Allah kabul etsin Olgaç Amca, nasılsın, bir sıkıntı yoktur inşallah? Emaneti -canını kastediyor- yaradanına vermekten başka ne sıkıntım olacak efendi oğlum. Ahh ahh… Hepimizin sıkıntısı amcacım hepimizin. Azrail geldiğinde elimiz boş, gözümüz yaşlı olmayız inşallah. Ne demiş bir büyüğümüz, bir umuttur yaşatan insanı aldım elime sazımı… Ağzın bal yesin evladım. Azrail Aleyhisselam'a canımızı hakkıyla teslim etmekten başka bir sıkıntımız yok bey oğlum.
Azrail lafzı hırsızlık, yankesicilik mesleği ile maruf olan Necmi’nin aklına muhteşem bir oyunbazlık getirdi. Kahvehaneye gitti, buluğ çağındaki çıraktan acilen kendisine bir kâğıt ve kalem tedarik etmesini istedi. Hemen planı üzerine çalışmaya başladı. Metot adamıydı Bomba Necmi.
Birkaç gün sonra
Hacı Olgaç Efendi lavabonun musluğunu iman gücü ile iyice sıktı. Her abdestten sonra dirseklerinden süzülen suyu bir süre seyreder ve suya hitaben şöyle derdi, "Su kardeşim, benim gibi alnı secde-i rahmana değmiş bir müminin abdestinde sarf olunduğun için ne kadar şanslısın. Ya benim iman dolu dirseklerimden süzülmeyip de, her gün domuz yiyip, şarap içen bir keferenin dübüründen süzülseydin, halin nice olurdu, söyle bakalım?”
Hacı Olgaç Efendi bu soru cümlesiyle hitabını bitirir, sudan bir süre cevap bekler, beklediği cevap gelmeyince bu olayın üstünde pek durmaz, kolunu havlu ile kurulardı.
Namaz vaktiydi. Seccadesini sermiş tam namaza duracakken karşısında simsiyah birini gördü. -Bir süredir ölümü bekliyordu ya hani- hemen karşısındakinin Azrail olduğuna kanaat getirdi. Fakat Azrail’in böyle ürkütücü bir şekilde gelmesi onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Bir mümin olarak bunu beklemiyordu. Onca ibadet ve taat, hak katında yok mu sayılmıştı? Hay aksi!
Suratı bembeyaz olan Olgaç Ağa, geri geri gitti ve arkasında duran koltuğa kuru bir yaprak gibi ağır çekimde düştü. Düşerken ağzının açık olduğunu gözünüzde canlandırdığınızı tahmin ediyorum sevgili okur.
Olgaç, birden feryad-ı figan eyledi, ağlamaklı.
“Ya Melek-ül Mevt canımı mı almaya gelmiştiniz?”
“Evet, canını alacağım o yüzden sizli bizli konuşup aramıza mesafe koymaya gerek yok canım.”
“Haşa haşa! Ben saygımdan ötürü böyle bir hitapta bulundum. Ya Melek-ül Mevt ölüm anında senin benim gibi müminlere pek cici, pek şirin, pek tatlı görüneceğini duymuştum.”
Hacı Olgaç Efendi’nin tir tir titrediğini gören Azrail “Korkuyor musun?” diye sordu. Hacı Olgaç Efendi’den bu soru ile birlikte bir feryat koptu.
“Ya Melek-ül Mevt neden böyle ürkütücü geldiniz?”
“Bana hesap sormak senin harcın değil, yine de vereyim cevabı. Sen bir günahkârsın.”
“Hayır, haşa değilim. Allah’tan korkmuyorum günahtan korktuğum kadar.”
“Vay gafil, ruhunu teninden kerpetenle çekeceğim senin, bekle de gör sen.”
“Ne olur bana biraz daha müsaade et, yaşım seksen ama şu canıma doyamadım, günahımı telafi edeyim.”
Necmi biraz düşünür gibi rol kesti, kararsız bir tonda:
”Yani, olur ama karşılığında evdeki tüm paranı alırım.”
Bunu duyan Hacı Olgaç canhıraş bir şekilde koşa koşa yatak odasına gitti. Ne kadar mark, dolar, altın, yakut, gümüş varsa bir torbaya doldurmaya başladı. Necmi ise bu sahneyi zevkle seyrediyordu.
