Nisanda meslekteki elli yılımı devirmiş olacağım. Dile kolay, yarım asır. Görkemli bir sergiyle sona erecek kariyerim. Artık herkes fotoğrafçı. Zekâ küpü telefonlar, Instagram filtreleri, özçekim çubukları varken bize ne gerek var? Işık nereden gelmiş, kadraj yamukmuş, fotoğrafın derinliği mi varmış, kim takar.
Sergimin son hazırlıkları tamam sayılır. Görülmemiş çapta bir etkinlik olacak. Çoğu siyah beyaz yaklaşık iki bin eser. Yetmişli yıllardan mutlu aile tabloları. Hemen herkesin aile albümlerinde olan sıradan fotoğraflar. Kabarık saçlar, siyasi görüşleri belli eden şekilli bıyıklar, vatkalar, doğum günü pastasının arkasında ayakta duran sınıf arkadaşları, masa etrafında toplanmış kalabalık aileler. Çoğu kötü çekilmiş. Sanatsal bir değerleri yok. Buna rağmen en çok beğenilen sergim olacağına kalıbımı basarım. Ne de olsa artık buruşmuş kıçımı bile çeksem bayılıyorlar. Size bir sır vereyim mi? Ama büyük güne kadar aramızda kalacağına söz verin. Bu fotoğrafların hiçbirini ben çekmedim. Hahaha!
Rekor düzeyde gelir bekliyorum bu sergiden. Gelirini kimsesiz çocuklara bağışlıyorum. Tüm basın kuruluşlarına haber verildi. Ülkenin en zenginlerine özel davetiye gönderildi. Reklamı da iyi yapıldı. Her yerde boy boy afişler. Sergi alanı tıka basa dolacak. Bir fotoğraf satın alıp ne kadar hayırsever olduklarını göstermek için birbirleriyle yarışacaklar. Nereden mi biliyorum? Bir örümcek, ağını nasıl öreceğini iyi bilir. Onlar ağıma düşerken ben de içimden kıs kıs güleceğim.
Evet, lakabım örümcek. Bütün dünya bu lakapla tanır beni. Son Örümcek Adam filminin afiş fotoğrafını bile bana çektirmeleri bundan. Çıplak elle, binalara, kayalara ve dağlara tırmanırım sanatım için. Herkes bu yüzden bana örümcek dendiğini zanneder. Varsın öyle bilsinler. Bu lakabın asıl sebebiyse bambaşka. On bir yaşındaydım. Metamorfoz geçirmeye vakit yoktu. Bir gecede örümcek oluverdim.
***
Elli iki yıl kadar geçmişe gideceğiz affınıza sığınarak. Havanın ayaz kestiği buz gibi bir aralık gecesine. Yol kenarlarında dizime kadar kar biriktiğini hatırlıyorum. Sokaklarda hızlı adımlarla yüzüme bile bakmadan yanımdan geçip giden, kayıp bir yerlerini kırmadan bir an önce evine ulaşmaya çabalayan tek tük insan vardı. Kime kendini acındıracaktım da kimden para kopartacaktım? Yarı aç yarı tok ne yapacağımı bilmez ve umudumu neredeyse yitirmiş biçimde arka sokaklarda dolaşıyordum. Pek bir şey toplayamamış olsam da popom daha fazla donmasın diye on gün önce çocuklarla keşfettiğimiz metruk eve gitmeye karar verdim. Odanın ortasında ateş yakıp hem ısınır hem muhabbet ederdik hiç olmazsa. Ellerim cebimde oraya doğru yollanmıştım ki bakımı epeyce ihmal edilmiş, boyaları dökülmüş, iki katlı, ahşap bir evin üst kat penceresinin ardına kadar açık olduğunu gördüm.
Sokak çocuğuysan pratik zekalı olmak zorundasın. Bir saniye bile düşünmedim, tırmanıp pencereden içeri giriverdim. Kalbim, kulağı olmadığından ritmi tutturamayan bir davulcu gibi ahenksiz sesler çıkarırken gözlerimin karanlığa alışmasını bekledim. Çıt çıkmıyordu evden. Cesaretimi toplayarak evin içinde dolaşmaya başladım. Yatak odasına girdiğimde yaşlı bir adam, yatağında hareketsizce yatıyordu. Adamın gözleri açıktı ama göğsü inip kalkmıyordu. Parmağımın ucuyla yavaşça eline dokundum. Buz gibiydi. Talih yüzüme gülmüştü anlayacağınız. Tüm gece evin altını üstüne getirdim. Para edecek pek bir şey yoktu. İçimden söve saya dışarı çıkıyordum ki adamın başucundaki resme takıldı gözüm. İspanyol paçalı pantolonuyla yaşlı adamın genç hali, saçları sarıya boyanıp perma yapılmış oldukça alımlı bir kadına sarılmıştı. Önlerinde de aynı eşofmanın farklı renklerini giyinmiş iki çocuk, bacaklarını omuz seviyesinde açmış şekilde dikiliyor, çocuklara özgü saf gülüşleriyle bana bakıyorlardı. Fotoğrafı incelerken büyük bir kıskançlık bütün bedenimi sardı. Adamın sersefil, beş parasız, kimsesiz ölmesi kıskançlığımı bir nebze bile engelleyemiyordu.
