top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Mustafa Enes Ardıç- Duvarları Boyadım

Pazar akşamı aldığım yayın paketlerini terk edip ana akım medyanın keşmekeşine daldım. Memleket meselelerini konuşanlardan, labirent yarışına girmiş fareler gibi yarışanlardan, çarpık aile düzenimize en çirkin tarafından tutunan senaristlerin kaleme aldığı ve tahmin ediyorum izlenmeyen dizilerden ibaret bir pazar akşamını reva görmüşlerdi bize. “Bu mecrayı iyi ki terk etmişim,” dedim içten içe ve o esnada bir filme rastladım. Esasen birkaç dakika sonra seneler önce izlediğim bir film olduğunu anladım ama keşiflere karşı erindiğimden olsa gerek sonunu bildiğim filmi izlemeye devam ettim. Patronuna rest çeken Rebeca’yı sanki ilk seferinde seyretmemiş miydim, diye geçirdim aklımdan. Herhâlde iş yerimdeki sorunlardan ötürü algımdaki seçiciliğe takıldı bu oyun. Filmi yeniden izlemek okunmuş bir kitap gibi iyi geldi bana.

Evimi yeniden ev yapmaya karar verdiğim zaman, çapraz yatarım diye aldığım çift kişilik yataktansa her akşam olduğu gibi kutu kadar salonumda, kanepeme konuşlanmış, semiriyorum şimdi. Yattığım zaman kanepemin yüksekte olan sırt dayama kısmına muntazaman da sol bacağımı atıyorum. Kumanda karnımın üzerinde, sağ elim ise atletimden içeri girer ve kaşınmamasına rağmen göğsümü kaşır. Bu konfor benim için lüksten âlâ lükstür işte. Yine böyle keyifli anlar yaşadıktan sonra kanepemde uyuyakalmışım.

Sabah alarm çalmadan uyandım ve işe gitmeden önce her zaman yaptığım gibi banyoya gidip duşumu aldım. Duştan çıkınca bornoz giymenin beni ıslak bırakmasına sitem etmeme rağmen neden onca para döküp bornoz aldığımı düşündüm. Yazın gittiğim otelden çaldığım havluyla kurulandım. Bornoz, asılı durduğu yerden aşağılar gibi bakıyordu bana sanki. Şimdiye kadar hiç elimle silmedim aynadaki buharı zira bu, annemden kalan tembihlerden olacak. Saç kurutma makinesiyle önce aynanın buharını aldım sonra da saçlarımı kuruttum. Günaydının yanındaki prizde takılı olmasa onu hayatta bulunduğu çekmeceden çıkartıp kullanmazdım. Bir eşyayı bir yerden çıkarttıysam tekrar yerine koymalıyım çünkü. Aç karnına dişlerimi de fırçaladım. Öpüşme ihtimalimin olmamasına rağmen sabahları insanların ağız kokusu tasvir edilen gayya kuyuları gibi kokar. Kokmaktan hep korkmuşumdur. Kokacaksam en fazla sigara kokmalıyım ben. O da birbirine karıştığında daha güzel kokan bir parfümle birlikte olmalı.

Duştan sonra genellikle bir durgunluk çöker üzerime. Yine öyle oldu. Salondaki koltuğa, polar pikeme baktım. Canım pikem, diye geçirdim aklımdan. Koltuğa oturdum, bir sigara yaktım. Sigara biterken uyku yeniden gelip yerleşti göz kapaklarıma. Şehir bir siyasetçinin marifetiyle ayarlanan saatlere teslim olmuş, hava dokuzdan önce aydınlanmadığından hâlâ gece gibi karanlıktı. Bir taraftan ona kızarken uyuyuvermişim. Sesini unuttuğum kapı zilimin çalmasıyla uyandım.

Bir süre bekledim, üst komşunun kapısı mıydı acaba bu çalan? Tekrar bastı zile. Sahiden benim kapımdı çalınan. Saate baktım, işe geç kalmıştım. Pek de mühim değildi, Rebeca’nın etkisiyle kapıya gittim. Adeseden bakınca gelenin postacı olduğunu gördüm. Aman efendim ne büyük şeref! Posta gelmiş, ne getirmiş acaba? Kapıyı açtım, postacı da tam gitmeye yeltenmişti.

