top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Öykü- Zeliha Tamer Uçar- Dünya Anamın Memesi

Kızım, halının üzerine terlik, tarak ve kepçeyi yan yana dizdi. Annemin önüne gelip durdu, devler ülkesinde ezilmekten korkan bir cüceydi aramızda. Peltek bir dille, “Evciiik,” dedi. Dört çocuk büyüttüğü halde kızımın dilini sökemeyen bunun için teşebbüs bile etmeyen annem saf bir dev anasından farksız anlamaz gözlerle yüzüme baktı. 

“Torunun seninle evcilik oynamak istiyor.”

 “Terlik, tarak, kepçeyle mi?” diyerek yüzünü ekşitti.

“Bizimle çok oynardın.”

Çehresi karardı. Ellerini iç içe geçirerek sıktı. Öfkesini kontrol altına almaya çalıştığı anlardaki gibi hışırtılı bir nefes boşaldı dudaklarının arasından. Sertçe elinin tersini havaya sallayarak, “Git Allah’ını seversen. İş yapmaktan oyun oynamaya vaktimiz mi oldu bizim,” deyip kaşlarını çattı. Onun bu gergin tavrı beni daha çok kışkırttı.

“Yok, oynardık oynardık. Bunlar senin en ustaca kullandığın savaş aletleriydi.”

Göğsümde ne olduğunu anlayamadığım bir duygu kabarıp söndü. 

Annem suratıma ters ters baktı. Belli ki anlamak işine gelmiyordu. Ne de olsa karda yürür, izini belli etmezdi cücelerin yüreğine korku salarken. 

Kızım dikkatle bizi dinliyor, ancak devlerin arasında geçen bu gergin konuşmaya anlam veremiyordu. Anneannesinin iri başparmağını minik parmaklarıyla avuçladı. Kendine doğru çekiştirdi, yüzüne bakıp gülümsedi:

“Evciiik!”

Annem gönülsüz ayağa kalktı. Yere oturdular. Annem, savaş aleti olarak kullanmaya alışık olduğu terlik, tarak, kepçeyle nasıl oynanır bilemediğinden duraksadı. Sonra da isteksizce torununa uyum sağlamaya çalıştı.

“Siz oynayın. Çayı alıp geleyim.”

Pencereyi araladım. Sinirden elim ayağım boşaldı. Sevgi damarı kurumuş resmen.  İki çift laf söylememek için zor zapt ettim kendimi. Çocukluğumda da böyleydi bana karşı. İlgisiz, sevgisiz… Aklıma geldikçe kafamın tası atıyor. Abimi sever, yere göğe koyamazdı. Şimdi farklı mı sanki? Utanmasa, bu yaşta emzirecek oğlunu. Memeleri dizlerine kadar uzanan dev anası gibiydi, korkardım çocuk aklımla. Abimi dört yaşına kadar emzirmiş. Bana hamile kaldığında hâlâ emziriyormuş da komşular azarlamışlar sütün zehirler karnındakini diye. İyice anneme benzedim. Kendi kendime söylenmeyi huy edindim hepten. Pencerenin önündeki paketten bir tane sigara alıp yaktım. Meme emer gibi peş peşe içime çektim. Ellerim hâlâ titriyor. O kadar doluyum ki, kafamın içinde annemle çekişmelerim bitmiyor. Ardından hınçla çevire çevire kül tablasına bastırdım izmariti. Şimdi geciksem ona da bir kulp takacak. 

Çay bardaklarını masaya koydum. Sepetteki oyuncakları çıkarıp kızımın dikkatini başka bir oyuna çevirdikten sonra müzakere masasına oturur gibi annemle bizi bekleyen hazır kahvaltı sofrasına kurulduk.

Kızım yeni oyuncaklarına yer açmak istemiş olmalı ki; terlik, tarak ve kepçeyi getirip masanın üzerine bıraktı. Naciye Sultan hoşnutsuzluğunu belli etmemeye çalışarak kızımın bıraktıklarını yere atmak istedi. 

“Bırak kalsın, yardımcı destek güçlere ihtiyacın olduğunda kullanırsın,” deyip güldüm.

