Genç kadın, atölye çıkışı bazen uğrar buraya. Köln’ün şu sıralar en çok rağbet gören yeri, Goya Bar. Hayaller ve gerçeklerin birbirine karıştığı bir düş diyarı. Bir kadeh şarap içip biraz müzik dinler öyle gider evine. Mekânın kocaman duvarını kaplayan tablonun karşısına geçip gerçekleştiremediklerini düşünür. Ressam olma hayalinin Almanya’da bir çerçeve atölyesinde son bulmasını kabullenemez. Bir çıkış yolu arıyor ama şimdilik sadece düşünüyor, fazla düşünüyor. Düşünürken önünde duran ince pelur kâğıda bir şeyler yazıyor.
Barın üstündeki pirinç şamdandan yansıyan ışıklara dalmışken biraz uzağındaki ihtiyar adam dikkatini çekti. Dışarıdaki yağmurdan o da nasibini almıştı. Omuzlarında biriken suyu silkeledi. Barmene doğru eğilip içeceğini söyledi. Hali tavrı, üstü başı ile bu zamana ait değil gibiydi, bu yabancının varlığı, tablodaki düş dünyası kadar gizemli. Matadorlarınkine benzer dar siyah bir pantolon giymiş, dizlerinin altından fiyonklu beyaz ipek çorapları görünüyor. Belinde açık renk bir kuşak, kolları fırfırlı gömlek, üstünde kadife bir yelek ve yine kadifeden bordo bir ceket var. Uzun saçlarını at kuyruğu yapmış. Genç kadının onu dikkatle izlemesi gözünden kaçmadı, çapkınca göz kırpıp kadeh kaldırdı. Kadın da karşılık verince yaklaştı.
“Çok yorgun görünüyorsunuz…” İhtiyar adamın babacan tavrı hoşuna gitmişti.
“Öyleyim, ne kadar dikkatlisiniz…”
“İşim bu,” diyerek bakışlarını duvarda asılı tabloya çevirdi. Bir süre hiç konuşmadan tabloya baktılar. Kadın konuşmayı yeniden başlatmak için devam etti.
“Kıyafetleriniz ilgimi çekti özel dikim mi?”
“Aslında evet bir terzi dikti ama pek özel denemez, herkes böyle giyiniyor.”
Genç kadın bu yanıt üzerine etrafına göz gezdirdi, kot pantolon, gömlek, kazak, bot, mini etek deryasında herkesin tek tip giyindiği topluluğa bakıp soran gözlerle adama döndü.
“Başka bir zamandan ışınlanmış gibisiniz…” İhtiyar onu duymamışa benziyordu.
“Mozart’ın keman konçertosu bu, biraz dinleyelim mi?” Gözlerini kapatmış, yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşmişti.
“Mozart hep piyano için beste yapmış sanılır halbuki keman için yaptıkları da harikadır.”
“Bilmiyordum doğrusu, barın bu saatte klasik müzik çalması çok iyi oluyor,” dedi, müzik hakkında pek bilgisi olmadığını belli etmemeye çalışarak.
“İsminizi sormadım?”
“Francisco…”
“Ben de Işık, memnun oldum…”
“Işık, ne güzel bir isim, ışık önemlidir…”
“Hem de çok…”
“Ama gölge de…”
Bir barın ortasında, ışık ve gölgeden bahseden, tam bir sanatçıya benzeyen bu ihtiyar şehirdeki bir tiyatro oyununda başrolde falan olabilir mi diye düşündü bir an. Bara her yeni gelen müşterinin de ilgisini çekiyordu adam. Onlar konuşurken bar yavaş yavaş kalabalıklaşmış fonda çalan müzik, klasikten rock müziğe kaymıştı. Yerden tavana kadar uzanan camlar buğulanmış, ıslak giysi kokusu ortamı teslim almıştı. Camlarda müşterilerin çizdiği kalpler, oklar, harfler görünüyordu.
“Ne iş yapıyorsun Işık?”
“Ben aslında botanik ressamıydım ama artık çerçeve işi yapıyorum.” Adamın ressamım sözcüğünü duyar duymaz gözleri parlamış çerçevecilik lafı ile aynı hızla sönmüştü. Barda duran pelur kâğıdı eline almış, gözlerini kısmış okumaya çalışıyordu.
