Sabahın ilk ışıkları Leylâ’nın elinden kayıp düşmek üzere olan Lilith’i aydınlatırken, yemekçinin kapıları tıklattığı alyansının sesi uzun koridorda çınlıyordu. Leylâ, bacağı çivili Pınar ve refakatçisi Nilgün’le servisin sonunda, devasa penceresi şehrin en işlek caddesini gören, vızır vızır geçen arabaları, kaldırıma serpiştirilmiş leke gibi duran ağaçları, köşe başlarındaki muhtelif dükkânlara gireni çıkanı izleyebildiği aydınlık bir odadaydı. Gürültüyle açılan kapıya kadının buyurgan sesi karışınca ilk uyanan Nilgün oldu. Hızlıca toparlandı. Üzerine hırkasını geçirip terliklerini giydiği gibi haftalardır dökmeden taşımaya alıştığı köpük tabldotların içindeki kahvaltıyı becerikli elleriyle masaya getirdi. Leylâ uyanmış, elinden düşmek üzere olan resmi, başucundaki etajere yerleştirmiş sağlam koluyla pencereyi açmıştı. Nilgün, Pınar’ı yatakta doğrultup elini yüzünü yıkamasına yardım ederken Leylâ göz ucuyla onları seyrediyordu. Geçen gece buz vakti geldiğinde saatin sesine sıçrayarak kalkınca iki kadını el ele uykuda görmüş, kıpkırmızı olmuştu. Hüseyin de düğün gecesi ellerini aynı o biçimde kavramış, iki gün boyunca bilekleri tatlı tatlı sızlamıştı. İçi bir hoş oldu, sırtını bildik bir kaşıntı aldı. Onu son gördüğü gün Leylâ’yı yerden kaldırmak için davrandığında da aynısı olmuştu. Öğle yemeğini bir lokmada yutup akşam menüsünü emretmiş, gevreye gevreye mutfaktan çıkmak üzereydi ki ahşap zemini çatırdatan bir gürültüyle neye uğradığını şaşırıp gerisin geri dönmüştü. Ortalarında, Hüseyin’in ilk göz ağrısı bir ayağı kısa maun tabure, boylu boyunca uzanmış Leylâ’ya bakıp “Senin derdin ne kadın, o kadar sağlam sandalye varken bunun tepesinde işin neydi, yıllardır başımın etini yememiş gibi götür şunu dükkâna,” diye dişlerini sıka sıka söylenmişti. Leylâ’nın üstte kalmış sağlam kolundan tutup yavaşça aşağı inmiş, bileğini aynı yıllar önceki gibi sıkıca kavramıştı. Hüseyin onu yerden kaldırmaya çalışırken köpürüp kabardıkça, “yandık, mahvolduk, çocuklar perişan kalacak,” diye dövünüp sızlandıkça Leylâ ferahlamış, kuş gibi hafiflemiş, kocasına belli etmeden içine doğru iki kere kikirdemişti bile.
İlçe hastanesindeki röntgen cihazı bozuk çıkınca ellerine tutuşturulan sevk kâğıdıyla merkez devlet hastanesine geldiler. Leylâ’nın humerusunun omuz başından parçalı kırıldığını duyan Hüseyin, doktora ters ters baktı. Karısını sağlam kolundan tuttu, kendi etrafında iki tur döndürüp alçılı kolda humerusu aradı. Bulamayınca vazgeçti. Kocası durulunca, Leylâ asistan doktoru pür dikkat dinledi. Zift gibi filmde kırmızı kalemle işaretlenmiş humerusla klavikulanın birleştiği yerdeki üçgen kırığı kızılgerdanın boynuna benzetti. Çok sevindi. Karısının ameliyat olmadan eski hâline dönemeyeceğini iyice anlayan Hüseyin, Leylâ’yı yatacağı odaya bırakıp çaresiz eve döndü. Leylâ odaya girer girmez gözünü kar beyazı çarşaflar aldı. Bakakaldı. Koskoca hastanede bunca çarşafı, pikeyi, yastık kılıflarını yıkayacak dev gibi çamaşır makineleri hayâl etti. Kirlileri içine koyup düğmesine basabilmek için Hüseyin’in yaptığı çatıya kadar yükselen merdivenlerden yakıştırdı. Yatağına geçip de odada yalnız olmadığını görünce ilk kez kolunun sızısını duydu. Nilgün’ün getirdiği geçmiş olsun kahvesini içerken Pınar’ın çivili bacağındaki narçiçeği tırnaklarına bakıp acısını unuttu. “Şekerim” demişti Nilgün, “Ameliyat gününe kadar kendini oyalamaya bak, yoksa zaman geçmez burada.” Yatak başındaki kapağı açık kalmış dolaptan bir düzine kitap, rengârenk tırnak boyaları, çiçek desenli fincanlar görünüyordu. Leylâ, Lilith’le o günün akşamında tanıştı.