“Yanlış anlama Olgaç Ağa biz melaike taifesinin para pulla işi olmaz, maksat sen nefsini daha iyi terbiye et, masiva perdesini yırt diye alıyorum bu servetini.”
“Tabi al, hepsini al, canımı alma da.”
“Alacağım ama sonra. Bir gün yine geleceğim.”
“Nasıl yani?”
“Kazık çakmayacaksın ya bu dünyaya elbet bir gün gebereceksin. Sen biraz daha gez dolaş bakalım. Gezdir emanetini.”
Hacı Olgaç Efendi servetini bir çuvalın içine koydu ve Azrail’in sırtına yükleyip onu yolcu etti. Biraz daha yaşayacak olmanın coşkusu birkaç saat sürmüştü. Zavallı Olgaç Efendi bir kefen fabrikası açacak kadar parasının gittiğine mi üzülsün, yoksa yaşadığına mı sevinsin bilemedi.
Bir süre sonra yaşadığına sevinmeyi de bıraktı ve ikisine de üzülmeye başladı. Kendi kendine hayıflanıp içinden şöyle geçirdi; Koca Hacı Olgaç tüh senin kalıbına. Yakıştı mı sana yaşlı katır, deyip kendini tokatladı. Azrail karşısında köpekçe duygularla can dilenmeyi kendine yakıştıramamıştı. Birkaç saatlik bir vicdan muhasebesinden sonra yapılması gereken tek bir şey vardı. O da Azrail'den parayı geri almak, yerine canını vermekti.
Fakat Azrail'i bulmak bir meseleydi. Hem bulsa dahi Azrail'in "Satılan mal geri alınmaz, haydi kardeşim başka kapıya." demeyeceği ne malumdu. Önce Azrail'i bulayım da gerisine bakarız, dedi Hacı Olgaç Efendi
Azrail'i nasıl bulacağım diye düşünmeye başladı. Aslında ortada düşünecek bir şey yoktu ve düşünenler için bunda bir ibret de yoktu. Fakat Hacı Olgaç Efendi düşünmek konusunda ısrarcıydı. Düşünürken sakallarını sıvazlıyordu ve sakallarını sıvazlarken çok önemli bir şeyi fark etti. Sakallarının kırıklarını alma vakti gelmişti.
Seferber namı ile bilinen berber Sefer’e gitmesi gerekiyordu. Fakat en son tıraş olmaya gittiğinde berber Sefer kendisini dükkândan def etmişti. Sebebi ise Olgaç Efendi şair olan kiracısı Orhan Veli Bey’in biriken kiralarından sebep suyunu kestiğini söylemişti. Buna celallenen Seferber Efendi, “Sen Yezit misin de su kesiyorsun kepaze herif.’’ deyip Olgaç’ı bir güzel paylayıp dükkândan def etmişti.
Olgaç Efendi berbere gidecek yüzü olsun diye kiracısının suyunu tekrar açtı, sonra kapısına gitti. “Orhan bey oğlum suyunu kesmekle galiba biraz ileri gittim. Şimdi suyunu tekrar açtım. Güle güle kullan,” dedi. Şair Orhan Veli şaşırdı ve sevindi. Olgaç’a teşekkür etti, hemen havlusunu ve diş fırçasını alıp banyonun yolunu tuttu.
Şimdi Hacı Olgaç Efendi’nin yardım dileyeceği Berber Seferber Efendi’den kısaca bahsetmek istiyorum. Seferber Efendi, mukim bulunduğu nahiyesinde ahaliden kimin başı sıkışsa yetiştiği için nahiye halkı seferber olmasına gönderme yapmak için Seferber diyordu.
O, hemşerilerinin yardımına nerede olsa yetişir, asil ve insanî vazifeleri büyük bir kıvançla yerine getirirdi. Bunlar neler miydi? Saç kesmek, sakal tıraş etmek, yaralara merhem sürmek, iktidarsız ihtiyarlara macun yapmak, sünnetsiz sabileri sünnet etmek, mevlit okumak, hoşaf yapıp dağıtmak gibi insan hayatının olmazsa olmaz zaruretleriydi.