Gün ağarmak üzereydi. Artık çıkmalıydım evden. Adamın şişmeye başlamış parmağındaki yüzüğü sabun yardımıyla güçlükle çıkardım. Fotoğrafı da çerçevesinden çıkarıp cebime tıktım. Daha fazla oyalanmadan, içeri girdiğim yoldan çıkıp bizim çocukların yanına gittim.
Ateşi çoktan yakmışlardı. Günün başlarından geçen olaylarını anlatıyorlardı. Sokakta yaşıyorsanız hikâyeler bir türlü bitmez. Sıranın bana gelmesini sabırla bekledim. Anlatmaya başladığımda ikinci kat on ikinci kat oluvermişti. Evdeki yaşlı ölü adam, uyuyan bir çam yarmasına dönüşmüştü. Ruhu bile duymadan parmağından yüzüğünü bir çırpıda alıvermiştim. Dinleyen çocukların gözlerindeki hayranlık bu işe hevesle devam etmemi sağladı. Ne zaman açık bir pencere görsem o evin içindeydim o geceden sonra. Her girdiğim evde en az iki saat geçiriyor, fotoğraf albümlerine bakıyor ve en sevdiğim bir fotoğrafı yanımda götürüyordum. Fotoğrafların büyüsü ruhumu ele geçirmiş asıl amacım karnımı doyurmaktan çok albümleri karıştırmak olmuştu. Koleksiyonum gitgide büyüyordu. Artık her daim gülümseyen, günden güne sayıları artan yüzlerce ailem, dostum, sevgilim vardı.
Zamanla evleri soymakta iyice ustalaştım. Açık bırakılan bir pencerenin kaçıncı katta olduğu, evde birilerinin olup olmadığı fark etmiyordu artık. Hatta insanlar evdeyken içeri girmek daha çok hoşuma gider olmuştu. Oraya ait olmadığımı tabii ki biliyordum. Ama onlar televizyon izlerken veya yemek yerken onlarla birlikte evde olmak, sobanın üstünde pişen kestanenin kokusunu içime çekmek veya çay içilirken yapılan muhabbetleri dinlemek, sıcacık bir ev özlemimi bir nebze olsun gideriyordu.
Örümceklik günlerim o evden bu eve girerek geçip gidiyordu işte. Ama on üçüncü yaşımın bir gün öncesi hayatımı tamamen değiştirdi. O gün kaymak tabakanın oturduğu bir sitedeki yüksek katlı binalardan birinin banyo penceresinin açık olduğunu gördüm. Güvenliği tereyağında kıl çeker gibi atlatıp on üçüncü kata tırmandım. Pencere ufaktı ama önce bir kolumu ve kafamı, sonra diğer kolumu ustalıkla pencereden geçirip eve girdim. Kimse yok gibiydi. Kolay bir iş diye geçirdim içimden. Şansım yaver gidiyordu. Ağzına kadar para dolu bir cüzdanı elimle koymuş gibi buluverdim. Fotoğraf albümünü bulmak daha da kolay oldu. Yere bağdaş kurup elimdeki fenerle fotoğraflara bakmaya başladım. Albüm bir çocuk ile annesinin fotoğraflarından oluşuyordu. Çocuk görünüş olarak şaşırtıcı derecede beni andırıyordu. Özellikle de kestane rengi saçları ve yeşil gözleri. Sayfalar ilerledikçe çocuk gittikçe eridi, saçlarını döktü, maske taktı ve hastaneye düştü. En son fotoğrafta ise çocuğun mezarına beyaz karanfiller atılmıştı. Kendi cenazemi görmüş gibiydim. Bu albümden fotoğraf almaya elim gitmedi. Fotoğraf albümünü yerine koydum. Parayı da bırakıp gitmeye karar vermiştim ki birden odanın ışığı yandı. Fotoğraflardaki anne karşımdaydı. Bu benim ilk ve tek suçüstümdü. Kolayca kadını alt edip arazi olabilirdim ama kalakaldım. Kadın da öylece durmuş bana bakıyordu. Yumuşacık bir sesle bana seslendi.
“Oğlum niye ayaktasın bu saatte? Sonra sabah uyanmak bilmiyorsun.”
Dilim tutulmuştu. Bir şey diyemedim. Kadıncağız aklını kaçırmış olmalıydı. Elimden beş yaşındaymışım gibi tutup beni tertemiz ve derli toplu bir çocuk odasına götürdü. Yatağın ucundaki düzgünce katlanmış pijamayı giymem için bana uzattı. Pijamanın üstüme tam oturması beni şaşırttı. Daha da şaşırtan ise üzerindeki desenlerdi. Tişört kısmında, kolundan ağ fırlatan bir örümcek adam resmi vardı. Pantolon kısmının bir bacağında ise kocaman bir Spider Man yazısı bulunuyordu. Yanağımdan öpüp yorganı üstüme örttü. Yatak alışık olmadığım kadar yumuşaktı, rahat edemedim. Ama içimden toz olmak da gelmedi. Bir gecelik de olsa gerçek bir yuvada uyku çekmenin ne zararı olurdu ki?