Kahve yapıp Pınar’ı dolaşmaya çıkarmadığı zamanlarda mırıl mırıl durmadan okuyan Nilgün, Leylâ’nın, elindeki kitabın kapağındaki resme büyülenmiş gibi kıpırtısız baktığını görünce; anlattı. Meğer bu Liylit ana, Havva anamızdan çok önce varmış da Âdem babamızın ilk helâliymiş. Âdem baba onu kendinden aşağı görüp tartaklayınca Liylit ana söylenmesi yasak olan sözleri söyleyip cennetten çıkıvermiş. O günden sonra da ne af dilemiş ne cenneti özlemişmiş. Leylâ, Âdem babanın yaptığı şeyi ona hiç yakıştıramadı. “Yazıklar olsun,” dedi içinden. İçli kadınmış Liylit ana da ezdirmemiş kendini, diye düşündü şöyle bir güzel yaslanırken yatağa, keyiflendi. Ama yine de bir şüphe düştü içine ilk ananın Lilith olduğunu duyunca, Nilgün’le Pınar’a pek inanası gelmedi. Ertesi günün akşamına kadar hiç konuşmadı onlarla, kendiyle eğlendiklerini sandı, küstü. Bir yandan da Lilith’in giderken söylediği sözler neydi, içini kemirdi durdu, düşündükçe bulamadı, bulamadıkça şüphesi arttı. Onlara kinlenip iyice düşman bellediği bir anda Nilgün, kitabın kapağındaki kızıl saçlı pamuk gibi beyaz tenli, etine dolgun, memeleri diri, yarı çıplak Liylit anayı muntazam kesip de kendisine verince her şey tatlıya bağlanıverdi. Leylâ’nın akça pakça tenine, kınalı saçlarına bakıp “Sana benziyor sanki” dedi. Leylâ o gece iki yanda sıkıca düğümlenmiş beliklerini çözdü, bir elinde Lilith, uzun saçlarını dümdüz edene kadar taradı. Tarandıkça azaldı. Ne Hüseyin kaldı ne gitgide babalarına benzeyen, onun gibi boyun büken, omuz düşüren “yemek” diye onun sesiyle bağıran, homurdayan, kocasının eksik kalası çocukluğunu da önüne seren, yıkan, dağıtan, bozan, bir Hüseyin’i on eden, çoğalttıkça çoğaltan etyiyici çocuklar kaldı. Azaldıkça gönendi. Sırtından tatlı bir uyuşma kırık kolundan tüm vücuduna yayıldı, hafifledi. Hastane odasında geçirdiği o günden bu zamana kadar Lilith’i elinden düşürmedi ama içine de güçlü bir merak kök saldı. Liylit anaya cennetin kapısını açtıran gizli sözler ne olabilirdi? Bildiği bütün duaları içinden okudu. Çocukluğunun geçtiği köyde yazları gittiği camiinin hocası Köse Emin’den öğrendiği ilmihal bilgilerini hatırlamaya çalıştı. Her şey yarım yamalaktı. Arada tekrar etseydi o kadar bilgi unutulup gitmezdi. Kendine kızdı kızmasına da bir yandan dilinin ucundaki o kayıp sözleri hatırlamaya çalışmak hoşuna gitti. Önceden duyduğuna emindi. Köylerinde yeni doğan kız çocuklarını annesinin koynuna vermeden önce ebe kadınların kulaklarına uzun uzun fısıldadığı şeyler Liylit ananın sözlerinden başkası olamazdı. Değilse Nilgün bir sır gibi söylerdi, hâlbuki herkesin doğar doğmaz bellediği şeyler gibi anlatmış, hiç üstünde durmamıştı. Ayıplarlardı, soramadı. Duaya, geçmişe gömüldü.
