Öykü- Nilay Erik- Te Amo
- İshakEdebiyat
- 6 Nis
- 5 dakikada okunur
Hava çok sıcak, ağır, boğucu. Öyle boğucu inatçı ki bir yağ lekesi gibi insanın tenine, üstüne başına siniyor, çıkmak bilmiyor. Evdeki klima bozuk, sigaram kalmadı, üstüne üstlük telefonda sevgilimle tartıştım. Hiç yoktan sinirimi bozdu. İyice bunaldım. Kendimi sokağa attım. Köşedeki büfeden bir paket sigara aldım. Nereye gitsem bilemedim. Bilbao’da, Casco Viejo Caddesi’ndeki evimin bulunduğu apartmanın önündeyim. Şehrin en kalabalık bölgesi, fakat bugünün kalabalığı farklı. Aste Nagusia haftası yüzünden. İspanya’nın en meşhur festivallerinden biri. Sirk, kostümlü insanlar, müzik, sesler, insan yığını. Şu telefon denilen alet icat edilmeseydi bir kostüm de ben giyer, kentin kalabalığına karışır, ortadan kaybolurdum. İyi de olurdu. Gerçi saklanmayı, saklamayı hiç beceremem. Sevinç beni yine bulurdu. Mesela tam şu an, görüntülü aradı. Açtım tabii. Ya Sevinç, dedim telefonun kamerasını sokağa çevirdim. İnsanlar dışarıda çılgınca eğleniyor. Tek izin günümde şu yaşadığım şeye bak, biraz insaf, dedim.
Bu Sevinç, kendi canı sıkkınsa benim mutlu olmama tahammül edemez. Mutluysa, somurtmam; bir şeylere canımın sıkkın olması ne haddime. Hele hastaysa ben de evde yatmalıyım. “Git git,” dedi, “utanma eğlen.” Bu işi uzatacak belli. Belki de uzatmaz. Sevinç bu mızmızlıklardan ibaret değil sonuçta. Hadi, ha gayret oğlum, biraz çaba! Sevinç’in çenesindeki o sevimli çukur aklıma geldi. Oradan öperim onu. Sonra da boynunu… O kuğu boynunu. Mini eteğinin içindeki biçimli kalın bacaklarını, güzelliğini. Şimdi böyle desem yine kızar bilirim. Fakat romantik anlarımızı, küçük duygusallıklarımızı hatırlatırsam belki yumuşar ümidiyle, “Geçen yaz, festivalde ne güzel eğlenmiştik, giydiğin kostüm ne hoştu. Boyunbağın, elbisen, şapkan…” “Cemal, ne demeye çalışıyorsun, cadı kostümü giymiştim dalga mı geçiyorsun benimle,” dedi. Telefonu yine kapattı. O an telefonun ekranında yüzümü gördüm, yine kıpkırmızı olmuşum. Ne zaman biri beni dinlemese, ne zaman derdimi anlatamasam kızarırım. Beni duymayan, sözümü durmadan bölen Sevinç beni görsün diye derdimi el kol hareketleriyle de anlatıyorum. Vallahi şu sirk hayvanlarından farkım kalmadı, Sevinç maymuna döndürdü beni.
Sevinç, sözlüm. Tayini İstanbul’a çıktı. Dün de Maltepe’deki küçük daireme yerleşti. Ben İspanya’dan dönene kadar orada kalacak. Şunun şurasında kavuşmamıza üç ay kaldı. Proje bitince işime İstanbul’daki şirkette devam edeceğim. Sonra nişan düğün. Sabırsız benim sevgilim ya! Gitmiş talan etmiş evimi. Çekmecelerimi, dolaplarımı karıştırmış. Kendinden önceki hayatımın kaydını çıkaracak aklı sıra. Bir insan kendisine acı çektirmek için bu kadar çaba harcar mı? Sevinç yapar. Bunu yapacağını tahmin ettiğimden şirketten Levent’e rica ettim. “Sevinç gelmeden evi şöyle bir kolaçan et,” dedim. Sağ olsun beni sever, kırmadı. Eve girince, “Abi ya, ne gibi şeyler var,” diye aradı. “Fotoğraf falan,” dedim, “ne olacak Levent başka”. Adamcağız, eski sevgilim Seray’la dört beş yıl önce Eskişehir’de çektiğimiz fotoğrafları bulmuş. “Abi napim,” dedi. “At çöpe,” dedim. Ne yapayım o fotoğrafları? Bitmiş gitmiş. Adam nerden bilsin sevgilimin ajandaların içini karıştıracağını. Sevinç sen ne ara uyandın, gittin de o defteri buldun.
