top of page
  • Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- N. Toygar Ateş- Yesenin'le Karşılaşma

Şemsiyenin altında muzip ve mağrur, şehrin yollarını sabahtan akşama değin gezinmekteyken sarışın, zayıf ve uzun bir adam gülümsedi yüzüme. Yabancı olmalıydı, turizm mevsimi de değildi halbuki. Gençti, eski bir takım elbise vardı üstünde. Yorgundu, ama ışık gibi parlıyordu gündüzde.

Tak diye tanımıştım. Yesenin, dedim, nihayet. İyi okumuşsun şiiri, dedi. Beğendin mi harbiden? Beğendim dedi, arada açıp dinliyoruz Mayakovski’yle. Küs değil misiniz abi? Ne münasebet, dedi, ölüm eşitler herkesi. Hem abi ne birader, yirmi dört yaşında öldüm ben, sen daha büyüksün. Olsun, dedim, bir asırdır yaşıyorsun. Tabii, dedi, olaya öyle bakarsan abin sayılırım.

Yürüdük sokak serserileri olarak, hasta hayvanlara gönül yoldaşlığı ederek. Yürürken işe yarar görünürdük. Bir işimiz, amacımız olduğu izlenimi verirdi. Halbuki yürümekten başka işimiz, amacımız yoktu. Bir yerden erken çıkmaz, bir yere yetişmeye çalışmaz, birbirimizin bile işine yaramazdık. Ama kimse de bize boş zaman lütfedemezdi. Tanıyanlar severdi bizi, hiçbiri sonumuzu engelleyemezdi. Bizde her zaman sözden ve sonsuzdan birkaç adım fazlası vardı.

Denizi seyretmek üzere banka oturduk. Deniz aynı deniz, bank aynı bank, su hala akıyor, rüzgâr hala, yanmakta ateş ve yağmakta yağmur, karınca o karınca, işte orada ağaç, kökten meyveye kadar, zaman hala çöldeki serap, bilinç hala yağmurlu gökkuşağı, değişti her şey oysa. Aynı yürüyüş, ne garip rastlaşma.

Sisli yüreğinde hep bir kaygı var, dedi, hayırdır? Bildiğin şeyler dedim, rezil ettiler beni, şarlatana çevirdiler. Öyle konuşma kendin hakkında! Konuşmayayım mı? Konuşma. Ama sen konuşmuşsun kendin hakkında? Ben konuşurum, ölüyüm ben. Bir zamanlar yaşadın ama? Ve bir zamanlar öldüm de. Ben yaşıyor muyum abi, diye sordum. Yaşıyorsun, dedi. Ama yaşamak yeni bir şey değil? Ölmek de, dedi. Bambaşka bir düzenin kanunuyuz değil mi, diye sordum. Evet birader, dedi, asla ulaşılamayacak o düzenin kanunuyuz. İnsanlara gülümsüyoruz ama dostluk duymuyoruz dedim, neden böyle yapıyoruz? Bizim gerçekten dostumuz oldu mu, diye sordu. Olduğunu sanıyorum. Senin adına sevindim. Ama niçin böyle yapıyoruz? Çare yok, dedi, bu halimizle nasıl kabul etsinler bizi? Duygusallaşıyor muyuz yoksa? Sanmam, dedi, kimya ve biyoloji biliyor diye robot gibi hareket edenleri gördüm, bazıları kafasına sıktı. Ne ilgisi olduğunu anlayamadım. Ben de anlayamadım, dedi.

İlgisi olmak zorunda değildi. Yumurtanın akan görüntüsü, saatin oka dönüşüp yelkovan fırlatması, beyinde patlayan yanardağlar, kızarmış gül bahçeleri. İlgisiz şeylerdi, tümden ilgisiz. Bilincin kendisi dahi ilgiyi çoğu zaman çözemez, yakalayamazdı, amaçsız yürüyüşün adımları gibi. Hatırla… Hatırla! Hatırla öyleyse unutmak sözcüğünü.

Olmayan gerçekliğime dönerek, bileklerin abi, dedim, bileklerinden kan akıyor. Kollarını çevirip baktı, gülümsedi. Buraya her geldiğimde böyle olur, oysa kabuk bağladılar, döndüğümde düzelir, dert etme. Etmiyorum, dedim, ama zamanında etmiştim. Kardeşimsin, dedi. Hangi zamandayız abi? Senin zamanın içinde, benim aralığımda.