Bir gözü çivili bacak Pınar’ın yumurtasını soyan Nilgün’de, bir gözü âhu bakışlı Lilith’te, soğumaya başlamış çayını yudumlarken odadaki çarşaflardan kat be kat beyaz önlükleriyle doktor ordusu vizite geldi. Kendi aralarında, Hüseyin’in bir türlü bulamadığı humerustan konuştuktan sonra ameliyat gününü bildirdiler. Bu gece yarısından sonra aç kalacaktı ki yarın ameliyata alabilsinler. Buz uygulamaya devam etsin ki şişlik, ağrı olmasın.
“Jeli, yirmi dakikadan fazla tutmuyorsun di mi kızım?”
“…”
“Merak etmeyin hocam dikkat ediyor, ilaçlarını da düzenli içti.”
Leylâ başı önünde, yanakları al al, elindeki karton bardağı iyice büktü. Çay da buz gibi oldu zaten, içmese de olur. Yarın ameliyat, üç gün de sonra yatsa dört, bilemedin beş gün. İçine bir düğüm atıldı. Dantelalı mutfak dolap örtüleri, bakır tencerede saatlerce pişirdiği yemekler, Hüseyin’in, teriyle talaş tozuna karışmış rengi kahverengiye çalan yaka kirleri, horoz sesli çocuklarının bağrışmaları, aniden taşan süt tencereleri, az tatlı çilek reçelleri, çamaşır suyu kokan banyo fayansları hep birden içine birikti. Kırık kolu taş kesildi, öyle ağırlaştı, gövdesi yana yattı, içi geçti.
Nilgün’ün tığ gibi Pınar’ı tek başına kucaklayıp tekerlekli sandalyeye koyduğu sırada çivili bacağın metal pedala çarpmasına uyandı. Nilgün, baklava dilim, yavruağzı şalı hastanın dizlerine güzelce örttü. “Biz dolaşmaya çıkıyoruz şekerim,” dedi, “Dönünce damla sakızlı kahve yapacağım, içeriz.” Havanın kararmasına daha vardı. Rüyasında çocukluğunun geçtiği köyde gelincik tarlasında tek başına seke seke dolaşmıştı. Biri ardından seslendi, döndü, baktı Lilith’ti. Yüzü Leylâ’ya değil karşıdaki dağlara dönüktü. Ona söylüyor ama dağlara bakıyordu. Ses netleştiği anda uyanıvermişti. Yavaşça kalktı. Odanın kapısını kilitledi. Geniş pencereleri sonuna kadar açtı. Kırık kolundan omzuna uç veren bir kabarıklık hissetti. Tüm sırtına yayıldı. Büyüdü büyüdü... Yatak çarşaflarından daha beyaz bir çift kanat tüm odayı kapladı, çiçek desenli fincanları devirdi, tepedeki floresanı parçaladı. Leylâ geniş pencereden aşağıya, akıp giden arabalara, koşuşturan insanlara değil, yukarıya, bulutlarla kaplı engin gökyüzüne baktı. Pencerenin pervazına çıkarken Lilith’in kayıp sözlerini içinden üç kere tekrar etti. Sevincinden kikirdedi. Görkemli gövdesini yavaşça kıpırdattı, kimselerin duyamayacağı kadar sessiz, büyük bir kanat çırptı.
Saliha Samanlı
Comments