Hacı Olgaç Efendi, Berber Seferber’in dükkânın kapısına önce kafasını sokup içeriyi seyretti. Seferber’in “Kabir’’ adını taktığı yayları bozulmuş koltuk, Fenerbahçe’nin 1954-1955 sezonuna ait tam kadro posteri, bereket duası, asıldığı günden beri iki kere toz almak için indirilmiş İsmet Paşa’ya ait bir fotoğraf, Tekel’in şimdiye kadar üretmiş olduğu bütün sigara paketlerinin sıra halinde dizilmiş olduğu duvara asılı büyük cam bir çerçeve ve son olarak dünyanın neredeyse bütün ülkelerine ait posta pulları. Bunların bir kısmı zevk içinse de bir kısmı da sıvası dökülen duvarın çirkin görüntüsünü saklamak içindi.
Hacı Olgaç Efendi içeriyi seyrettikten sonra vücudunun kalan uzuvlarını da içeriye soktu. Seferber Efendi bir müşterisine yüz ağdası yapıyordu. Hacı Olgaç'ı görünce her bilge adam gibi önce gözlüklerinin üzerinden baktı sonra sırrı faş olmasın diye dudaklarını kapatan bıyığının altından bir, “Hoş geldin Olgaç Ağa,’’ lafzı döküldü. Ve Menderes döneminden kalma “Kabir’’ ismini taktığı koltuğa oturmasını söyledi.
Bu ‘’Kabir’’ konusunu siz muhterem okur kardeşlerime biraz daha açmak istiyorum. Evet, Seferber Efendi bu koltuğa kabir adını münasip görmüştü çünkü yayları bozuk olduğu için buraya oturan müşteri koltuğa gömülüyordu. Fakat bu koltuğa “Kabir’’ ismini takmasının bir hikmeti daha vardı. Berber sırasını bekleyenler hiç konuşmadan sıkılmadan ölüler gibi sırasını beklerdi. Bu tıpkı kabre giren ölülerin durumu gibiydi.
Hacı Olgaç Efendi kabre değil de tahtadan yapılmış sert zemin köy kahvesi iskemlesine oturmayı tercih etti. Çünkü düşünmesi ve soru sorması gerekiyordu. Tam sorusunu soracakken sehpanın üzerinde duran bir tomar gazete gözüne takıldı. Sayfalarını birbirinden çıplak aşüfteler, politikacılar, futbolcular süslüyordu. Olgaç -muhtemelen günah kokusu gelmesin diye- burnunu tutarak bu gazeteleri yan tarafa fırlattı.
Yüz ağdası yapılan adam aniden bağıra bağıra Öztürk Serengil şivesi ile Fransızca şarkı söylemeye başlamıştı. Tabii ki ortada Fransızca ve şarkı yoktu. Düpedüz uyduruyordu.
Hani derler ya Acemoğlu osurur el utanır, diye. Olgaç Efendi de başkası adına utandığı için zırvalayan adamın yüzüne bakamıyordu. İşin ilginç yanı adamın amacı da tam olarak buydu. Hacı Olgaç'ın kendisi adına utanıp yüzüne bakmasını engellemekti.
Evet tahmin ettiniz sevgili okur, bu adam Hırsız Necmi’den başkası değildi. Hacı Olgaç, daha önce siyah yüzü ile kendisini görmüştü simdi maskeli haliyle Hacı Olgaç efendi yüzüne aşina olabilirdi. Daha da kötüsü kendisini tanıyabilirdi de.
Şarkı bitene kadar Hacı Olgaç, Necmi’nin yüzüne bakamadı. Ne zaman ki ağda da bitti, şarkı da son buldu. Olgaç Efendi, “Bu nasıl şarkı Necmi? Sana güzel birkaç ilahi öğretmek lazım.’’ dedi. Necmi “Olur, onu da öğreniriz amca.” deyip yerinden kalktı, yerine Hacı Olgaç Efendi oturdu.
Bu sırada tepsisinde iki orta kahve ile kahvecinin buluğ çağındaki çırağı içeri girdi. Birini Necmi’ye diğerini de Seferber Efendi’ye verdi. Kahvesinden bir yudum alan Seferber Efendi’nin birden yüzü asıldı.