“Abi tam gidiyordum ben de. Postanız var.”

“Günaydın. Posta teşkilatı kapıya kadar zarf getiriyor mu hâlâ?”

“Bize göre gereksiz şu zarf, mektup işi de… Hâlâ mektuplaşan üç beş kişi var işte.”

Gelenin bir mektup olduğunu duyunca iyiden iyiye açıldı uykum. Teşekkür edip mektubu aldım. Kapıyı kapatıp termosuma demlediğim kahvemi bir bardağa böldüm. Sırtımı kaşımak için kullandığım, artık işlevini yitirmiş zarf açacağını buldum kanepenin arasında. Zarf açacağı kaybolmasın diye kanepenin arasına sıkıştırırım da onu ben. Uzaktan bakınca sırtından bıçaklanmış bir ceset gibi duruyordu kanepem zarf açacağıyla birlikte. Ne zamandır maksadı için kullanılmadığını düşünerek aldım yerinden zarf açacağını. O da zarfa temas edince vuslata ermiş gibi parıldadı.

Bir kâğıt dolusu kelamla birlikte küçük bir kartpostal ve bir fotoğraf çıktı zarftan. Nasıl da unutmuşum, önce kimden geldiğine bakmaktı âdet. Zarfı yeniden aldım elime. Bu sırada telefona gelen çağrılara ve mesajlara kulak asmıyordum. Mektup ondan gelmişti, şu karşımdaki koltuğun eski sahibinden. Maziyi özlemekten anı yaşayamayan birisi için çok karmaşık bir andı elbette bu an. Önce kartpostala baktım. Hâlâ unutmamış bu zevkimizi. Sonra da fotoğrafın arkasına baktım. “Mektubu değil, fotoğrafı okusan yeter. Kendine iyi bak, yerine yat!” yazıyordu.

Kahvemden bir yudum aldım, bir de sigara yaktım. Her işe başlarken ayrı bir sigara yakmak lazımdı. Fotoğraf için makinesini tripoduna koymuş, ardında sahipsiz iki bank, bankların ardında hazana maruz kalmış çıplak ağaçlar ve bir göl. Nemden boyası atmış bir tabela. “Efteni Gölü” yazılı üzerinde. Bankların ortasında kiremit rengi beresi, kaşkolü, hazan sarısı kabanı, yeşil pantolonu ve kahverengi botlarıyla ödüllü bir kompozisyon gibi de kendisi duruyordu. Elinde de deklanşör kumandası ve bir sigara vardı. Efteni Gölü için Google’da bir arama yaptım. Düzce’deymiş. Ankara’dan Düzce’ye nasıl yapsam da gitsem hemen? Kafamı kaşıdım hırsla. Düşünürken kaşınırım ben. Benden etkilenmiş olacak Babür de kanatlarını açıp pençesiyle pirelendi, kaşındı. Seri ve bol tekrarlı kaşınan kuşa bakıp onun gibi kaşınmaya çalıştım ama ona yetişmem neredeyse imkânsızdı.

Zarfı ve muhteviyatını masada bıraktım, zarf açacağını bir adama saplar gibi sapladım kanepeye ve evden çıkıp işe gittim. O günden sonra bir hafta boyunca mektubu elime alamadım. Pazartesi ile başlayan kaos haftası nihayet cuma gününe atmıştı kendisini ve beni. Bense her gün Efteni Gölü’nü, göle çöken sisi ve pastel renkleri yakıştırıp önünde poz veren haftalık zihin uğraşımı düşünüyordum. Cuma akşamı evde tasarruf edip saçma sapan bir yemek yapmak yerine dışarıdan bir şeyler yedim ve eve geldim. Evde yine kendimle beraberdim. Kendim bana seslendi:

“Ah bir ateş ver, cigaramı yakayım. Cigara mı yakayım?”

“Sigara yak, sigara en temizi.”

