Dün akşam sıkı bir dayak yedim. Bir ordu üstümden geçti desem herhalde abartmış olmam. Neredeyse şişmedik morarmadık yerim kalmadı. Garip anam da beni, o halde görünce dayanamadı. Ağlaya sızlaya babamı ikna etti. Bugün de soluğu psikiyatristte aldık.
Aslında benim hiç gelesim yoktu ama anama kıyamadım. “Biz gülmedik bari onun yüzü gülsün bu zalım dünyada, gülmese de en azından benim yüzümden ağlamasın,” diye babamın peşine takıldım. Aslında babam da gönülsüz, o da anamın zoruyla geldi. Babama kalsa beni doktora kurban eder. Bırakın doktoru bir aspirine muhtaç olsam önümde onu ezip tozunu yüzüme savurur. Zaten yanlış görmediysem dün gece bir iki tane de o vurdu. Lan insan dayak yiyen oğluna hiç bunu yapar mı? Fırsat bu fırsat deyip tüm kinini kusar mı? Neymiş taziye evinde hiç gülünür müymüş? Sanki isteyerek güldük? Adamın ölümünü, yanımdaki yaşlı amca öyle güzel anlattı ki ben de dayanamadım. Vallahi bak yine dudaklarım kıpraşıyor, bir posta dayak da burada yemesem iyi!
Neyse Allahtan çok beklemedik de doktor hemen bizi içeri aldı. Başta biraz hoşbeş ettik sonra doktor, bana bakıp “Ne şikâyetin var?” dedi. Bu cümle de her doktorun ağzında! Ne şikâyetin var? Oh ne âlâ! Sana o kadar parayı bu şikâyeti sen bulasın diye veriyoruz. Doktor dediğin, adamın yüzüne bakınca derdini şıp diye anlamalı. Şikâyetimi ben söyledikten sonra sana ne lüzum var? İnternete hastalığımı yazsam içeceğim ilaçları bile oradan kendim bulurum. Ne şikâyetim varmış!
Doktora biraz kıl olunca, “Çok şükür bir sıkıntım yok iyiyim,” dedim. Bu arada dünkü dayaktan hatıra kalan ağrılar dışında gerçekten iyiyim. Ağrılarıma da zaten bu doktor bakmaz. O yüzden derdimi ona söyleyip kendimi yormak istemedim. Ben sözümü bitirince babam ters ters yüzüme baktı sonra birden, “Bok iyisin!” dedi. Bu sırada yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu. Ben, bu söze alıştığım için yine istemsizce gülmeye başladım. Doktor ise rahatsızlığını belli etmek için hafifçe öksürdü. Babam, biraz mahcup bir şekilde, “Affedersin doktor bey hep bunun yüzünden oldu,” deyip öfkeyle tekrar bana baktı. Sonra da içindekileri bir bir anlatmaya başladı.
“Doktor oğlum, daha dün bir taziye evinde hem de ortada bir yaralı varken bu, kahkahalarla dakikalarca güldü. Bak şimdi de sırıtıyor şerefsiz! Söyle Allah’ını seversen cenaze evinde hiç gülünür mü? Normal adam bunu yapar mı? Bırak normal adamı azıcık vicdanı olan bir canlı orada gülmeye utanmaz mı? Yav vahşi hayvanlar bile bunun gibi yapmıyor. Onlar bile avladıkları hayvana saygı gösteriyorlar. Bunun ne diriye saygısı var ne de ölüye. Üstelik bu olay, bunun ilk vukuatı da değil. Adam olsun diye camiye götürmüştüm. Vallahi cemaatin elinden zor kurtardım. Hâlâ millet, bana öfkeyle bakıyor. İşe soktum, nereye girdiyse ikinci gün kovuldu. Köpek değil ki götürüp boş bir araziye bırakayım. Allah aşkına bana yardım et yoksa ölümüm bunun yüzünden olacak.”
Doktor, babamın çok sinirlendiğini fark edince “Siz dışarıda bir çay içip sakinleşin. Benim, oğlunuzla biraz yalnız kalmam gerekiyor,” dedi. Babam yavaşça ayağa kalktı. Sonra “Yeter ki bu iyileşsin, ben günlerce şu kapı önünde beklerim,” deyip sessizce dışarı çıktı. O gidince kendimi biraz tuhaf hissettim. Söylenip dursa da kızıp bağırsa da netice de baba, gölgesi bile yetiyor insana.