“Ulan o kör olasıca Apti yine karbonat karıştırmış kahveye, bin sefer söyledim karıştırma şu boku diye.”
“Katmamıştır Sefer amca, Apti ustam Müslüman adamdır.”
“Hassisiktirsin Müslümanmış. Hem bu kahvenin yanında su niye yok. Yezit mi senin ustan, hain oğlu hain. Git o ustana söyle adam gibi kahve getirmezse keserim hesabını.”
“Peki, Sefer Amca.”
Sigarasını yakan Seferber Efendi, Hacı Olgaç Efendi’ye döndü.
“Yezitliğe devam mı?”
“Bu sabah açtım suyu.”
“Pişman oldun demek.”
“Evet”
“İyi”
Bu cevaptan memnun memnun olan Seferber Efendi, Olgaç Ağayı berber koltuğuna buyur etti.
“Görüyorsun Olgaç Efendi bin defa söyledik şu kahveyi doğru düzgün getir diye. Esnaf olacak bir de pezevenk. Kahve pişirmek mühim mesele. Hiç unutmam yıllar önce Kavala’ya gitmiştim, bir kahve getirdiler, mis gibi yarısını içtim, diğer yarısı öyle kaldı. Yıllardır merak ederim ne oldu o yarım kalan kahveye diye.”
“İmkân olsa da gidip baksak keşke değil mi Seferber Efendi?”
“Bakarız da önce işimize bakalım, her zamanki gibi mi?”
“Her zamanki gibi sakalların kırıklarını al kâfi”
Seferber Efendi sakalların kırıklarını alırken Hacı Olgaç da Azrail meselesini olduğu gibi anlattı ve sonunu şöyle bağladı: "Yani anlayacağın Seferber Efendi, Azrail'i bulup paramı geri alıp ardından da canımı vermeliyim."
O sırada gazeteyi okur gibi yapan Necmi, bunu duyunca panikleyip elindeki kahve fincanını düşürdü. Devam etti Hacı Olgaç, “Parayı Azrail'den alırsam garip gurabaya dağıtacağım nah işte bu sana vasiyetim olsun Seferber Efendi.”
“Hay hay olur inşallah, niyetin güzel Olgaç Ağa.”
Olgaç’taki bu pişmanlık Necmi’nin hoşuna gitmedi haliyle. Aklına Hacı Olgaç Efendi'den sonsuza dek kurtulacak hain, kıyıcı ve alçakça bir plan geldi.
Bu planını devreye sokmak için Hacı Olgaç Efendi'yi berberden çıkarken yakaladı.
“Olgaç Amca söylediklerinize kulağım misafir oldu.”
“Sözlerimin çok davetkâr olduğunu düşünmüyorum ama konuş bakalım.”
“Derdinize çare olacağına eminim.”
“Seni dinliyorum.”
“Azrail'i aradığınızı duydum. Siz de bilirsiniz ki sokak sokak, meydan meydan gezerek Azrail'i bulmak imkânsızdır. Merhum babaannem derdi ki, Azrail ölüm anına yakın insanlara görünürmüş.”
“Yani ne demek istiyorsun?”
“Bence yaşadığınız apartmandan kendinizi atarsanız ölüme çok yaklaşırsınız ve Azrail'i görmüş olursunuz.”
“Hadi oradan teres, ya ölürsem o zaman ne olacak? Ne olacağını sana söyleyeyim, intihar etmiş bir adam olarak eşeğin zekerini büsbütün avuçlayacağım öbür tarafta. Pirince giderken evdeki bulgurdan mı olayım, bunu mu istiyorsun?”
“Kızma hemen Olgaç Amca, senin ev yedinci katta iki alt komşun Şair Orhan Veli Bey’in balkonundan atlarsan ölüme çok yaklaşırsın ama ölmezsin diye tahmin ediyorum.”
Hacı Olgaç Efendi, az önce kırıklarını aldırdığı sakalını sıvazlayıp düşündü.
“Dinimiz akıl dinidir. Bir delil bir kanıt göster. Babaanne hurafesi ile böyle bir işe kalkışmak bize yakışmaz.”