Sigaramı yaktırdım kendime. Kendisiyle karşılaşmayalı beş gün oluyor. Normalde sabahları duştan sonra aynada merhabalaşırız. Tek başınalığın ekstrası bu saçmalıklar. Sallama çayımı da aldıktan sonra mektubu okudum. Okurken terlemeye başlamıştım bile. Sallama çaydan dışarı sarkan ip bile kötü şeyler yapmaya davet eder gibiydi beni. Mektubu okuyordum ama zihnimden de “Sen gittin gideli çayı sallama içiyorum, bitiremiyorum demlikte demlediğim çayı. Gözüm karşımdaki koltukta. Ataman yapılmıyor diye ne kadar sövmüştük oysaki. Senin atama işin, bizim bitiş çizgimiz olmuştu. Annenin ördüğü yeleği götürmeyi unuttuğun için onu koymuştum karşı kanepeye. Orada duruyor gittiğinden beri,” diyerek başlamıştım içimi dökmeye.

Kahkahalarımız nasıl da adım adım düşmüştü, gülüşlerimizin rengi solmaya başlamıştı duvarlarda. Önce atandığını öğrenmiştik. Salak gibi kutlamıştım bir de o haberi seninle. Bir hafta sonra on güne kadar Düzce’ye gideceğini öğrenmiştik. Eşyalarını toplayamazsın dediğimi hatırlıyorum. Öyle ya, hafta sonları çıkar çıkar gelirsin diye düşünüyordum. Sonrası yokuş aşağı geldi zaten. Şu tepelerden doludizgin koşturan atlar misali benzetmesi var ya, tam da öyle oldu işte.

Önce jübile konuşmanı yaptın. Koltuğunun orta yerine oturmamıştın hiç daha önce. Bu sıra dışılık bile belli etmişti aslında avuçlarımdan kayıp gidiyor olduğunu. Normalde sigara içmezdin, o gün benim paketimden aldığın bir sigarayı yakmanla birlikte, yekvücut olmuş beraberliğimizi zehirleyeceğini resmetmiştin, anlamıştım. Sanki eşli bir oyun oynuyormuşuz gibi anlattın gidişinin dönmemek üzere olduğunu. Söylenmemesi gereken kelimeler için elimde havalı bir düdük varmışçasına beklemiştim ağzından çıkan sözcükleri.

“Bana yardım edecek misin?”

“Ederim tabii. Ne yardımı peki?”

“Kitaplarımı toplamalıyım önce. Her odayı arındırayım eşyalarımdan diyorum.”

“…”

Aramızdaki sigara dumanından birbirimizi göremiyorduk. Peş peşe yaktığın sigaraların dumanlarıyla yüzünü perdeliyordun, böyle konuşmak daha kolay oluyordu sanırım. Göz göze gelemiyorduk bir türlü.

“Eşyalarımı toparlayıp göndereceğim, Selvi karşılayacak orada. Ben de birkaç gün erkenden gider, ev tutarım.”

Bir şeyler söylemem hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Filmlerdeki gibi olmuyordu zaten hiçbir şey. Kapı çalmış, apartman görevlisi ısmarladığın boş kolileri getirmişti. Haddini aşarak benim sevdiğim birkaç kitabı da eklemiştin koline. Sesimi çıkartamamıştım. Salondaki ıvır zıvırı geçersek geriye sadece yeleğin kalmıştı. “Yeleğini al,” diyemedim. Sen de almadın zaten ya da alamadın. Banyodan sadece diş fırçanı aldın. O zamanlar çift kişilik yatağım yoktu, seni rahatsız etmemek için ip gibi uyuduğum tek kişilik yatağımızın olduğu odaya girdik. Sanki ev aramasına gelmiş bir polisin peşinden gidiyormuşum gibi adımlarının peşinden geliyordum. Bez dolabını valizlere yerleştirdik. Tüm eşyanı iki koli ve iki valize sığdırmıştın. Sırtıma esen sert rüzgârı hissettiğimde, duvarları da söktün sanmıştım. Heyecanlanınca kekelediğimi o ana kadar fark etmemiştim. Evde yankı edecek kadar boşluk vardı artık, bulaşık makinesi fısırtıyla çalışıyordu. Birer sigara daha yaktık, hiç konuşmadan nasıl gidecektin acaba merak ediyordum. Yutkunamayan, sigaradan damağının tadı gitmiş, eli ayağı buz kesmiş iki insan, iki yabancı gibiydik artık. Senin gözlerin doluyordu ama güçlü olmalıydık, sonra ağlayacaktık belli ki. Kitaplığa baktım, kitapların düzeni de benim gibi altüst olmuştu. Kitaplığın doğusunda Ahmed Arif, batısında Cemal Safi duruyordu. Sayfalarca mürekkep, matbaalarına ihanet edip salonumuza akıyor gibiydi. Kitapların dik durmalarını sağlayan, yanlarında duran kitaplar seçilmişti gitmek için ve kalanlar artık dik duramıyorlardı. Yıkılmıştı sayfalar dolusu izahat. Sana söz düşmüyordu. Ayıptı gitmen ve sen bunu biliyordun. Bundan ya da belki de konuşsan ağlarsın diye bıçak açmıyordu ağzını. Ben derin bir solukla doldurup ciğerlerimi sordum:

