Ona kaç kez söyledim, koltuktan koltuğa atlama, bir şey olur, diye! Dinlemiyor ki!
“Gördün mü ne oldu! Halimize bak! Ablam ve ben seninle uğraşıyoruz kaç gündür. Sana da yazık bize de!”
Ablamda da suç var gerçi!
“Evet! Sana diyorum, sende de suç. Dışarı çıkarmıyorsun ki! Çıkarsan, şöyle güzelce gezdirsen, güneş görse, hareket etse, bunlar olmayacaktı. Olmaz ki böyle! Kendin yıllardır çıkmıyorsun evden, bari bırak onu çıkaralım. Ben de mi aynıyım! E sen çıkmazsan ben de çıkmam tabii! Sana uyuyorum, ne yapayım!”
İyileşecekmiş, öyle dediler. Böyle sargılı bekleyeceğiz biraz. Pansumana getirdik. Kalça kemiği kırılmış, ameliyat ettiler. Çok üzüldük. O da üzüldü. Ama söz dinlemiyor ki!
“Di mi söz dinlemiyorsun, seni yaramaz seni! Bakma öyle bana mahsun mahsun! Ağlarım bak şimdi böyle bakarsan. Ağlama abla sen de!”
En son annemi kaybettiğimizde ağladık. Önce uyuyor sandık… Günlerce uyanmadı... Bekledik... Komşular koku var, diye geldiler. Belediyeyi çağırmışlar, polisler falan geldi. Annemi alıp götürdüler. Bize kızdılar. Biz öldüğünü bilmiyorduk ki! Kalkar sanmıştık…
Bu çocuğun da ağlama sesini duyduk dışardan. Çok ağladı. Bahçede çitlerin arkasına düşmüş. Annesi onu bulamadı galiba. Ablamla onu düştüğü yerden kurtarmaya uğraşırken, etraftaki apartmanlardan, yukarıdan, bizi seyrediyordu herkes. Yardım edin, dedik, etmediler… Öylece seyrettiler… Çok küçüktü… Sonra da hiç bırakmadık. Evet, kocaman oldu büyüdü. Çok da akıllı, hiç sesi çıkmaz. Bilmez ses çıkarmayı. Bizim gibi… Biz de bilmeyiz… Ama yaramaz işte!
“Koltuktan koltuğa atlarsan bu olur gördün mü? Seni yaramaz seni!”
Ablama kaç kez dedim oynatma şu çocuğu, diye.
“Bak hep senin yüzünden! Şimdi buralarda sürünüyoruz üçümüz!”
Gündüz de dışarı çıkamayız ki, böyle akşama kalıyoruz tedaviye getirirken. Kemikleri de güneş görmediği için kırılgan olmuş. Ondan işte… Atladığı an… Üzüldük tabii… Niye mi çıkmıyoruz? Bize gülüyorlar da ondan…
Birbirimize benziyoruz demek, üçümüzde mi? Huylarımız da benzedi, doğru söylüyorsun.
Mahalleli bizden korkuyor, çekiniyor. Laf aramızda kalsın, biz de onlardan korkuyoruz. Ama belli etmiyoruz. Evimiz apartmanların arasında kaldı… Bizim ev, onlar büyüdükçe küçüldü… Nasıl oldu anlamadım! Önceden hepimiz aynı boydaydık! Apartmanlar yükseldikçe balkonlardan, camlardan bakan komşular bize küçücük göründüler, uzanamadık onlara… Onlar da bizi görmüyor zaten! Mahalleli çocuklar sağ olsunlar arada toplanıp kapımıza geliyor, onlar görüyor bizi, “Kız kuruları,” diye bağırıp kaçıyorlar. Ne demekse kız kurusu? Sen biliyor musun ne demek? Hiç evlenmemiş mi demek! Allah Allah, evlenmedik diye mi kuruduk? Ha tipimizde mi öyle, çok zayıfız evet. Kara kuru işte!
Annemle bir fotoğrafımız var; hani olurdu ya kenarı tırtıklı, siyah beyaz fotoğraflar ondan işte! O fotoğrafa bakıp kendimi görüyorum, anneme çekmişiz. Yaş almışız ama bedenimiz çocuk kalmış. Yok, memelerimiz de büyümedi ki, dümdüz tahta gibi işte, annemin de öyle -bizi o boş memelerle nasıl emzirdi acaba?- Boyumuz da kısa kaldı. Çocuk bedenine monte edilmiş, bize ait gibi durmayan olgun suratlarımız yaşımızı ele verir. Tipimiz böyle. Avurtlarımız çökük, yanaklarımız yoktur, yanak yerine kemik vardır yüzümüzün iki yanında. Kara gözlerimiz zar zor görünür, o kadar küçüktür ki, yüzümüze bakan gözlerimizi arar nerde diye. Saçlarımız da böyle seyrek ve az. Annem derdi ki kullanmadığınız yerleriniz çocukluğuna döner. Kadın olamadık hiç, ondan belki…
Annem yaşlanınca saçlarının dökülmesinden, kel kalacağından çok korkardı. Yaşlanamadı bile! Biz de onun öldüğü yaşa geldik...
Babam mı? Babamı bilmiyorum. O fotoğraftaki, kendine iki beden büyük gelen -büyük ihtimalle fotoğrafçının ayarladığı- ceketle ve sola doğru eğri duran çizgili kravatıyla poz veren, ince bıyıklı, donuk bakışlı, kımıldamayan babayı biliyorum. Ben küçükken gitmiş… Para kazanmaya… Neden dönmedi acaba?
Ablam hep der ki, sen doğdun ben büyüdüm!