“Yıllar önce Muazzez Abacı bir kalp krizi geçirmişti. Milletçe yasa girdiğimiz daha dün gibi aklımda. Her gün dua ediyorduk Muazzez Hanım’ın kurtulması için. Allah'a çok şükür komadan çıktı ve ertesi günü biz sevenlerini bilgilendirmek için Reha Muhtar ile Show Haber'e konuk oldu. O sırada Azrail'i gördüğünden bahsetti.”
“Ne yapmış Azrail?”
“Gülmüş kendisine.”
“Niye gülmüş?”
“Azrail'e ne duruyorsun canımı almayacak mısın, demiş.”
“Koca Azrail Aleyhisselam böyle hadsiz sorulara güler tabii.”
“Ben de öyle düşünüyorum Olgaç amca. Böyle yüce bir meleğe böyle bir soru sormak abes.”
“Doğru söylüyorsun Necmi Bey oğlum, bu dediklerini düşüneceğim.”
Olgaç Efendi ikna olmuştu. Necmi’ye, “Peki dediklerini düşüneceğim.’’ deyip kaldığı apartmana doğru yürümeye başladı.
Orhan Veli Bey o gün yeni şiiri için çalışıyordu. Fakat bir türlü işe yarar bir şeyler bulamıyordu. Velinimeti olan kelimelere sövüyor, onlarla adeta harp ediyordu. O sıra kapı zili uzun uzun çalmaya başladı. Gidip sinirle kapıyı açtı. Karşısında Hacı Olgaç’ı gördü. Buyurun demeye kalmadan içeri giren Hacı Olgaç evin içinde bir depar atıp kendini balkondan aşağı attı. Orhan Veli koşarak balkona gitti. Hacı Olgaç yüz üstü betona çakılmış, hareketsiz yatıyordu. Ağzından şarıl şarıl kan akıyordu. Balkon kapısını kapattı gülümseyip şu dizeleri yazıverdi.
Kimse duymadan ölmeliyim
Ağzımın kenarında
Bir parça kan bulunmalı.
Beni tanımayanlar
“Mutlak birini seviyordu” demeliler.
Tanıyanlarsa, “Zavallı, demeli,
Çok sefalet çekti…”
Fakat hakiki sebep
Bunlardan hiçbirisi olmamalı.
Olgaç Efendi hemen hastaneye götürüldü. Türk hekimlerinin yoğun ve gayretli çabası ile hayati tehlikeyi atlattı. Hacı Olgaç’ın ölmemesine çok içerleyen Necmi iğrenç ve hain oyunlarından geri durmayacaktı elbette.
Ertesi günü Necmi, elinde içine sakız esansı enjekte edilmiş birinci sınıf tütün kolonyası ve Hacıbekir lokumu ile Hacı Olgaç Efendi’nin hastanedeki odasına girdi. Hal hatır faslı geçildikten sonra, “Azrail'i gördün mü Olgaç Amca? Halloldu mu meselen?” dedi.
“Maalesef göremedim Necmi, maalesef.”
Timsah gözyaşlarını şeytani bir şekilde akıtan Necmi,
“Üzülme amcacım bir yolu daha var. Bu durumu düşünerek sana bol miktarda Zanax hap getirdim. Bundan bir avuç içtiğinde kesin görürsün Azrail'i.” dedi.
Hacı Olgaç ilacı aldı, hepsini birden ağzına attı. Bu sırada Necmi elini ovuşturup gülüyordu. Şimdi kimseye görünmeden toz olması lâzımdı. Hiç gereği yokken pencereden atlayıp kaçtı. Aslında kapıdan da çıkabilirdi ama pencereyi tercih etti. Böylece yaptığı kötülüğün havasına daha iyi girmiş olacaktı.
Yaklaşık beş dakika sonra içeriye Berber Seferber girdi. Hacı Olgaç'ın kadavra gibi yattığını görünce bir koşu hekimbaşını çağırdı.
Fazla uzatmayayım, Hacı Olgaç Efendi'nin midesi, şeref haysiyet ve hijyen sahibi Türk hekimleri tarafından dip bucak, gıcır gıcır yıkandı. Hacı Olgaç Efendi kendine geldikten sonra Berber Seferber kendisine bir takım vaaz-u nasihatlerde bulundu.
