Anneme…
Dolaba uzanıp kahve kavanozunu eline aldığı sırada, kapağını açmasıyla birden elinden kaydı ve nasıl olduğunu anlayamadan bir anda, tüm mutfak zemini kavanozdan saçılan kahveye bulandı. Önce bir süre ne yapacağını bilemeyerek öyle kaldı, ardından toprağın derinliklerinde kaynayıp sarsılmaya başlayan bir zelzele gibi derinden titremeye başladı. Olduğu yere çöküp, önce sessiz sessiz, sonra bağır çağır ağlamaya başladı. Saat henüz sabahın altısı: Bazen, bazı şeylerin zamanı olmaz.
Bazen, büyük bir patlama için büyük şeyler gerekmez. Bazen, çok küçük bir şey kocaman hadiselere sebebiyet verebilir; neticede kocaman evi yakıp küle çeviren de serçe parmağından küçük bir kibrit çöpüdür.
Kahve, koyu kahverengi bir kum topluluğu gibi, mutfağın ve halının her yerine dağıldı. Bu dağılışta, kırk yıllık bir birikimin kalabalığı vardı. Hem ağlıyor hem elleriyle halının üzerini yumrukluyordu. Vurdukça eli yüzü kahve oldu; kahve tanecikleri halı zemininin derinliklerinde kendine bir yer bulup saklandı.
Bazen bazı şeyler, siz dokundukça çoğalır. Bazen bazı dökülmeler, yaranıza tuz basar.
Yağmur ağladıkça rahatlayacağı yerde, daha da hiddetle ağlamanın şiddetini artırıyor, kırk yıldır yağmur yağmamış kurak bir köyün tüm ahalisinin yağmur duasına geç bir cevabı gibi, dolu dizgin yağdırıyordu yağmurlarını. Bir zaman sonra, cenin pozisyonunda halının üzerine yatıp iyice kahveye bulandı. Hiçbir şey umurunda değildi; ağlıyor, bağırıyor, feryat etmeye devam ediyordu.
Bazen, göğü delercesine yağan yağmurun uğursuz olduğunu bilir ama hiçbir şekilde durduramazsınız. Bazen, olması gereken her şey olur; bir kıvılcım düşer, bir rüzgâr eser, bir kavanoz yere düşüp saçılır, bir bebek doğar, bir yaprak ağacının dalından sıyırır kendini. Öyle heybetli şeyler olması gerekmez: Ufaktır adımları kasırgaların.
Sezin, kaç zaman geçtiğinden habersiz, cenin pozisyonunda ve bu saçılan kahve dağınıklığının ortasında, öylece ağlamaya devam ediyordu. Bir zaman sonra, biraz teskin olup kalktığında şiddetli bir baş ağrısı ve dönmesiyle beraber önce bir müddet etrafa, sonra da ellerine baktı; minicik partiküllü kahve zerrecikleri, avuç içlerinin tüm hatları ve çizgilerine dolmuştu. Saat, neredeyse yediye gelmek üzereydi: İnsanlar için gün başlangıcı ve taze günaydınların yankılandığı sıradan bir sabah.
Bazen, gün herkes için aynı başlamaz; daha başladığı gibi yine geceye koşup kararır. Bazı şeyler zamansızdır bazen.
Aniden derin bir öfke ve kararlılıkla odasına koştu. Gardırobundaki tüm kıyafetleri, dolabın üzerinden indirdiği boş bavulların içine gelişigüzel tıkıştırmaya başladı. Katlamaya ne gerek vardı? Şimdiye kadar tertemiz tuttuğu evin, düzgünce ütüleyip katlanmış kıyafetlerin ne hayrını görmüştü ki? Dağılacaktı bundan sonra o da o her yere saçılmakta bir sakınca görmeyen kahve kavanozu gibi. Gözünün gördüğü ne varsa, bavula atıyordu.
Bazen, bazı şeylere o an karar verilmez; o karar, evvelinden verilmiş ve sinsice, unutulup ertelenmek üzere içimizde bir yerlere gizlenmiştir. Ama bir şeyi ne kadar bastırırsanız, iki misli bir basınçla kendini oradan kusar; ister düzgünce katlayın, isterseniz de öylece dağınık bir şekilde bastırın. Bastırılan ve içe itilen ne varsa, kocaman ve dağınık bir karmaşayla, nefes nefese kendini dışarı atar. Bu, canın son havlidir.
