılıp uzun sayılabilecek gizemli yaşamını orada noktalaması gerektiği, bunu hak eden bir insan olduğu anlamına gelmiyor bence. Başta da dediğim gibi, ben ona çok sevilen bir bebekmiş gibi hiç yakınmadan ve özenle bakıyorum, artık hayatımı yalnız ona adadım, onunla konuştuğumda beni dikkatle dinliyor, bazen bana içtenlikle gülümsüyor, bazen nedense yüzünü buruşturuyor ama onunla ilgilenirken işimi kolaylaştırmak için benimle elinden geldiğince iş birliği de yapıyor. Böylece yuvarlanıp gidiyoruz işte sevgili, canım babamla.
Korkut Kabapalamut
Comments