“Senin gibi dini bütün, itikadı sağlam, bidatlerden uzak bir adamın iki defa intihara kalkışması olacak şey mi Olgaç Efendi. Şu hadise mahallede infial yarattı bilesin. Herkes seni konuşuyor. Hele mahallenin gençleri senin gibi sofu bir adamın intihara kalkışmasından dolayı varoluşsal ve teolojik konuları düşünmeye başladı. Kafalarını karıştırdın. Büyük vebal alıyorsun bilesin. Derhal kendine gel.”
“Azrail'i bulmak istediğimi biliyorsun Seferber Efendi. Geçenlerde Necmi, Azrail'in ölüm anında görüleceğini söyleyince ona inandım ne bileyim.”
“Senin gibi bir adam ipsiz sapsız bir hokkabazın ipiyle kuyuya iner mi?”
Hacı Olgaç, Seferber Efendi'ye hak verdi. Ve hastanede kaldığı süre boyunca içinde bulunduğu durumu düşündü.
Birkaç gün sonra Hacı Olgaç Efendi taburcu oldu. Eşyalarını toplarken kendi kendine söyleniyordu. "Nah sersem kafa, uyar mısın Necmi denen dümbüğün aklına. Bir elime geçireyim lime lime edeceğim hergeleyi. Senin gibi bir hırsızın bana akıl vermek harcı mı? Dürzü."
Bu ve benzeri söylemleri eve dönerken içinden tekrar ediyordu. Öfkesinin geçmemesi için kendini sürekli gaza getiriyor, Necmi’nin kendisine yaptığı alçaklığı bir an bile aklından çıkarmamak için gayret ediyordu.
Bu halet-i ruhiye ile mahalleye girdi. Fakat mahallede onu bir sürpriz bekliyordu. Vay canına, Necmi’nin evi Çırağan Sarayı gibi yanıyordu. Hacı Olgaç Efendi ne yapacağını bilemedi. Mahalle sakinlerinden biri kayıtsızca “Necmi içeride tavuk gibi kızarıyordur, birazdan mahallemiz et kokacak.’’ dedi.
Hacı Olgaç Efendi üstüne bir bidon su dökerek yanmakta olan evin içine girdi. Necmi elinde bir torba ile baygın yatıyordu. Onu dışarıya çıkardı. Olgaç ağa isten simsiyah olan Necmi’nin yüzüne baktı, gözleri kocaman açıldı, “Azrail Azrail, sensin sensin Azrail,” dedi.
Ev hala cayır cayır yanıyordu. Seferber Efendi geldi. “Azrail’i buldun paranı aldın şimdi torbayı bana ver canını da Azrail'e teslim et. Unutma sözün vardı.” dedi. Hacı Olgaç Efendi hiçbir şey söylemeden torbayı Seferber Efendi’ye uzattı. Ve o anda bir patlama meydana geldi, yer gök inledi. Mahallenin yarısı yanıyordu.
“Uyudun kaldın aç gözünü de uyan Olgaç Ağa.”
Olgaç Efendi gözünü açtığında Berber Seferber’in dükkânındaki Menderes döneminden kalma kabir isimli koltukta oturuyordu.
“Hepsi bir rüya mıydı?”
“Evet, hepsi bir rüyaydı. Çok güzel uyuyordun, kıyamadım ama sıran geldi. Anlat bakalım rüyanı.”
Olgaç Efendi rüyasını anlattıkça koltuğa gömülüyordu, her şeyi bir gerçekmiş gibi anlatıyordu. O kadar hararetli ve heyecanlı anlatıyordu ki, koltuğa gömüldüğünün bile farkında değildi. Hikâye bittiğinde koltuğa tamamıyla gömülüp sır olmuştu.
Seferber Efendi, lavabodan ıslattığı bezle koltuğun üzerini sildi. İçi para dolu torbayı koltuğun üzerine koydu. Bir süre sonra, bir garip geldi. Seferber Efendi, “Emanetin koltukta buyur.” dedi. Adam Seferber Efendi’ye teşekkür ederek para torbasını alıp gitti.
Kapıdan elinde kahve, mahcup bir duygu ile Apti girdi. Seferber Efendi onu Kabir Koltuğa buyur etti.
“Anlat bakalım. Senin de rüyanı dinleyelim Apti Efendi.’’
Hüseyin Safa Ak
Opmerkingen