Sabah
Hariciyeden emekli Mithat Canper, her sabah olduğu gibi saat tam yedide Prag’ın ara sokaklarında bir bit pazarından satın aldığı çalar saatin zırıltısıyla uyandı. Saraybosna’da geçirdiği cehennemi aratmayan üç ay olmasaydı bu ses kendisine ilkokul yıllarında dersten azat edildiğini haber veren teneffüs zilini hatırlatabilirdi. Ancak Sırp kuşatmasının ilk aylarında şehirde sıkışıp kalan bu hariciyeci için çalar saatin sesi okulu değil sirenlerin duyulduğu hava bombardımanlarını çağrıştırırdı. Uyandıktan sonra bir süre tavanı izledi. Bordo lacivert pijama takımının üstüne gül kurusu robdöşambrını geçirip yatağını topladı. Siyasaldaki öğrencilik yıllarından süregelen alışkanlıkla ilk iş tıraş oldu. Mutfağa geçti. Kâsenin içine tepeleme doldurulmuş yulaf ezmesi, muz, süt ve tarçından müteşekkil kahvaltısını renklendirmek için biraz da Hindistan cevizi ekledi. Basit görünen bu ayrıntı, otuz yedi senelik hizmeti boyunca nasıl yiyeceğinden nasıl giyineceğine, nasıl konuşacağından nasıl susacağına her konuda kurallara tabi olan bu adam için pek de önemsiz değildi. Emeklilik ikramiyesiyle aldığı bu evde eşiyle mutlu mesut yaşayacağını uman Mithat Bey, Semra Hanım’ın tutulduğu kanser illetine daha fazla direnemeyip aile kabristanında kendisine ayrılan toprak parçasını mesken tutmasıyla korka korka da olsa yaşamını sıkıştırdığı kalıbı sorgulamaya başlamıştı. Bu sorgulamanın sonu bazı alışkanlıkları değiştirmeye kadar varıyordu son zamanlarda. Söz gelimi kitaplıktan seçip birkaç sayfa göz gezdirdiği bir romanı ilgisini kaybedince eski yerine koymuyor, sehpada bırakıyordu. Bir başka sefer de her gece atmayı alışkanlık haline getirdiği çöp poşetini birkaç gün balkonda tuttuktan sonra konteynıra götürme cesaretini göstermişti. Hatta ve hatta elçilikteki bir davette garsonun bir anlık dalgınlığıyla sol taraftan yapılan su servisinde bile çileden çıkan bu zat, su bardağında şarap içmeye kadar ileri götürmüştü işi.
Sabah onda başlamayı adet edindiği sahil yürüyüşüne altı dakika gecikmeyle çıkabildi. Bir yandan mayıs ayının rahatsız etmekle etmemek arasında kararsız kalan güneşinin tenini ısıtışıyla gevşerken diğer yandan sahildeki kayalara vuran dalgalardan yayılan tuzla karışık nem kokusunu ciğerlerine çekiyordu. Yürüyüşü ve sporu diğer pek çok hariciyeci gibi severdi. Yıllarca tenis oynamıştı. Siyasaldaki öğrenci arkadaşlarından Sovyetlerin spor ataşelerine kadar pek çok isimle maç yapma şansına erişmiş bu zat, spor yaparken geçirdiği en keyifli dakikaları üç sene önce kaybettiği Semra Hanım’la duvar tenisi oynarken deneyimlemişti. Bazı bazı iş ve sosyal yaşamında olduğu gibi hırsına yenik düşüp zevcesini zorlayan Mithat Bey, Semra Hanım’ın nefes nefese kaldığını fark ettiği anda vites düşürür, birkaç büyük hata yaparak maçın hanımefendinin lehine sonuçlanmasını sağlardı. Çerkez göçmeni Semra Hanım’ın güldüğünde adeta birer çizgi halini alan ela gözlerinin hayali uzaklardan geçen bir vapurun kornasıyla dağıldı. İlk bulduğu aralıktan Moda’nın içlerine doğru yürüyüp kilisesinin karşısındaki kafeye oturdu. Yürüyüşü her zaman olduğu gibi limonlu sodayla noktalamayı planlasa da iki masa ileride annesinin karşısına oturmuş elindeki kolayı keyifle içen gürbüz çocuğu görünce karar değiştirdi. Buz gibi bir kola sipariş edip haberleri cep telefonundan okumaya başladı.