Bu devirde e-posta yazmayı, WhatsApp’tan görüntülü aramaları bıraktım, mektup yazıyorum. Niye? Sevinç istiyor diye. Hiç insafı yok, daha dün telefonda beş saat konuşmadık mı? Bir de yabancı bir yerde ilk gecesi diye o uyuduktan sonra kapattım telefonu. “Fotoğraf olsa bu kadar içim yanmazdı,” dedi. “Ne kadar özel şeyler yazmışsın o kıza.” Bu defterdeki yazı günlükmüş. Sabahın köründe aradı, “Günlük tutuyor musun?” diye soruyor. Öyle söze pat diye de dalmıyor, beni deniyor. Edebiyat öğretmeni olan ben miyim? Günlükmüş, mektupmuş, anıymış. Lisede kaldı. Mühendis adamım ben. Telaşlandım, bir şey çıkacak bunun altından. “Yok, ben mektup yazıyorum,” dedim, “Düzenli olarak sana yazıyorum ya. Günlük tutmama gerek kalmıyor.” Orda patladı her şey. Günlük insanın kendine itirafıymış, çok samimiymiş. İnsan, ikinci bir kişinin okumayacağını bildiği için gerçekleri yazarmış. Sanki ders anlatıyor. Ama mektuplar abartı olabilirmiş. Mesela, yazdığım son mektuptan şüphelenmiş. “Yapay zekâya mı yazdırıyorsun sen bu mektupları?” dedi. Acayip bozuldum ya. Kan beynime sıçradı. Bağırmadığım halde boğazım acıdı. “Ellerimle, kalemle yazıyorum ben bunları,” dedim. “Öyle istiyorsun ya. Olabilir, yapay zekânın yazdığını pekâlâ kâğıda geçirebilir insan,” dedi. Sanki öğrencisiyim. Hesap soruyor bana. Sıfır mı verecek? Sonra pat, telefonu kapattı, iki üç saniye sonra yeniden aradı. Ağlıyor. Bunlar ne biçim laflar, ne biçim hareketler böyle? Kilometrelerce uzaktayım, tek başıma gelmişim, ekmek davasına çalışıyorum. Ben düz bir mühendisim, alavere dalavere bilmem. İşte, diyor, bu nedenden şüphelendim. “Normalde bana hiç öyle şeyler söylemezsin. Mektuplarda döktürmüşsün,” diyor. Hem günlükte yazdığım cümlelerden çok farklıymış mektupta yazılanlar. Bak ya, resmen üslup falan diyor. O kıza ne kadar güzel cümleler kurmuşum, daha sahici daha ben gibiymişim. “Sen beni mutlu edecek şeyler yaptığında kendin mutlu olmuyorsun. Daha şimdiden katlanır gibisin bana, evlenince kim bilir nasıl olur.” Yine de efendi efendi anlattım, ağzımı bozmadım. Bak sevgilim, canım, on yıl önceki mevzu, üniversiteden yeni mezun, toy bir delikanlıydım. Hala ağlıyor, içini çekiyor. Yok, dedi kıskançlık değil bu. “Öyle düşünürsen üzülürüm.” O zaman ne? Küfretmemek için zor tuttum dilimi. O zaman ne sevgilim? Neden üzüyorsun kendini de beni de. “Bana duyduğun şey aşk değil,” dedi, “O kıza hissettiğin aşktı.” Yine delirdim. “Kime âşık olduğumu bırak da ben bileyim,” dedim. Biraz sert söyledim galiba. Telefonu yine kapattı.