Suratıma ters ters baktı. Söylenerek zeytin tabağına uzandı. “Ne haliniz varsa görün, çocukları tepenize çıkarmayı annelik sayıyorsunuz. Şuraya bak oyuncaktan halı görünmez halde.”  

Çayına iki tane küp şeker attı, karıştırmaya başladı. Başı önünde, gözleri çay bardağındaydı. İnce belli bardağa çarpan kaşığın sesi aramızdaki gerilimi tırmandırmaya devam ediyordu. 

Gömüldüğü sessizliğin içinden çıkıp başını kaldırdı, yüzüne zoraki bir gülümseme kondurdu. Çayını yudumladıktan sonra sepete uzanıp bir dilim ekmek aldı. Üzerine balla kaymak sürdü. İlk lokmasını yuttuktan sonra hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya başladı. Biraz havadan sudan, komşularından söz ettikten sonra abimle gelininden yaka silkti. Lafı yeterince dolandırdığını düşünmüş olmalı ki asıl meseleye getirdi konuyu.

“Biliyorsun kızım abinin elinin iş tuttuğu yok. İki çocuk, bir de karısıyla tepemizde. Baban, ayakkabı tamirciliği kazandırmıyor, dükkân açayım diyor. Hem o zaman abin eşek gibi gidecek o kasanın başına. Bu iş altı boğazı doyurmuyor artık. Beş milyon yeter, dedi. Senden başka da diyecek kimsemiz yok.”

“Anne daha babamın aldığı dikiş makinesinin kredi borcunu ödüyor kocam.”

“Bu ay son taksitini yatıracak dememiş miydin? Bir şey kalmamış zaten.”

“Hangi yüzle yeniden kredi çekmesini isteyeyim kocamdan? Hele bir de geçen ay altınlarımı satıp abimin kumar borcunu kapattığımı duysa boşar beni.”

“Sen de söylemezsin. Hem altınlarına kocan ne karışırmış!”

Söylediklerimi umursamadığı belliydi. Sanki komşusundan bir baş sarımsak istiyor. Genişliği sinirlerimi bozdu. Önümdeki çatala uzanıp tatlıdan bir parça aldım. Kadına bak. Kocam beni boşar diyorum, umurunda değil. Varsa yoksa iş bilmez, aylak oğlu… Altmış yaşındaki kocası çalışacak da… Tabaktaki tatlıyı şuursuzca mideme indirdiğimi fark ettiğimde son lokma ağzımın içinde büyüdü, yutamadım. Annemin, beni hep yok saydığını o an daha iyi kavradım. Ben ailenin sevilen çocuğu yaşasın diye dünyaya getirilen bir donörden farksızdım. İliğimle, kanımla, canımla, malımla abim için vardım.

Annem, yüzünde pişkin bir gülümsemeyle, “Bu dükkân işi tutarsa yakandan düşeriz hem fena mı olur,” deyip çayını höpürdeterek içti.

Kaşlarımı çatıp sert bir bakış attım. Bu tepkimi hiç beklemiyordu sanırım.  Konuşurken elini kolunu nereye koyacağını bilemedi, masanın üstünde duran terliği alıp elinde çevirmeye başladı.

Şaşırdım. Annem terliği salladıkça kapıldığım girdap beni geçmiş bir zamana attı. On yaşında, kedinin önünden kaçan bir fareydim artık. Salondan oturma odasına koşarak geçtim. 

“Nişan al, ateşşş.” 

“Ciiivvv”

“Tam isabet. İyi nişancıdır benim annem.”

 Ayağındaki diğer terliği eline aldı, sallayarak tehdit savurdu.

“Getir o terliği tarla faresi.”

Bir darbe de sırtıma yiyeceğimi bile bile kuyruğumu bacaklarımın arasına kıstırıp terliği anneme götürdüm. 

Yeniden o garip duygu kabarıp damarlarıma yürüdü. Bütün bedenimi sıcak bastı. O an anladım ki yıllardır bastırdığım duygularım sıkışmış lavlar gibi fışkırmak için yol arıyordu. Dişlerimi nasıl sıktıysam artık çenemi gevşetmek için yanaklarımı ovmak zorunda kaldım.