Bir süre sessizce bekledim. Parmaklarımı sesli sesli çıtlatmaya başlayınca doktor, not aldığı defteri bir köşeye bırakıp “E duydun babanı, söyleyecek sözün yok mu?” dedi. Utandım. Biraz sessiz kaldım. Sonra “Var da sözümü anlayan olur mu bilmem,” dedim. Bunu söylerken hâlâ sırıtıyordum. Ama dedim ya elimde değil. Doktor, dudaklarını zorla açarak biraz tebessüm etmeye çalıştı. Ben, bu tebessümü aslında çok iyi bilirim. Kibarca bana, “Başka ortamda olsak senin…” Neyse onun ağzından çıkmayanı şimdi ben tamamlamayayım. “Sen hele bir anlat söz gelir sahibini bulur,” deyip şefkatle(!) yüzüme baktı.
“Ben, neden insanların beni görmek istedikleri gibi olmak zorundayım?”
“Kusura bakma. Aldığım notlara gözüm kaçtı. Anlayamadım. Bir daha söyler misin?”
“Ben diyorum.” Bu sırada sesimi biraz daha yükselttim. “Bir insanın normal sayılması için herkesin onay vermesi mi gerekir? Örneğin; elmaya biz tamam sen elmasın demesek elma, elma olmuyor mu? Biri çıkıp senin tadını beğenmedim sen olsa olsa limon olursun dese elma, limona mı dönüşür? Yani demem o ki var olmak için, değer görmek için neden birilerine muhtacım. Koşumuz Veli amca, babama senin oğlun adam olmaz dediğinde, cami cemaati, bana zındık dediğinde, evlenme çağında kızı olan Ayşe teyze, bin tane kızım olsa bir tanesini bu serseriye vermem dediğinde, ben değersiz mi oluyorum? Belki ben, onların anlayamayacağı kadar değerliyim. Sözgelimi altın değerini bilmeyen birinin eline düştüğünde değerinden bir şey kaybeder mi? Belki de onların değişmesi gerekiyor. Belki de tuhaf olan onlar. De mi yani?
Şu dayak olayı mesela; anlamadan dinlemeden bir güzel beni dövdüler, üstüne suçlu ben oldum. Yanımdaki yaşlı amca, ‘Rahmetli çok iyi biriydi. Pisipisine gitti,’ deyince ‘Nasıl öldü amca?’ dedim. O da belinden tabancasını çıkardı. ‘Bunun ortağı Kadir, biraz mal olur. Dün silahını böyle almış eline, bir yakınının yanlışlıkla nasıl vurulduğunu gösterirken bunu vurmuş. Rahmetli de oracıkta ölmüş,’ dedi. Bunu söylerken amcanın elindeki silah aniden patladı ve amca kendini ayağından vurdu. Ben de ne yalan söyleyeyim dayanamadım birazcık güldüm. Şimdi söyle Allah’ını seversen doktor bey, sen olsan gülmez miydin?
Dur bak, cami olayını da anlatayım. Bu yaşıma gelinceye kadar babam, beni yanına çağırıp bir kere dini bir şey anlatmadı. Bayram namazlarına bile benden ayrı gitti. Yazın çocukların gittiği camideki kurslara da hiç gidemedim. O dönemlerde de dükkâna alıp beni yanında çalıştırdı. Ne dua bilirim ne namaz. Geçenlerde ne hikmetse ‘Hadi kalk camiye gidiyoruz, Ali amcanın cenazesi var sen de gel,’ dedi. Bu arada kesin anam zorlamıştır. Yoksa babam benimle cennete bile gelmez. Neyse konuyu dağıtmayayım. Camiye gittik. Dışarıda saf tutuldu. Ben de geçtim bir sıraya. İmam, ‘Rahmetliyi nasıl bilirdiniz?’ diye sorunca ben de yüksek sesle ‘Biraz garip bir adamdı, azıcık da sinirliydi,’ dedim. Koca koca adamlar küfür edip beni oradan kovdular. Söyle şimdi doktor bey, suçlu ben miyim? Ben, gerçekten soru soruluyor zannettim. Babamı gururlandırmak için de kibar kibar konuştum. Hani kalabalık bir ortamda konuşunca benimle övünür diye düşündüm. Ben nereden bileyim bu soruya herkesin bir ağızdan iyi bilirdik diye cevap verdiğini. Hem yine belki anlamsız bir soru olacak ama ya ölen kişi iyi değilse?
