Adadaki evde son günlerimizdi. Mevsimin erken inen sıcağında esintiye muhtaç, nostaljiye bulanmış günler geçiriyorduk. Yıllardır kendi hayatlarımızdan, işlerimizin yoğunluğundan ve anlamsız koşuşturmalardan vakit bulamadığımız uzun sohbetleri ediyor, şakalaşarak saatlerce tavla oynuyor, bardaktaki koladan yükselen baloncukları hipnotize olmuş gibi izliyorduk. O anda ihtiyacımız olan, adada geçmiş çocukluk yazlarından tasasız bir dilimdi; yazlığa geliş nedenimize aykırıydı.
Üçüncü günümüzde kapının önündeki masada otururken ağzımdan bir, “Yaz geldi,” çıktı. Yaz bahçeye, oturduğumuz o eski masaya ve tenimize, bir cemre misali inmişçesine. “Yaz geldi,” diye tekrar etti Semih. Can yalnızca başını salladı.
Yazın ve o anda yazlıkta olmamızın anlamını yeniden kavramışız gibi sustuk. Gözlerimizi birbirimizden kaçırıyorduk. Sessiz kalarak belki de girilmesi gereken ağır konuları bertaraf edebileceğimizi zannettik. Biz, üç kardeş, bir ayağı seken o eski masa etrafında gerçekleri yok sayarak, sonsuz bir çocukluk yazına kapılıp hayatın sonuna varabilirdik.
O anı tutup bırakmamak ister gibi avuçlarımı sıktığımı fark ettim. Böyle devam edemezdik. Avuçlarımı açıp önce ellerime sonra Semih’le Can’a baktım. “Hadi, daha fazla uzatmayalım,” dedim. “Şu işi halledelim.”
Suratıma isteksizce baktılar. Yine de ifadelerinde bir kabulleniş vardı. Kırklarında koskoca adamlar olsalar da çocukluk rollerini tekrar benimsemiş gibiydiler. Bense doğum sırası vesilesiyle abla olarak bana bahşedilmiş otoriteyi yeniden kazanmıştım. Muhtemelen artık ailenin en büyüğü olduğumdandı bu kabullenişleri ya da o anda Semih’le Can, işleri çekip çevirmek için sırtlarını bir kadına yaslama ihtiyacı duyuyorlardı. Semih, “Tamam, hadi o zaman,” dedi. Can kalkıp sandalyesini masanın altına itti.
“Şu işi halledelim,” demiştim demesine ama masadan en son ben kalktım. Böyle talimatların Hülya’dan gelmesine alışmıştım. Sesim Hülya’nın sesine dönüşmüştü, bedenense görevlerimi hâlâ tam içselleştirememiştim.
Başımıza gelecekleri aşağı yukarı biliyorduk. Aynı işi Hülya’nın şehirdeki evinde de yapmıştık. Çekiniyorduk. Yazlığa geldiğimizden beri onun odasına girmemiştik. Orası kapalı bir kutuydu; kapağı açılınca Hülya’nın gizemlerini, tıpkı kışlık evde olduğu gibi içindeki zemberekle üstümüze fırlatacaktı.
Semih’le Can arkamda bekliyorlardı. Ablalık rolü icabı, yalancı bir cesaretle odanın kapısını açtım. Hülya, baharatlı parfümüyle suratıma anıları ve acıları savurdu. Bu parfümü nasıl hiç sevmediğimi yeniden hatırladım ve ne çok sevdiğimi, dünyanın öbür ucunda bile bu parfümü duyunca Hülya’nın yakınlardan geçtiği hissine kapıldığımı, sabah kalkar kalkmaz sıktığı ve kahvaltıda midemi bulandıran o ağır parfümün, bizim için nasıl bir annenin ten kokusuna dönüştüğünü.