Tuval 35x45 9 euro Fırça seti 15 euro Palet 3 euro Boya 25 euro Toplam 25+ 15 = 40 +12 = 52 euro
| Oda kirası: 1050 euro Faturalar: 350 euro Ulaşım: 250 euro Sinema, tiyatro falan: 80 euro Market: 180 euro Toplam: 1910 Gelir: 2000 |
“Bu giderlerle, resim yapmaya devam etmek zor görünüyor.”
“Evet, resim yaparsam para biriktiremiyorum. Hâlâ küçücük bir odada yaşamaya devam etmek istemiyorum. Ressamlığı tam zamanlı yapmak için ya aileden zengin olmak gerekiyor ya da seni finanse edecek bir hami…”
“Gerekiyor, bilmez miyim? Ben şanslıymışım demek…” Işık, boş gözlerle adama baktı.
“Siz de mi ressamsınız?” İhtiyar adam başını sallayıp gözleriyle Cadıların Uçuşu’nu işaret etti. Eliyle boşluğa resimde görünen imzasını attı. Cadıların Uçuşu. Bara her adım atanı içine çeken resmin ismi. Sırf onu seyretmek için gelenler de olur. Havada uçan üç cadının corozaları yılan misali birbirine karışmış, ortalarına aldıkları çıplak ölü adamın kanını emiyorlar, yerde başını pelerinle örten bir köylü olanlara şahit olmak istemiyor. Diğeri de öyle. Dökülen gün ışığında şahit olmaktan kaçan köylülerin sessiz çığlıkları duyuluyor gibi. Arkada başı önde düşünceli bir eşek. Renkler gri, siyah, bordo, krem, zeminde beyazlar göze çarpıyor. Güneş şehirden yavaş yavaş çekilirken tablo da gölgelere teslim olmuş. Aslında saatlerce konuşulur hakkında.
Genç kadın bir şey anlamamış, soran gözlerle bakmaya devam ediyordu.
“O tabloyu yapan benim…”
“Hadi canım…” Ressam, evet anlamında başını salladı.
Genç kadının gözleri kocaman açılmış, dili tutulmuştu. Barmenden bir bardak soğuk su isteyen yaşlı adam, bardağı genç kadına uzattı. Işık yaşadığı şokla bara sıkı sıkıya yapışmıştı sanki zemin altından kayıyordu. Uzun süredir yaşlı adamı inceleyen barmen fırsatı kaçırmadı:
“Giyim tarzınızı çok beğendim.” Bir yandan da baştan aşağı müşterisini süzdü.
“Teşekkür ederim.” Tanrı ile antlaşmama kıyafeti de ekleseydim diye düşündü. Aklı küçük çaplı bir baygınlık geçiren küçük arkadaşındaydı.
Kadın biraz kendine gelince soru bombardımanı başlamıştı. Goya elinden geldiğince hızla yanıtlamaya çalışıyordu. Onun sorularıyla o günlere gitmiş her bir eserini yeniden hatırlamıştı, saray halıları, kiliselere yaptığı freskler, portreler, Velazquez’in orijinal tablolarını gördüğü ilk gün, aşkı, karısı Pepa, doğan ve ölen çocukları, boğa güreşi gravürleri, Fransız işgali, Alba Düşesi, kara resimler…
“Burası çok gürültülü ve kalabalık, evim hemen yakında, oraya gidelim mi?”
“Senin evine mi?”
“Evet, sessiz bir ortamda sizi dinlemek isterim, aslında şu anda şoktayım, ben de ne yapacağımı şaşırmış durumdayım…”
“Anlıyorum Işık ama benim fazla vaktim yok…”
“Öyle mi? Neden?”