“Şimdi mi?”

“Evet.”

“Acele etmiyor musun?”

“Biletimi aldım, iki saat sonraya. Düzce Güven, 114’üncü peron.”

“Ben seni bırakırım. Eşyaları indirelim istersen.”

“Hadi…”

Arabaya sığdırdın koca evi. Gidene kadar hiç konuşmadık. AŞTİ’den de zaten oldum olası nefret etmişimdir. Pantolonun ağıyla oynaşan valizcilerden birisine el ettim, yükledi el arabasına eşyalarını. Adam önümüzden hızlı hızlı yürüyordu, sanki bir an önce yaşansın ve bitsin istermiş gibi. Otobüse binmeden önce kaç tane sigara içersen iç, bindiğinde canın yine sigara içmek isteyecekti. Birlikte bir sigara daha içtik. Eşyalarını yerleştirdiler.

“Ararım varınca… Mesaj atsam daha iyi olur sanırım.”

Karşımda başın öne eğik duruyordun. Veda edemeyişinden belliydi bu talandan rahatsız olduğun. Ne gerek vardı ki söke söke gitmene? Onca hayal kurmuşken hem de böyle boktan bir şehirde…

“Arama! Solunumun normale döndüğünde mektup yaz bana.”

“Üzme kendini. Kedileri tekmeleme, ocağın altı açıkken uyuma, salonda sigara içme bir de.”

Düğüm düğüm boğazlarımız. Konuşamıyordum ama son olarak “Böyle olmak zorunda mı?” diye sordum. “Hoşça kal,” dedin ve arkanı dönmenle beraber saçlarından burnuma sıçrattığın kokunu da alıp bindin otobüse. Hareket saatin gelmişti. Sarılmadık, tokalaşmadık ama bu kadarı da yetmişti kanamamıza. Otobüsün camından yapacağın bir hareketi bekliyordum, yapmadın. Otobüs geri geri çıktı perondan. Sadece göz gözeydik artık. Sana yeni bir şehir, bana da birlikte geçtiğimiz yollardan geri dönmek ve yeniden ev yapmak kalmıştı.

Yolu değiştirmiştim dönerken. Sırf havam değişsin diye bir kahve aldım kahveciden. Eve gittim. Park ederken arabayı tosladım duvara. Asansörden üç yerine dördüncü kata inmişim ve emekli albayın kapısını açmaya çalışmışım. Eve girdiğimi ve kendi evime yabancı olduğumu hatırlıyorum. Satılmış, yıkılmıştım…

Soluğun normalleşene kadar bir sene geçmiş olacak ki şimdi göndermişsin mektubunu. İkinci defa okuduğumda fark ettim soluğunun normalleşemediğini. Üçüncü paragrafın sonuna iliştirmişsin cilveli bir hat yazımıyla:

“Soluyamıyorum. Ne dersin, yeniden?”

Bir buçuk senedir kullanmadığım fotoğraf makinemi kurup, bir fotoğraf çekerek cevap yazmalıydım sana, öyle de yaptım. Önce yeleğini attım. Evin duvarlarını orman yeşiline boyadım. Mektubu idrak ettiğim an sigarayı bıraktım. Mutfağa gidip çay suyu koydum son olarak. Baktım meğer duvarlar yerinde duruyormuş. Senin koltuğuna işgalci gibi uzun oturup çektim fotoğrafımı. Sonra da tek kelimelik bir mektupla cevap yazdım sana.

“Olmaz!”

Bağışıklık kazandığım bir hastalığa yenik düşmem imkânsızdı çünkü.


Mustafa Enes Ardıç

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page