Can’a çöp poşetlerini, Semih’e ise merdiveni getirmesini söyledim. Odada yalnız kalınca iki duvarı kaplayan, iki ayrı koskoca gardıroba baktım. Tavana kadar uzanan o gardıroplar, yıllardır tek başına yaşayan bir kadının yalnızca yazlık kıyafetlerini kapakları ardında saklamalıydılar ama sakladıkları daha çoktu, biliyordum. Ruhuma fazlaydı, içindekileri tahmin ettikçe üstüme yığılıyorlardı, kapakları açmaya çekiniyordum, sıkışıyordum...
Semih’le Can odaya dönünce karmaşıklığımı belli etmeden soğuk bir “Hadi,” dedim. Şehirdeki evde yaptığımız gibi verilecekleri battal boy şeffaf çöp poşetlerine, atılacakları siyahlara, hatıra kalmasını istediklerimizi mavilere koymaya başladık. Gardırobun tepesinde kutular bulduk ve kutular ve iç içe geçmiş kutular... İçleri yazın sıcağında hiç giyilmemiş, poşetleri bile açılmamış, ten rengi yüzlerce külotlu çorapla dolu. Gardırobun tüm raflarına, etiketi kesilmemiş, askılı onlarca beyaz bluz dizilmiş. Yatağın ayak ucundaki sandıkta sanki ayakkabı kıtlığı çıkacakmış gibi istiflediği, aynı yazlık bez ayakkabıdan yüzlercesi. Hiç giyilmemiş hiç gün yüzü görmemiş, üstleri yer yer beyaz küfle kaplı.
Gardıroplardan birini boşaltınca daha kolay ve çabuk bitecek bir iş yapma isteğiyle şifonyerin çekmecesini açtım, açar açmaz bacaklarım tutmaz oldu. Siyah lastik tokalarla silme dolu, derinliği sonsuza yakın bir çekmece... Hülya’nın muhtemelen alabileceği en ucuz şeylerden biri olduğu için her görüşte alışveriş sepetine attığı, hiçbir özelliği olmayan, bir gün olsun saçına takmadığı yüzlerce toka.
Can sendelediğimi görünce, “Abla sen diğer gardıroba git, burayı ben hallederim,” deyip omzuma dokundu. Toparlandım. Diğer gardıroba gittim, kapağı açmadan önce Can’a baktım. Çekmecedeki avuç avuç lastik tokayı poşete atıyordu, atarken bazıları avuçlarından taşıp yerlere saçılıyordu ama Can duracak gibi değildi, çekmece boşalana kadar nefes almadan devam etti.
İkinci gardırop daha kolay oldu. Hülya o dolaba giydiği üç beş parça kıyafeti koymuştu. Bir iki fuları ayırdım. Önce onları alıp almamakta tereddüt ettim. Hülya gibi kokuyorlardı ama aslında Hülya değillerdi. Hülya kimdi? Parfümün katmanları altındaki Hülya’nın gerçek kokusu nasıldı? Bana gerçek Hülya ile ilgili hiçbir ipucu vermemelerine rağmen o birkaç kumaş parçasından ayrılamadım.
İşin sonuna gelip de bütün dolaplar ve eşyalar boşalınca, Semih’le Can poşetleri odadan çıkartmaya başladılar. Geriye yalnız, yatağa serilmiş nevresim takımı kaldı. Yatağı kumaşlardan sıyırıp çıplak bıraktım. O zaman oda, ilk kez Hülya’nın yokluğuyla tamamen kaplandı. Boştu, anlamsızdı, yabancı bir odaydı. Bu Hülya’nın boşluğu muydu yoksa kendi içiminki mi? Bulanıktım. Semih’le Can son poşetleri de almaya gelince toparlandım. Odadan çıktık, kapıyı Hülyasızlığa kapattım.