“Ölürken Tanrı’ya yalvardım, beni tekrar dünyaya getir ama bu defa sağır olmayayım diye. Başka bir zamanda hayatı tekrar yaşamak istiyordum. Onunla kısa bir süre konusunda anlaştık. Ve işte buradayım. Bilirsin, neredeyse ömrümün yarısını sağır geçirdim, tiyatroyu, sohbeti, müziği çok severdim. Oyunlara giderken takip edebilmek için yanımda senaryoları taşırdım. Sağırlıkla bütün hayat neşem çalınmış, öfke dolu, kaba bir adama dönüşmüştüm. Bu ruh halim son yıllarımda eserlerime de yansıdı. Kara Resimler, mitolojik tablolarım öyle çıktı. Ama çok vaktim kalmadı şimdi sen bana anlat bu yeni dünyayı…”
“Neyi anlatayım ki? Aslında pek değişen bir şey yok…”
“Fransızlar yaman bir devrim yapmıştı, o mesela işe yaramadı mı?”
“Yani biraz, artık diktatörlükle yönetilen ülkeler hariç saray, kraliyet, asiller sınıfı gibi kavramlar pek kalmadı ama işçi sınıfı hâlâ sömürülüyor…”
“Onlar da kendini sömürtmesin. Doğaya bak, bir tane sömürülen hayvan var mı?”
“Orası öyle tabii. Ama yine de Fransızlar bu dünyanın en isyankâr ve en iyi örgütlenen halkı olmaya devam ediyor. Son protestolarından birinde Paris’in duvarlarına, ‘Bundan daha azı içi kralların kafasını aldık,’ yazmışlardı.”
“Ben 1824 yılında görmüştüm Paris’i. Arkadaşım Moratín’in evinde kalmıştım ama Fransızlardan pek hazzetmem.”
Işık, kendi kendine yok yok, bu hayal dedi, bugün müşteriler onu çok yormuştu. Birinin siparişini aramışlardı saatlerce atölyede, diğerinin çerçevesi camsız yapılmıştı. Bir diğeri yapılan işi beğenmemişti. Mendebur günlerden biriydi. Biraz gözlerini kapadı, bekledi. Tekrar açtığında işte yine oradaydı Goya, bütün azametiyle.
“İnanamıyorum, gerçekten siz Goya’sınız ve ben sizinle sohbet ediyorum şu anda!”
“Evet, Goya’yım ve sen de bugün bir muzice yaşıyorsun.”
“Sizin gerçekten Goya olduğunuzdan emin olmak için bana bu tablonuzu anlatır mısınız? Neredeyse her gün buraya uğrar Cadıların Uçuşunu incelerim ama bu eseri gerçekten anladığımı söyleyemem.”
“Osuna Dükü’nün siparişidir bu tablom. Halkın bilimden uzak batıl inançlarını alaya almamı istemişlerdi.”
“Bilmiyordum.”
“Aslında ben de yola bu amaçla çıkmış sonra halkın inançlarından etkilenmiştim. Cadılar burada sadece karanlık figürler değil. Onlar özgürlüğün, bilinmeyenin ve hayallerin simgeleri. Bu tablo, aynı zamanda korkularımızla yüzleşmenin de hikâyesi…”
“Korkularımız mı? Siz neden korkuyordunuz?
“Delirmekten, hastalığım tedavi edilemiyordu ve zaman zaman şiddetli hezeyanlar yaşıyordum.”
“Hiç böyle düşünmemiştim.”
“Aslında çok daha iyi, daha neşeli tablolarım var, neden bunu asmışlar anlamadım.”
“Seçen de belki korkuları ile yüzleşmek istemiştir…”
“Neyse boşver şimdi bunları. Sana bir şey sormak istiyorum. Şu herkesin gözünü alamadığı, elinde tuttuğu küçük siyah şey ne?”
“Haa o mu telefon. Akıllı telefon…”
“Telefon mu?”
“Tabii ya sizin ölümünüzden elli yıl sonra icat edildi. Yani bu cihazla dünyanın başka bir yerindeki biriyle konuşabiliyor hatta fotoğraf çekip, yazılarınızı gönderebiliyorsunuz. Para bile transfer ediyorsunuz.” Adam anlamayan gözlerle bakıyordu.
“İnsanoğlu aya da gitti demeyeceksin umarım.” Işık, başını salladı. İhtiyar adamın bütün bunları kavramasına imkân yoktu, zaten o da uğraşmadı.