Romanımı okudunuz mu, diye sordum. Okuduk tabii. Nasıl? İyi iyi, içinde Mayakovski’yi sinirlendiren birkaç yer var ama bakma ona, sonunda yola gelir hep. Basılacak mı dersiniz? Valla biz öte dünyada bastık, burada akıbeti ne olur bilmem. Orada satışlar nasıl bari? Fena değil, üçüncü baskıyı yaptı. Benim yerime imzalayın bari, dedim. Güldü. Rimbaud imzalamış birkaçını, dedi. Hadi ya, Verlaine de yanındadır o zaman? Değil, Rimbaud bar çıkışı ağzını yüzünü dağıttı onun. Değişmemiş. Neyse, dert etme basılıp basılmamasını, bu senin sorunun değil. Nasıl değil abi, gençliğimi verdim o dosyaya? Basım onların sorunu, lafı uzattırma bana. Kısmen anladım, o kadar ümitsiz mi durum? Ne kadar ümitsiz olduğunu düşünüyorsan iki katı.

O sırada bir köpek yanaştı. Verecek ekmeğimiz yoktu ama aç gibi de durmuyordu. Dert etmedi ekmeğimizin olmayışını. Yesenin kravatını çıkarıp köpeğin boynuna astı. Köpek sevinçle koştu, oynadı, biz de dostça kahkahalar attık. Ona bir isim ver, dedi. Aklımda bir şey yok. Öyleyse Raskol olsun. Güzel isim. Hayvanın başını yaktık durduk yere, dedi.

Acıktık sonra. O bir şiir yazdı bileklerinden süzülen kanla, ben hemen bir öykü uydurdum. Roman yazmaya kalksam yıllarımı alırdı. Ben şiiri yedim o öyküyü, fena değil dedi, seninki de dedim. Doyduk mu peki? Sanırım doymadık abi. Doyabilecek miyiz? Sanırım doyamayacağız. Nereye kadar böyle peki? Gittiği yere kadar. Yani hiçbir yere. Evet, dedim, sanırım hiçbir yere. Her yer beton. Ve insanlar buz. Erimeye yüz tutmuşlar. Bir çamur kalacak arkalarında. O zaman bir faydaları dokunacak.

Göz açıp kapayış, asırlık sessizlik.

Bakayım, dedi. Neye abi? Şu cüzdanındaki vesikalığa. Nereden biliyorsun, diye sordum. Bilirim. Yırttım ben onu. Ne zaman? Kendimi aşağılık hissettiğim zaman. Çok olmadı öyleyse? Olmadı, karşılaşmadan önceydi. Hayatın en hüzünlü anı, dedi sonra, mevsimine kapıldığın kişinin bahçesinde açabilecek bir çiçek olmadığını anladığın andır. Senin böyle bir sözünü okumamıştım abi, dedim. Benim değil zaten, dedi, Mayakovski’nin.

Cüzdanını çıkarıp verdi. Tozluydu. Elimin tersiyle temizleyip açtım. Birkaç rubleden fazlası yoktu. Yan gözde ters bir vesikalık, çıkardım. Sarışın bir kadın, kendisi gibi, denizi andırıyordu. Ne kadar da güzelmiş, dedim. Öyleydi, dedi. Geri uzattım.

Aslında özlediğim tek şey eski benliğim, dedim, eskilerin geri gelmesi değil. Bu iyi, dedi, aşmışsın, anıların içindeki kendini diriltmek istiyorsun. Belki, dedim, sevgimi ve kavgamı aynı anda pratiğe dökebildiğim yıllar, en yüksek iç huzura o zamanlar erişmiştim. Önce kavgayı sonra sevgiyi yitirdin, bu yüzden savruluyorsun. Bu yüzden. Vesikalık sana birini anımsattı mı? Evet. Uzaklarda biri, seni sevmeye hazır. Biliyorum. Sen hazır mısın? Sözcüğün işlevini unuttum. Hazır mısın, diye sordum. Bu şarlatanlık ne olacak, böylesi bir hayat, nasıl sürer abi, kafamı çıkaramıyorum yeraltından. Ne zamandan beri bunu düşünür olduk? Haklısın, düşünmek gerekmez mi artık? Düşünmeye çalış, çıkamazsın içinden, doğuştan fişlisin sen, biz buyuz birader, anlamıyor musun, başka bir varoluş biçimi yok bizim için. Böyle kabul edilirsek sürer o zaman her şey. Şansın yaver giderse. Unut gitsin öyleyse. Belli olmaz o işler. Ya belliyse. Unut gitsin öyleyse. Belli olmaz o işler. Haklısın.