Akşam yine kapının önündeki masada yemek yedik. Sonra susup kaldık, elimizde şarap kadehleri, gözümüz uzaktan görünen denizde. “Hülya’yı anlatalım,” dedim, sanki birilerine anlatmamız gerekirmiş gibi, “bahsetmek” yerine “anlatmak” fiiliyle. İçimde onu birilerine açıklama ihtiyacı mı doğmuştu? Belki de ortaya birkaç güzel anı atıp o gün ve bütün hayatımız boyunca savaştığımız, dışarıdan sakin, ciddi ve ayakları yere basan görünen, içindeyse psikolojisinin kırıklarıyla enkaza dönüşmüş o kadını aklımızdan silmek istiyordum. Güzel hikâyelerden oluşmuş bir anne kalsaydı bize. Hiç olmadığı birine dönüşseydi.
Herkes birbirini bekler gibiydi. Bir süre sonra Semih, “Kız arkadaşım Nurcan’ı hatırlıyor musunuz?” dedi.
Düşündüm. “Yan siteden Nurcan mı?”
“Evet, o.”
Can, “Ben hatırlamıyorum,” deyince, “Sen küçüktün,” dedim, “Hâlâ ilkokuldaydın. Bizse aşkla mücadeledeydik.” Neden bilmem? Hülya ile mücadelem, ağzımdan aşkla mücadeleye dönüşüp çıkmıştı. Halbuki o yıllarda aşklarımız şeftali pembesiydi. Tatlıydı. Öyle miydi? Yoksa kendimizi bulma savaşında kalp yaraları daha derin, kırıklar daha ölümcül ve terk edilişler daha mı kanatandı? Nasıl olup da anıların üstündeki katmanları kaldırdıkça insanın hisleri bunca farklılaşıyordu? Hülya’yı hatırlayışlarımda da bir gün acılarla tatlılar yer değiştirecek miydi?
Semih, “Nurcan’la deli gibi âşıktık,” dedi. “Yaz aşkı işte... Böyle meltemli gecelerde Yorgo’nun çardaklı çay bahçesinde Pepsi kola içtiğimiz, plajın karanlığında el ele tutuştuğumuz, arkadaki tesislerden pop şarkıları çalarken yıldızları izlediğimiz falan... Sonra yazın sonuna doğru cesaret edip Nurcan’ı Hülya ile tanıştırmaya getirdim. Heves işte… Bütün akşam, bak abartmıyorum, bütün akşam kıza sokmadığı laf kalmadı. Kıza dünyanın en salak insanıymış gibi davrandı. Her zamanki Hülya ama o zamanlar ben ne bileyim, bize yaptığı deliliği kızcağıza da yapacağını? Kız da ‘Hülya teyzeciğim, Hülya teyzeciğim...’ diye diye helak oldu. Hülya durur mu? ‘O öyle olmaz.’ ‘Bu böyle olmaz.’ Şimdi geçmiş zaman, olmayan neydi, onu bile hatırlamıyorum. Biz Hülya’yla bir hayat geçirince nasırlaşmışız, gözyaşı falan hak getire. Nurcan yavrum, Hülya’yla iki saatten sonra iki gözü iki çeşme… Aldım dersimi tabii, bir daha hiçbir sevgilimle tanıştırmadım Hülya’yı. Bir Sevda ile, o da evlenmeden iki gün önce.”
Semih gülmeye başladı, önce sinirli sinirli, gülüşünün içinde yaralarını saklayamadan ve Hülya’yı bolca suçlar titreşimlerle. Sonra iyice saldı kendini, içten ve eğlenerek gülmeye başladı. Ona, “Bula bula anlatacak bunu mu buldun?” demedim. Belli ki içinden çıkartmak istemişti. Belki yazlıkta oluşumuz çağrışım yapmıştı. Ya da bulabildiği en çıplak yaralanışlardandı.