“Tamam Işık, insanoğlu belli ki bilimde çok yol kat etmiş, zenginleşmiş. Peki ya sanat? Yeni dahi besteciler, ressamlar çıktı mı? Mesela Mozart, Vivaldi gibi birileri?”
“Hayır, sizlerden sonra ne dahi besteci çıktı ne de ressam, gerçi İspanya ressamlar konusunda bereketlidir. Picasso ve Dali’yi yetiştirdi ama öyle dahi diyeceğimiz pek kimse gelmedi.”
“Neden?”
“Çünkü yirminci yüzyılda psikoterapi diye bir şey keşfedildi ve psikiyatristler toplumda deli diye yaftalanan bütün dahileri tedavi ettiler.”
“Ne yazık…Böyle deli demeyelim de hayalperestlerin tedavi edildiği toplumlar neşesini de kaybeder…”
“Biraz öyle oldu galiba…”
“Bak sana ne diyeceğim, senin şu maddi durumlarınla ilgili, benim de mali sıkıntılar çektiğim zamanlar olmuştu, öyle zamanlarda alışılmışın dışına çıkmayı denerdim.”
“Nasıl mesela?”
“Büyük ebatlı eserler için tuval, boya masrafı çok tuttuğundan, on santimlik küçük gravürler denemiştim. Duvar dolaplarının içine sığan bu minik resimlerden çok satmıştım.”
“Yani sürümden kazanmıştınız.”
“Evet, şimdi buradan bakınca sadece ressam değil iyi de bir iş adamıymışım.”
“Gerçekten de öyleymişsiniz.”
“Resim yapmaya devam edebilmek için çevreni iyi gözle, elbet bir çıkış yolu bulacaksın.”
“Bu dediklerinizi düşüneceğim.” Genç kadın onun için adeta bir düğüm olan bu konu ile ilgili konuşmayı sevmiyordu. Karşısındaki Goya olsa bile. Heyecandan, gideceği baleyi unuttuğu aklına geldi.
“Fındıkkıran Balesine iki biletim var, beraber gideceğim arkadaşım hâlâ gelmedi, bana eşlik etmek ister misiniz?”
“Bale gösterisine eşlik etmek mi? İster miyim ne demek Işık, bayılırım.”
“Tamam o halde, yavaş yavaş yola koyulalım.” Eşyalarını toplarlarken Işık, hızlıca arkadaşına baleye gelme, sana sonra anlatırım diye mesaj yazdı.
Köln Opera binası, modern mimarinin bütün özelliklerini taşıyordu. Salonun büyüklüğü ve yüksek tavanı, Goya’nın hoşuna gitmiş sessizce her bir detayı inceliyordu. Yukarıdan yansıyan güçlü ışık gözlerini almıştı. Böyle gösterileri ne çok severdi, Moratín ile sık sık gittikleri Calle del Engaño geldi hatrına. Gösteri başlamış, dansçıların bütün enerjisi seyircilere de sirayet etmişti. Herkes yerinde kıpır kıpırdı. Ressam eğilip genç kadının kulağına fısıldadı:
"Bu hareketler, bu kostümler, dekor, hepsi şahane… Belki de insan, zaman geçse de aynı hikâyeleri farklı şekillerde anlatmayı seviyor. Eğer biraz daha zamanım olsaydı, bu sahneye bir Goya dokunuşu eklemek isterdim."
“Ah, keşke,” dedi genç kadın.
Bale bittiğinde Işık, Francisco'nun biraz önce oturduğu boş kalmış koltuğa baktı. Goya, artık yoktu. Son birkaç saattir yaşadıklarının hayal mi gerçek mi olduğunu anlamaya çalışırken, yan koltukta F.G harflerinin işli olduğu beyaz bir mendil gözüne ilişti. Yarın ilk iş ince uzun kağıtlara suluboya çiçek resimleri çizeyim diye düşündü. Kitap ayraçları yapar satardı, ne de olsa çok kitap okunuyordu bu ülkede.
Zeynep Öztekin Yıldırım
Harika bir öykü, emeğinize sağlık. Aynı hikayeyi farklı şekillerde anlatmak, büyüleyici...