Paltosundan boş bir konyak şişesi çıkardı, iki fırt alıp bana devirdi, içim ısındı. Parkan, kemikli yüzün, yıpranmış kahverengi çizmen, bakışların… Bana bizim çocukları anımsatıyorsun, dedi, o yürekli, mağlup olmuş hayalperest dostları. Teşekkür ederim abi, dedim. Keşke buna teşekkür etmemen gerektiğini bilseydin, dedi. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlayamıyorum artık. Çünkü ikisi de kalmadı hayatında. Neden doğruluk kalmasın, insanları kurşuna dizmedik, dizdirmedik, yoldan geçenlere gülümseyen birer sokak serseriyiz, o kadar. İkisi birbirini götürüyor işte, hayatında doğrudan yana ne sayıyorsan, aynı oranda yanlış var. Bu hep böyle midir? Hep böyle değildir. Bizde niye böyle? Doğrularımız gerçek ve bu sahtelikte bir şeyleri yanlışlıyor. Biz kötü olduğumuzdan değil yani? Değil, doğrularımızın dolaylı bir getirisi yalnızca. Bambaşka birine dönüştüm, farkında mısın? Yalnızca keşfediyorsun. Kendimi kandırıyorum. Ya da ilk kez dürüst davranıyorsun.

Yine de hüzünlü değilim, dedim. Hayır, dedi, hüzünlüsün, insan ne yaşaması gerekirse yaşamalı. Hüznüm meze değil ama, şu insanlara bak, ufacık ilgisi yok, kıyısından geçmemişler. Üç kişiyiz biz; biri kendini asmaya hazır, diğeri kavga uğruna asılmaya, üçüncüyse iki urganın arasında denge kurmaya çalışıyor. Kurabilir miyim sence? Kurmak zorundasın. Sen kurabildin mi? Hayır, ama bu senin kuramayacağın anlamına gelmez. Kurabileceğim anlamına da gelmez. Ne anlama geldiğine sen karar ver. Bulamıyorum. Bin yıllık dava, aynı kavga, nasıl da değişmiyor sözcükler! Hayatımı mahvettim abi! Ağlayacaksan kalkayım. Hayır, içimi döküyorum yalnızca. Zırlamak yok. Tamam abi ya! İçini bana değil, kâğıda dök. Nasıl yaşayacağım diyorum, anlamıyor musun? Yanıtı bilsem bileklerim kanar mıydı? Özür dilerim. Dileme.

Bir an kendi açılarımızdan denize dalıp gittik, boğulmadan çıkmamız uzun sürmedi.

Konuyu değiştiresim gelmişti. Matvei n’apıyor abi? Fizikçiyi mi diyorsun? Evet, başka Matvei mi var? İllaki vardır. Haklısın. Matvei iyi, Landau’yla gezip duruyor, Landau’nun yanında Born var, Born’un yanında da Weierstrass ve Heisenberg. Garip şeyler konuşuyorlar. Vay be, Matvei’ye selamımı iletir misin, onun adına da acı çekmiştim. Baş üstüne birader.

Ayağa kalktı. Ben de kalkıyordum ki oturmamı söyledi. Nereye abi? Şu ağacın altına işeyeceğim. Sonra? Sonra ağaca tutunup Mayakovski’nin yanına döneceğim. Beni bırakıyor musun abi, diye sordum. Seni bırakmıyorum, dedi. Çok yalnızım abi, biraz daha kalsan olmaz mı? Olmaz, ayrıca yalnız değilsin, seni bekliyoruz, dedi. Bu ne demek, dedim, istersen şimdi, tam bu falezlerde işi bitirebilirim. Ne konuştuk oğlum saçmalama, dedi, kızdı bana, sonra gülümseyerek baktı; ha şu an ha yirmi yıl sonra, ikisi de bizim algımızda eşit, bu yüzden acele etmen yersiz, tüm olasılıklar tükenmedi. Öyle diyorsan öyle olsun abi, dedim. Lütfen kardeşim, dedi, aynı sonu paylaşmayalım, kır şu döngüyü. Tamam abi, seni bir daha görebilecek miyim? Her göz kırptığın köpekte ve basmamak için ayak uçlarında geçtiğin kaldırımlardaki sümüklü böceklerde beni göreceksin. Peki beni izliyor musunuz, diye bağırdım arkasından. Bazen, diye bağırdı gözden yitmek üzere, içerken izliyoruz seni.

Kısacık bir rüzgâr yaprakların arasında dolaştı ve Yesenin gözden kayboldu. Raskol diye bağırdım, yanıma koştu, bir süre başını sevdim, yüzü son derece endişeliydi. Ters taraflara yürüdük.


N. Toygar Ateş

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page