Duşa girip uzun uzun yıkandı. Sıcak su biraz iyi gelmişti ama hala titriyordu. Çıkınca bir sigara yaktı, kırk yıldır sigara içilmemişti bu evde; perdeler ve eşyalar kokmasın, temiz kalsın her şey diye. Artık umurunda bile değildi, her yer kokarsa koksun, batarsa batsındı. Sigaranın külü uzadıkça yere düştü. Düştükçe, aldığı o vahşi tadın rengi koyulaştı. Dumanını savurarak odalarda gezdi, etrafa baktı, izmariti yere atıp ayağıyla ezdikten sonra bir yenisini yakıp, parmaklarının arasına tutuşturdu.
Kırk yıllık mis gibi ev, kırk dakikada yerle yeksan olur bazen. Bebek de bir annenin karnında aylarca kalır ama kendini o küçücük yerden dışarı atıp dünyayla buluşması da epi topu kırk dakika kadardır. Bazen, bazı bekleyişlerin karşılığı kısadır.
İkinci sigarasını da bitirip başka bir odanın halısında ezdikten sonra, bavuluna koymadığı birkaç kıyafetten birini seçip üzerine giydi. Saçlarından hala sular damlıyordu. Yarım kalan bir ağlamanın devamını devralmıştı ıslak saçları. Çantasını kaptığı gibi evden dışarı atmak üzere kendini, kapıya yöneldi. Sonra ani bir hareketle mutfağa gitti, yerdeki saçılmış kahve deryasına baktı ve içini gördü; saçılmış, dağılmış, temizlemeye çalıştıkça daha da kararmış.
Bazen, bir kararı o an vermezsiniz. O karar, kahve gibi uzun bir zaman demlenir içinizde. Bazen, büyük tufanlar için büyük devinimlere gerek yoktur; bir bardak kırılır, mutfakta sabun bitmiştir, pişirdiğiniz yemeğin dibi tutmuştur, kuaför saçınızı güzel kesememiştir. Bazen tutunmaya çalıştığınız tüm o şey, koskoca bir selin önündeki cılız bir ağaç dalıdır sadece. Bazen bardağı taşıran o son damla, o bardağın alabildiğinden fazlasını yüklenip taşır. Velhasıl en sonunda bardak da kırılır, bardağı tutan da.
Kırk yıl geçirdiği eve son kez baktı. Her hafta dolup boşalan yerdeki o kavanoza çevirdi yüzünü; miadı dolmuştu demek ki, emekliliğini istemişti o da sonunda. Vitrindeki tek bir çerçeve içinde duran gençlik fotoğrafına baktı son kez. Gelinlikten hallice beyaz, ince bir elbise. Yanında gülümseyen kocası. Yeni başlayan bir evliliğin taze anısı. Elinde tuttuğu, rengi solmuş gelin çiçeği. Kırk yıl boyunca yaşayacaklarından habersiz, iki yeni evli ve umutlu yüz. Alyansını çıkarıp odanın kör bir noktasına fırlattı. Artık bu esaretten bugün kurtulacaktı; evet hem de kırk yıl sonra, hem de altmışıncı yaş gününde, hem de çoluğu çocuğu evlendirmiş ve yaşlılığa doğru evrilirken ve evi de kırık dökerek hem de! Aşağılanıp hırpalandığı, hor görüldüğü, bir hizmetçi gibi hissettiği bu evden de bu evlilikten de azat ediyordu kendini. Hem de dünya, sabahın köründe bir fincan kahveyi ondan esirgediğinde, hem de yeni boyatmış olmasına rağmen nankörce ve cömertçe yeniden hızla beyazlayan saçlarına rağmen.
Bazen, dünya size hiçbir şey vermez zannederken aslında bir adım atmanız için sizi yüreklendiren öfkeli bir baba gibi damarınıza basar. Bazen bir şeyler verilmesini beklemek yerine, hakkınız olanı söke söke kendiniz almanız gerekir. Dünyanın yazılmamış kanunları, bazen altmış yaşında da öğrenilebilir.