Akşam
Öğrencilik yıllarından beri akşam yemeğini hafif bir şeylerle geçiştirmeyi huy edinmiş Mithat Canper’in en sevdiği yemek merhum zevcesinin yaptığı kabak dolmasıydı. Taze fasulye ve bamyayı da afiyetle yiyen Mithat Bey için bir yemeği lezzetli kılan sebzelerin sotelenme şekli, etin dinlendirilme süresi ya da kullanılan baharatlardan ziyade Semra Hanım’ın elinden çıkmasıydı. Yedi yurtdışı temsilciliğinde bilfiil görev yapıp tatillerinde de kırk bir ülkeyi gezme şansı bulmuştu. Ne Gaskonya’da yediği ördek konfitten ne de Roma’da yediği lazanyadan zevcesinin yemeklerinden aldığı hazzı alamamıştı. Son zamanlarda akşam yemeği için burger ve patates cipsi sipariş etmeyi alışkanlık haline getiren Mithat Bey, patatesleri sarımsaklı mayoneze daldırıp mideye indirirken bir yandan da eşiyle yediği akşam yemeklerini zihin sarayından çıkartıp hülyalara dalıyordu. Yemekten sonra ortalığı toparladı, üzerine rahat bir şeyler giyip televizyonun karşısına kuruldu. Gittiği ülkenin dilini ana diliymişçesine konuşamayanların Ankara’da çalışmaya mahkûm edildiği Hariciye zamanlarını yaşamıştı. Bırakın ikinci bir dili, İngilizce bile konuşamayan şahısların iltimasla büyükelçiliklere atandığı yönündeki haberleri elemle izledi. Ajans bittiğinde çoğu zaman yaptığının aksine televizyonu kapatmadı. Kanallara göz atarken zengin adamın fakir kızı işe almasıyla gelişen ilişkiler sarmalını konu eden saçma bir mayıs dizisine takıldı. Dizi bittiğinde çalışma odasındaki ahşap masanın başına geçti. Banker tipi yeşil masa lambasını yakıp önüne aldığı kâğıdın üzerini harflerle doldurmaya başladı.
Güven Mektubu
Uyandıktan sonra banyoya yönelen Mithat Bey, tıraşını bitirip yatak odasına yollandı. En beğendiği takım elbisenin, Semra Hanım seçmişti, üzerine tam oturduğunu görmek keyfini yerine getirdi. Siyah takım, beyaz gömlek ve kırmızı puantiyeli kravatıyla konsolosluk davetlerinde boy gösterdiği yılları aratmıyordu. Sokağa çıktığında Mayıs güneşine çıplak gözle savaş açamayacağını anlayıp güneş gözlüklerini taktı. Kaldırım kenarındaki arabalardan birinin yanından geçerken camdaki yansımasına baktı. Mithat, dedi içinden, Semra’yı tavladığın günkü gibisin. Zihninden kopup gelen iltifatlar keyfini arttırdı. Yol üzerindeki çiçekçiye girip bir demet papatya aldı. Saati kontrol etti. Randevuya az kalmıştı. Taksi çağırıp gideceği yeri söyledi. Bir yandan randevu için heyecanlanıyor, bir yandan da İstanbul’da taksi bulabilen şanslı azınlıktan olduğu için şükrediyordu. Taksi gelmese hali ne olurdu? Böyle bir günde randevuya geç kalmak düşüncesi bile korkunç. Gülsuyu mezarlığının girişinde taksiden indi. Yokuşu tırmanırken altında yatan binlerce ölüye inat bağrından yaşam fışkıran toprağa takıldı gözleri. Baharın tüm güzelliğiyle sere serpe toprağa saçıldığı bu sıcak mayıs gününde, yol kenarını dolduran çiçeklerin üzerinde uçuşan arılar ve kelebekleri izledi.
Kabristanın başına geldiğinde ceketinin düğmesini ilikledi. Üzerinde Canper Ailesi yazan gri mermerde gezdirdi ellerini. Koyun koyuna iki mezar yeri. Sol taraf Semra Canper’in, sağdaki boş. Birkaç saniyeliğine mezar taşına kendi isminin ne zaman kazınacağı üzerine düşündüyse de sebebi ölüm kaygısından ziyade içindeki boşluğun hiçliğe kavuşacağı güne duyduğu özlemdendi. Keşke diye geçirdi içinden, bir gün buluşabileceğimiz fikrine kendimi inandırabilseydim. Keşke, ölümün bir son değil başlangıç olduğu üzerine inşa edilen o bin bir inanç sistemi ve öğretiden birine gönül verseydim. Gözlerine birkaç damla yaş yürüdü, takım elbisenin göğüs cebindeki mendille sildi. Ayakta durmakta zorlanır gibi oldu, Semra Hanım’ın yanına oturdu. Elleri titredi, kalp atışı hızlandı. Sakinleşmek için derin derin nefes aldı. Semra Hanım’ın toprağını okşarken “Zamanın göreliliğine inanırdım da aynı gezegende yavaşlayabileceğine ihtimal vermezdim,” dedi. Karşılık bekler gibi baktı bir süre mezar taşına. Neden sonra ayağa kalkıp iç cebindeki mektubu toprağın üzerine koydu. “Güven mektubum,” dedi yüzüne kocaman bir gülümseme yayılırken “Kabul buyurursanız yanınıza gelme niyetindeyim.”
Saim Serhat Arslan
תגובות