Annem sırtını babama yan dönmüş, o yok gibi sanki dünyasında. Tanımadığı biriyle poz verir gibi. Utanıyor. Babamın onun için yazdığı manileri söylerdi bazen hafif fısıltıyla.
“Bağınızdan yemem alıcı
Anam bana Cemile’yi alıcı
Vermezlerse de güze kalıcı”
Yüzüne o an sanki babam var gibi çocuksu masum bir ifade gelir, on beş on altı yaşındaki yüzü kızaran utangaç Cemile olurdu.
Babam bir elini ablamın omuzuna atmış, diğer elini göremiyorum nerde; belki anneme dokunuyor, belki boşta duruyor? O eli nereye koydu hep merak ettim. O da utanmış… Elini saklamış.
Beni önlerinde hasır, minik bir tabureye oturtmuşlar, kendileri ayakta. Öyle küçüğüm ki ayaklarım havada kalmış. Hasır taburenin urgan ipleri bir taraftan sökülüp yere doğru sallanmış, diğer ayağındakiler ise gevşemiş sarkık duruyor. Düşmemek için tutmuşum yanlarından. Gözlerim sanki ağlamışım da susmuşum gibi, yağdı yağacak. Saçım o zaman da seyrek. Annem eline gelen saçlarımı bağlamış yukardan. Saçım fıskiye gibi açılmış. Ablamın saçı da seyrek ama çok uzun, önce örülmüş sonra açılmış; örgünün dalgalarını annem beyaz yuvarlak don lastiği ile iki yandan bağlamış, lastiklerin uçları anten gibi havada. Ablam fotoğrafa baktıkça lastiğin saçını nasıl acıttığını anlatır hep. Çocukken bütün çocuklar güzel oluyor… Sonra büyüyünce ne oluyorsa?
Babam diğer elini omzuma koymamış. Neden acaba? Kimse tutmamış beni. Kalmışım boşlukta… Arkamda kimse yok gibi duruyorum, şaşkın. Ablam ise, iş yapmaktan irileşmiş ellerini nereye koyacağını bilememiş de, bari burada dursun der gibi önünde tutmuş. Küçükken ellerimizin üstü soğuktan çatlar ve kururdu. Kanardı bazen yarılıp. Su değdiğinde sızlardı. Üstleri kara karaydı, fotoğrafta da çıkmış karalar. Ayak topuklarımızda da olurdu o karalık. Annem zeytinyağı ile ovardı ellerimizi ayaklarımızı. Bahçede oynamayı çok severdik. Toprak da yermişim, ablam öyle anlatıyor. Çok usluymuşum. Onlar ne derse yapardım. Hâlâ ablam ne derse yapıyorum.
Komşularımızın evleri o zaman küçüktü… Birbirimizi görürdük… Oynardık arkadaşlarımızla…
Annemin elleri ise boş boş sallanır gibi duruyor önünde. Ne tutmaya mecali var ne bir yere koymaya. Kollarının arasındaki boş memeleri dümdüz duruyor, içine kaçmış gibi. Onun da kocaman yakalı elbisesi kendinden büyük ve bol. Kafasını her an çevirip başka yere bakacak gibi yana eğmiş, bir gözü bakarken diğeri boşluğa takılmış. Gülemeyen ağzı, gülerken bir tarafa doğru asılı kalmış donmuş, yamuk duruyor. Annemi hiç neşeyle gülerken görmedim, der ablam.
Fotoğrafın arkasına, “Kızlarıma hatıra olsun” diye, yazmış. Eğri büğrü zor okunan bir yazı. Yanına da bir şiir:
“Hayat bir gemi
unutma beni
unutmam sizi.”
İmzasını da “C. emile” diye yazmış, üstünü çiziktirmiş birkaç kara çizgiyle.
Bir keresinde bahçede kuş yavrusu sesi duymuştuk. Cılız cılız tiz sesler çıkarıyordu. Yuvasından düşmüş. Henüz birkaç gün olmuş yumurtadan çıkalı. Annem önce annesine, yuvaya baktı bulamadı. İki küçük kızı ve annesini seyrediyordu yukarıdakiler. Tuhafız, diye bakıyorlardı.
Annemle eve getirdik bebeği. Öyle çirkindi ki! Sarı cılız gagasını sürekli açıp mama istiyordu. Ağzını açtığında kıpkırmızı boğazını içine kadar görebiliyorduk. Siyah seyrek tüyleri beyazımsı etini kapatmıyordu. Kanatları, gagasını her açtığında onunla birlikte otomatik açılıyordu. Kalbinin çarpıntısı pütürlü derisinden görünüyor, pıt pıt atıyordu. Annem ona mama hazırladı. Önce ince bulguru hafifçe haşladı, sonra ezdi, öğüttü iyice. Kibrit çöpüyle ağzına minik minik verdi. Serçe parmağını suya batırıp su damlattı gagasına.
Annemin onu tutan elleri… O anne elleri… Şefkatli, tıpkı bir bebeği sarar sarmalar gibi özenli… Kuşun üzerine eğilmiş o güzel anne başı… Anne bakışı… Nasıl da kaygılı, panik, ya bir şey olursa ya başaramazsam heyecanı… Annem, “İnsanın Allah’ı var da hayvanın Allah’ı yok mu?” derdi. Pamuktan yuva yaptı ona. Ama yaşamadı… Üzüldük… En çok annem üzüldü, çok ağladı… Annem gittiğinde biz de çok ağladık… Biz ağladık, dünya sustu… Herkes bizi seyretti…
Sizin çocuğun neyi var? Aşıya mı getirdiniz?
Cinsi ne peki?
Ne güzel, Kaniş demek…
Bizimkinin mi? Cins Sokak Köpeği!
Zehra Demirtaş
Comments