Neyse fazla uzattım biliyorum ama şimdi cevap vermezsem yine suçlu ben olurum. İş olayını da anlatayım da eksik kalmasın. Babam bir tane zayıfım var diye onuncu sınıfta beni okuldan aldı. Zayıf dersim de resim. O da nasıl zayıf düştü biliyor musun? Babam öğretmenin istediği malzemeleri almadı. Öğretmen de ders olsun diye beni sınıfta bıraktı. Şimdi bunların ayrıntısına hiç girmeyeyim ortam müsait değil. Babam, beni okuldan alınca mahalledeki neredeyse bütün ustaların yanına çırak olarak verdi. Yemin ederim hepsinden de onun yüzünden kovuldum. Örneğin en son kovulduğum iş olan berber çıraklığından nasıl kovulduğumu anlatayım da siz karar verin.
Ustam biraz yaşlıydı. Biraz da cimri. Biraz demeyeyim yalan olmasın şimdi, bildiğin varyemez. Gittiğimiz ilk gün ‘İşi öğrenene kadar oğluna para vermem,’ dedi. Babam da ayıplı malmışım gibi ‘Tamam ustam, sen nasıl istersen, eti de kemiği de senin,’ deyip beni orada bırakıp koşar adım dükkândan uzaklaştı. İnanır mısınız ilk gün açlıktan midem sırtıma yapıştı. Akşamı zor ettim. Akşam eve gidip olanı biteni olduğu gibi anlattım. Ben bu işe gitmem diyecektim ki babam, ‘Adam, senin aç olduğunu nerden bilsin, ağlamayana kimse ekmek vermez,’ deyip beni susturdu. Neyse deyip işe gitmeye devam ettim. Ama iş yeri biraz uzakta, mecburen dolmuşa biniyorum. Babam da mecburen bana her gün beş lira dolmuş parası veriyor. İnanır mısınız o beş lirayı verirken bile babamın elleri titriyordu. Ben, masraf olmasın diye öğle yemeklerini bile evden götürürken adam beş liranın hesabını yapıyordu. Tabii bu durum fazla uzun sürmedi. On on beş gün sonra babam, ‘Ben sana her gün böyle para veremem. Bana mı çalışıyorsun? Uyanık ol kendi paranı kendin kazan,’ dedi. ‘Nasıl olacak o iş?’ dedim. ‘Gelen müşteriye yapış, bahşiş almadan bırakma,’ dedi. Ben de dediğini birebir yaptım. Sonuç ortada… Şimdi sen söyle doktor bey, ben mi suçluyum yoksa babam mı? Vallahi ben çıkayım o içeri girsin. O düzelince benim hiçbir şeyim kalmaz.”
Doktor bıyık altından hafifçe gülümsedi. Aha bu da bizden, kafa dengi bir adam dedim. İyice rahatladım. O rahatlıkla “Canını yediğim bir çay söylesene,” dedim. Doktor, birden ciddileşti. Kolundaki saate baktı. “Süremiz bitti. Bir dahaki seansa devam edelim,” dedi ve beni odadan dışarı çıkardı. “Şimdi ne oldu iyileştim mi?” dedim, cevap bile vermedi. Vallahi iyi iş, ben de mi psikiyatrist olsam? Hiç olmasa psikolog olsam. Olmadı psiko olsam, pisik olsam, pis olsam... Adam oturduğu yerden para kazanıyor, oh ne âlâ.
Odadan dışarı çıkınca babam koşarak yanıma geldi. Dikkatlice yüzüme baktı. “Lan oğlum, beş yüz lira para verdim iyileştin mi? İyileşmezsen seni öldürürüm,” dedi. Babam, böyle tatlı konuşunca dayanamayıp kahkaha atmaya başladım. O da yüzüme tükürdü.
Eve gidelim bak yine suçlu ben olacağım. Neyse anam şimdi durduk yere üzülmesin, bir dahaki seansa hiçbir şeyim kalmayacak diyeyim de garibim biraz mutlu olsun.
Ramazan Kayaoğlu
Demokritos’un kahkahasını bir kez işiten, kulak çınlaması hastalığına yakalanmış gibi sürekli onunla yaşar.