Ah Sevinç! Seni sevmişim, seni istemişim. Ne güzel beraberiz değil mi? Çayımı kahvemi bile şekersiz içiyorum. Şu göbeğim gitsin de beni beğen, diye. Garip garip kalpli, çiçekli, böcekli kartlar yazıp yolluyorum sana. Seveceğin bir gelinlik modeli bulamadın diye elin memleketinde, o cadde senin bu cadde benim demeden gezip moda evlerinden dergi topluyorum. Onları postaya verip evine gönderiyorum. Geçen gün alışveriş yaptığım mağazada görevli kızdan utandım resmen. Doğum günün için bir hediye bakıyordum. Tüylü oyuncaklara bayılırsın. Hoş, tüylü olmasına gerek yok, oyuncağın her türlüsünü seversin. Hala çizgi film izlersin. Oyuncak dükkânında minik bir ayıcık gördüm. Karnına basınca İspanyolca seni seviyorum, diyor. Aaa, ne hoş dedim. Evet, ben dedim. Bu cümleyi kurdum. Yetmedi, bu oyuncağı alıp sana yolladım. Ayıcığın üzerindeki salopetin cebine de bir yüzük koydum. Sürpriz olacak, daha eline geçmedi.
Kendi kendime söyleniyor, el kol hareketleri yapıyordum. Bir taraftan sigara mı yakacaktım ki birden iki adam koluma girdi, beni apartmanın açık girişinden içeri sürükledi. Yüzümü duvara verdiler, ellerimi arkada kelepçelediler, bacaklarım tir tir. Sırtımdan boşanan ter damlaları pantolonumdan bulduğu boşluğa doğru akıyordu. Sanki ayaklarımın altında bir çukur vardı. Yanlış bir harekette dibi boylayacaktım. İspanyolca bir şeyler söylediler, anlamadım. Soluğumu tuttum dikkat kesildim. Neyse ki sadece adımı sordular. Kekeledim, ben dedim beeeen Cemal Gürbüz. Türkçe konuştuğumu görünce şaşırdılar. Esmer, uzun boylu olanı; zayıf tıknaz olana baktı. İspanyolcam berbattı. “İngilizce biliyor musunuz,” dedim. İkisi de cevap vermedi. Cebimi işaret ettim, cüzdanımı çıkardılar. Kimliğimi, çalışma iznimi, şirketin kartını gördüler. Neredeyse altıma yapacağım, bunlar da kim, diye düşünürken Sevinç’in babası geldi aklıma. Koca emniyet müdürü. Ulan burada da mı sorguya çektiriyor beni, dedim içimden. Adam manyağın teki, olur mu olur. Kızımı üzersen karşında beni bulursun demişti tanıştığımızda. Belli ki eli kolu uzun. Belki de sabah sabah konuştular. Sevincin ağlamaklı sesini duydu. Düşünmekten delirecektim ki bir hareket oldu, kafamın içindeki zonklamayı kısacık bir an olsa da rahatlattı. Uzun boylu adam beni diğeriyle yalnız bıraktı, binadan dışarı çıktı. Birkaç dakika sonra yanımıza bir kadınla döndü. Kadın, İngilizce biliyordu. Durumu bana anlattı. ETA örgüt liderlerinden birine çok benziyormuşum. Bugün festivale geleceğine dair bir duyum almışlar. Her yer sivil polis kaynıyormuş. Onunla karıştırmışlar beni. Fotoğrafını gösterdiler. Kıpkırmızı suratlı herifin teki, neyini benzettilerse artık. Özür dilediler benden. Elimdeki kelepçeyi çıkardılar. Korkudan ağzım dilim kurudu. Bana su verdiler. Sivil polislerle dışarıda bir sigara yaktık. Bu arada telefonum durmadan çalıyordu. Arayan Sevinç’ti. Açmadım. Kadın polis gülerek az önce yüzünüz neden kırmızıydı diye sordu? Meğer en çok bu yüzden benzetmişler beni o örgüt liderine. Öyle emin olmuşlar. Ah, Sevinç! Telefonumu açmayınca Sevinç’ten sesli mesaj geldi. Mahcup mahcup “Özür dilerim, sevgilim,” demiş. Arkadan da gönderdiğim oyuncağın sesini duydum. Te amo, te amo, te amo.
Nilay Erik
Commentaires