Mutfak halısının üzerine dökülmüş kahveye tekrar baktı; bu kahvenin, kırk yıldan fazla hatırı vardı; bu evde ondan sonra yaşayacak herkese fazla fazla yetecek bir hatır, bir sürü kahır ve düzenli tutulmaya çalışılmış koca bir dağınıklık…
Yerdeki izmaritleri, duvar köşesine korkarak sinmiş alyansı, kahve zerreciklerini, ıslak ayaklarının bıraktığı yerdeki izleri, bavula koymayı unuttuğu birkaç kıyafeti olduğu gibi bırakıp, kapıdan bir anda çıktı. Bugün, nereye olduğunu bilmediği bir yere giderek ve yeni bir hayata başlayarak yeni yaşını kutlayacaktı: İyi ki doğdun Sezin!
Bazen, yeni yaş süslü püslü pastalarla gelmez; dökülüp saçılan şeylerle, büyük ağlamalarla, ileri bir yaşla, biten bir evlilikle, özensiz yapılmış bir bavulla, içilememiş bir kahvenin kırk yıllık hatırıyla gelir. Bazen, sıktığınız yumruklarınız tırnak izlerinizle kanar, kanar, kanar ve sonunda sarılıp iyileştirilmeye ihtiyaç duyar. Tüm yaralar görülmeyi ister, ne kadar gizlenirse gizlensin.
Bazen bazı kararlar, zannedildiğinin aksine gece değil, sabahın kör vaktinde alınır. Bazen yeni bir günün güneşi, kararlılıktır.
Bazen, içilecek son kahve için yeni kavanozlara, yeni hayatlara, yeni evlere gerek vardır. Hayali doğum günü pastasının üzerine bir mum kondurup, hayali bir üfleyişle, “Gereğini yapan tüm kadınların bin yıllık hatırına kaldırılsın o kahve fincanları,” diye diledi Sezin. “Kırk yıllık hatır, bin yıllık kahır, ömrümün nişanesi olsun…” Diye devam ettirirken dileğini, elinin tersiyle de saçlarını düzeltti.
Bazen, bir kavanoz yere düşer; bir kadının tüm hayatı etrafa saçılır. Yere düşüp dağılan her şeyden sonra, bir kadın ayaklanır. Bir kadın ayağa kalkar ve gün, bir gül gibi açılır. Goncaya durmuş her gül, bir kadının gülüşüyle güler.
Bazen gitmek, kendi hayatını yeniden yürümektir. Bazen, bazı şeyler çok şeydir. Hatır, kalana kalır. Sezin de o hatırı, yıllarca aşındırdığı o kapının eşiğine zarafetle bıraktı. Muzip bir gülümseme, gamzesine doldu. Merdivenden ilk adımı inmeden önce, ne zaman gerçekleştiğini anımsayamadığı bir diyalog zihnini yokladı; uzun yıllar önce, eşi Kemal’le yaptıkları bir konuşmanın hatırasıydı bu:
“Bu ev bize şans getirecek Sezin, göreceksin. Burada çok mutlu olacağız.”
Bir elini Sezin’in omuzuna atmış, keyifle gülümseyerek yeni aldıkları bu eve bakıyordu.
“Güzel karım bana şu balkonda güzel kahvelerinden içirecek, şu odanın camından da gün doğumunun ilk ışıkları girecek, çok güzel olacak Sezin!”
Sezin, bugün hala ilk tazeliğiyle hatırlıyordu içini gıcıklayan o uğursuz hissi. Kemal’in hevesini kırmamak için susmuş, gülümsemesine ortak olmaya çalışmıştı. Yıllar içinde, sırf Kemal istedi diye aldıkları bu evde yaşayacaklarından bihaber de değildi. Buna ister kadınların his kuvveti ister de içine doğma olayı densindi; biliyordu, olmayacaktı.
Gamzesinde donmuş gülümsemesiyle, fısıldar gibi, kapı eşiğine bıraktığı hatırın yanına son cümlesini de bıraktı:
“Sen burada çok mutlu ol Kemal, ben olamadım. O kahveyi artık kendin pişireceksin, ben başka bir evin balkonundan eşlik edeceğim sana. Her şeye rağmen iyi ki doğmuşum, değil mi?”
Seda Nida Demir
Comments