Sabah mutfaktan gelen, çatal bıçak sesleriyle uyandım. Hemen sıvışmalı mıydım oradan? Yoksa mutfağa mı gitmeliydim? Kaçmaktan yana karar vermiştim ki odanın kapısı açıldı ve o yumuşak ses yine duyuldu.
“Haydi tembel çocuk. Yıka yüzünü. Kahvaltı hazır.”
Lavabonun yerini bulup yüzümü yıkadım. Mutfaktan mis gibi kokular geliyordu. Mutfağa gidip iştahla tabağımdaki her şeyi silip süpürdüm. Ben börekleri, patates kızartmasını, zencefilli kurabiyeleri ağzıma tıkarken, o bugüne kadar sadece fotoğraflarda tanık olduğum bir şefkatle izliyordu beni.
“Doğum günün kutlu olsun. En sevdiğin çilekli pastadan yapalım mı?”
Ona yardım ederken ilk kez kendimi normal bir çocuk gibi hissettim. Çilekleri dilimlemek görevini bana vermişti. Ortadan ikiye ayırdığım çileklerin yarısını kaba atıyor, yarısını mideme indiriyordum. Kek hamuru hazırlanıp fırına sürüldü. Pişerken krema hazırlandı. Kabaran kek fırından çıkartıldı. Ortadan bölünüp arasına krema ve çilek yerleştirildi. Sonra tüm yüzeyi kremayla kaplanıp kalan çileklerle güzelce süslendi. On üç tane mum orantılı bir şekilde özenle pastanın üzerine yerleştirildi. Mumlar tek tek yakıldı.
“Üflemeyecek misin? Ama dur iki dakika. Önce hediye.”
Heyecanla açtığım paketten bir fotoğraf makinesi çıktı. Bir sürü fotoğrafım vardı ama içinde kendimin olduğu tek bir tane yoktu. Elimden fotoğraf makinesini alıp ayarlarını yaptı. Saçımı düzeltti. Sonra bana bakıp, “Peynir de,” dedi.
***
Nasıl hikâye? İster inanın ister inanmayın ama bunların tamamı yaşandı. Bakın. Sergi afişi tam arkanızda. Evet, bildiniz. Önünde çilekli pasta, poz vermeyi bilmediği her halinden belli olan ağzı açık, şaşkın şaşkın bakan çocuk benim. Sergide satılık olmayan tek fotoğraf bu. Serginin kapanışında bu fotoğraf kameralar önünde yakılacak. En mutlu anım sahiplenilsin istemiyorum. Diğer fotoğrafları da iade etmek isterdim ama sahiplerini nereden bulacağım ki? Çoğu öbür dünyayı boylamıştır. Belki bu sergiden sonra içlerinden bazılarını tanıyanlar çıkabilir. Belki de koşa koşa mahkemeye gidip dava açarlar. Açarlarsa açsınlar. Halen hayatta olursam bir gün bir sokak çocuğunun bana bu fotoğraf koleksiyonunu hediye ettiğini söylerim onlara. Yalan da sayılmaz.
Şimdi geldik kötü habere. Akciğer kanserinin dördüncü evresinde olduğumu söylüyor doktorlar. Kemoterapiyi reddettim. Bu yaşta hastane köşelerinde ne sürüneceğim. Kalan ömrümü dilediğim gibi yaşarım daha iyi. Yarın sergimin açılış saatlerinde uçakta olacağım. Dünyanın çatısı Everest’e tırmanmaya gidiyorum. Vücudum bu son yapacağım tırmanışı kaldırabilir mi, göreceğiz. Doktorum bunun intihardan farksız olduğunu söylüyor ama zaten ölmekte olan biri için bu sözler pek bir şey ifade etmiyor. İlk fotoğraf makinem de yanımda olacak. Ama fotoğraf çeker miyim, bilmiyorum.
Şişenin dibinde kalan son şarabı dikiyorum kafama. Çantamdan çıkardığım mamayı dinleyicilerimin önüne bırakıyorum. Yemiyorlar. Acıkınca yerler. Üçüne de son kez sarılıp boyunlarının altları ile patilerini okşuyorum. Yine bir aralık ayı. Yine her yerde kar var. Kırk iki yıl önce çocuklarla ateş yakıp ısındığımız eve doğru yürüyorum. Aradaki tek fark bu sefer cebimdeki evin anahtarları.
Kalp, bir şekilde sıkışıyor. Tebrikler...
İçe işleyen bir öykü. Tebrikler...
Buz gibi ve sıcacık. Soğuğun içinden sıcağı hissettiren bir öykü…