Ardından kızartma tabağına uzandım. Belli belirsiz bir gülümsemeyle sordum, “Biber kızartması ister misin? Sen seversin.”  

Sesimle irkildi. Elindeki terliği yere attı. 

“Yemek masasında ne işi var bunun.”

Çarpma sesini duyan kızım koşa koşa geldi. Terliği yerden alıp incecik bileğine geçiriverdi yeni bileziğini. Masadan tarağı, kepçeyi de toplayıp bana yanaştı. “Kucak.” Tarağı uzattı. Gülümsedi. “Cici bap.”  Kızımın saçlarını taramaya başladım usul usul.

Annem kaşlarını çattı. “Şartın şurtun kalmamış senin, sofrada saç mı taranır Semra! Hiç mi bir şey öğretemedim sana!”         

Kulaklarım uğuldamaya, annemin sözleri kafamın içinde tünel kazmaya başladı. Zihnimde eskilerden bir görüntü belirdi. Banyoda aynanın önünde, musluktan sicim gibi akan suya işaret parmağının ucuyla dokunmaya çalışan, beş yaşında bir kız çocuğu, gözleri dolu dolu bana baktı. Arkasında bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir dev anası saçlarını tarakla yoluyordu. 

“Kız kurt mu var götünde, kımıldayıp durma su sıçanı.” 

“Su sıçanı ne demek anne?”

“Aynaya bak görürsün.”

Dağılan saçları avucunun arasına aldı. “Tövbe! Saçma sapan soruların bitmez mi senin? İşim gücüm var akşama kadar seninle uğraşamam.” Tarağın tersini kızın tepesine vurduktan sonra musluktan akan suyla tarağı ıslattı, elektriklenen saçlarını tekrar tarayıp bağladı. Eline tükürüp kızın omuzlarına düşen saçları topladı, ardından sarı bir bezle yere dökülenleri temizledi. Küçük kız omuzlarına değen, atkuyruğu toplanmış, saçını sağa sola savurdu. Dudaklarını ileri doğru uzattı. Aynaya yaklaştı, su yeşili gözleri ışıl ışıldı. Sıcak bir gülümseme yayıldı suratına. Gözleri aynada, kuş cıvıltısına benzer neşeli bir sesle, “Anne ben güzel miyim?” diye sordu.

“Hareketlere bak. Kız, sen orospu mu olacaksın başıma?”

Aynadan banyonun içine sarktım, çocuğu koltukaltlarından tutup yanıma çektim. Dev anası şaşkınlıktan tarağı elinden düşürdü. Kız çocuğunu kucağıma aldım, ürkek gözlerle bana baktı. Sarılıp koklaştık. O birkaç saniyede birbirimizi yeniden doğurmuştuk sanki. Yüreğimi ısıtan bir sıcaklıkla sarmalandım. Kucağımdan indi, bir iki adım attı. Dönüp bana baktı son kez. Hüzün dolu bakışları beni dev anasının ellerine bırakma der gibiydi. Fakat elimden bir şey gelmiyor, gücüm zamana hükmetmeye yetmiyordu. Yara ala ala büyüyecekti. Zavallı kızın bir hologram gibi kayboluşunu çaresizlikle izledim. 

Kızımın saçlarını bağladım. Sevgiyle okşayıp öptüm. Bu sırada, annem suratında karışık bir ifade bizi göz ucuyla süzüyordu. Daha çok kızımla bana değil de evvelden bir anın fotoğrafına bakıyordu sanki. Sonra gözlerini kaçırdı bizden. Çayını yudumlarken kaçamak bir bakış daha attı torunuyla bana. Utanç duyan insanların gözlerinde beliren mahcubiyet vardı bakışlarında. Ya da ben öyle varsaymak istedim. Kızım dönüp bana sarıldı. “Haydi, git aynada kendine bak, sen çok güzelsin yavrum.” Terlikle kepçeyi masada bıraktı. Tarağı da alarak kucağımdan indi, pıtır pıtır koridordaki aynaya doğru koştu. Annem fare ölüsü tutar gibi, tiksintiyle, terliği alıp yere attı.

O esnada telefonu çaldı. Kızartma yerken elleri yağa bulanan annem telefonu elinin tersiyle işaret etti.  “Aman kızım aç da hoparlöre alıver telefonu. Gelin gezmeye gidecekti. Çocuklara bakarım dediydim. Akıl mı kaldı para derdine düşünce.” 

Yengemin emir eriydi artık o. “Buyur kızım. Semra kahvaltı hazırlayınca oyalandım. Yarım saate evdeyim Fulya.” Fulya, anneme yirmi beş bin lira da planladıkları tatil için koparmasını söyledi. Abim kredi kartlarının limitini doldurdu diye tatil planından vazgeçemezmiş. Annem yutkundu, kaşlarının altından yüzüme bakarak tepkimi ölçmeye çalıştı. Telefonun hoparlörünü açtırdığına bin pişman, “Sonra konuşuruz Fulya,” dedi. Serçe parmağının ucuyla telefonu kapattı.

Annem o konuşmayı hiç yapmamıştı sanki. Yağmurda ıslanmış, şefkat bekleyen zavallı bir kedi yavrusuydu şimdi. Gözlerini kaçırarak, yumuşak bir sesle, “Kızım ana baba hakkı, iki tane sabinin hatırı için bu kez de veriver,” dedi.

Tabağıma doldurduğum kahvaltılıkları şuursuzca yemeye başladım. Gözlerim yiyeceklerde hınç dolu bir sesle, “Bir de tatil parası istiyor, öyle mi? Banka kredileri düşmüş. Oğlun adam olsun da kendi adına krediye başvursun. Bundan sonra para mara yok artık,” dedim.

“Semra merhametsizsin kızım, kusura bakma da. Sen böyle değildin, nerden geldiğini unuttun rahat yüzü görünce. Abin de düzen tutsa fena mı olur!” Ellerini beline koydu. Çehresi kapkaraydı. “Yazıklar olsun sana. Söylemeyeyim diyordum ama içimde kalmasın. Boğazıma dizildi lokmalar, utanmadan bir de verdiklerini başıma kakman yok mu?” 

Dev anasından kurtardığım kız çocuğuna verdiğim sözü hatırladım. Hiddetle ayağa kalktım. Oturduğum sandalye devrildi. Nevrim döndü, yer ayağımın altından kaydı, masa sallanıyordu. O ara nasıl oldu bilmiyorum, kepçeyi elime alıp sallayarak bağırmaya başladım.

“Sen kimsin?

Ben ağızım.

Dünya nedir?

Dünya anamın memesi! 

Bana bakın, beni de doyurun. Beni de sevin.

Çek ellerini memelerimden bakayım.

Abin emecek.”

Masanın diğer ucunda oturan dev anası kabardı. Gözleri alev almış, başını sağa sola salladıkça iri dudakları dalgalanıyor, yanakları sallanıyordu. İki elini bağrına atıp gömleğin düğmelerini bir bir kopardı. Sarkan memelerine erkek bir bebek yapışmış foşur foşur emiyordu. Yerdeki terliği kaptı. Üzerime doğru yürüyünce beni yutmasından korktum. 

Kepçeyi bir gürz gibi sallayarak terliğe vurup düşürdüm. Dev anası kendini hızla geriye attı. Memeden kopan oğlu savrularak oyuncakların arasında gözden kayboldu. Dev anası gözlerini dehşetle kocaman açtı. Tam üzerime atlayacaktı ki havası kaçan balon gibi küçülüverdi. 

Oyuncakların arasında oğlunu aramaya koyuldu. 


Zeliha Tamer Uçar


1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Yorum


MÜRÜVVET TAMER AÇIKGÖZ
MÜRÜVVET TAMER AÇIKGÖZ
16 Kas

Zeliha hanım öykünüzü çok beğendim. Yeni yazılarınızı sabırsızlıkla bekliyorum.

Beğen
bottom of page