Semih’in gülüşü yavaş yavaş sönüp de gözleri dalınca bu sefer benim ağzımdan planlanmamış bir “Ortaokulu bitirdiğim seneydi,” çıktı. “Buradaydık. Hülya yine takılıyordu o dönem vurgulu vurgulu, ‘Şu kat’tiy’yen yenmeyecek, bu her gün mut’la’kaaaa yenecek’ diye. Vardı ya o dönemleri? Her gün aynı şeyi yiyip bize da aynısını zorladığı… Bir de hastalık saplantısı iyice kabarmıştı. Dondurma ‘kat’tiy’yen’ yenmeyecekti. Şekerdi, kilo aldırırdı, boğazımızı üşütürdük. Ben de tutturdum, bir kavga bir gürültü. ‘Yiyeceğim, yemeyeceksin, yiyeceğim, yemeyeceksin...’ Ne yaptım? Oturdum, harçlıklarımı biriktirdim. Diğer kızlar bileklik yapmak için paralarını ipe ya da o zamanlar vardı ya hani saç ördürürlerdi, işte o şeylere harcarlarken ben tek kuruşu harcamadım. Tatilin son günü gidip iki kilo dondurma aldım. Şu karşıdaki kaldırıma oturdum. Hülya da burada, yaz sıcağında hırkasına sarınmış, akşamüstü bitki çayını içiyor. Başladım karşısında yemeğe. Önce yerinde bir kıpırdandı, sonra komşulara rezil olmayalım diye bir şey demeden sinirli sinirli beni izledi. Yedikçe yedim, yedikçe yedim. Sonra midem kalkmaya başladı tabii ama inat ya, çenemden dondurma akana kadar, kutunun dibini görene kadar, hırsla... Ertesi gün boğazım iltihaplandı. Hülya’dan bir ton azar işittim. O olay tetikledi her şeyi, bütün birikmişleri çıkarttı. Art arda bir sürü psikolojik problem, yeme bozukluğu falan, biliyorsunuz işte... Hülya kaşık kaşık kazıdı içimden yeme isteğini.”
Son cümlemle duraksadım. O gün her konuyu, yanlış konuya bağlıyordum. Hülya’yla mücadelemin aşkla mücadeleye dönüşüp çıkması gibi, bu da ağzımdan yanlış çıkmıştı. Yıllarca Hülya’nın içimden kazıdıkları aslında başkaydı, onun yokluğunda bile hala söyleyemiyordum. Semih gibi ben de gülmeye başladım, ben gülünce Semih’le Can da gülmeme katıldılar. O anda en komik olmayan şey, en komikti, travmalarımız, en hafif komedi filmi. Gözümüzden yaş gelene kadar güldük, birbirine kapılıp sahile vuran dalga dalga kahkahalarla, gittikçe ivme kazanarak, güldüğümüz anıların acısını unutana kadar.
Durur gibi olduğumuzda Semih, “Hülya öyleydi,” dedi, “...bir şeye takıldı mı istediğin kadar yalvar, yine de izin vermezdi.”
Can masaya dalmış gözlerle, “Öyleydi,” diye tekrar edince Semih ona döndü, “Hadi be! Sen nereden bileceksin? Ne yaptıysa bize yaptı. Sen ne istediysen ikiletmedi. Evin en küçüğüsün diye...”
Hülya’nın Can’ı şımartma nedeninin evin en küçüğü olmasından gelmediğini ikimiz de biliyorduk, yine de bir şey demedik. Can, Hülya’nın aşkına çok benziyordu. Suretleri birdi. Bu hep bilip hiç söylemediklerimizdendi. Can’ın taşıyacaklarına bu yükü de ekleyemezdik.
Can itiraz etti, “Yok valla, bana da yapmışlığı var!”
Semih, “Ne yaptı len sana?” deyince bir an düşündü. Sonra, “Şey yaptı ya… Mesela burada tatildeyken… Herkes denizde oynardı, ‘Başına güneş geçecek’ diye beni denizde arkadaşlarımla oynamaya salmazdı.”
Semih’le birbirimize baktık. Semih hızla peçetesini avucunda top yapıp Can’ın kafasına fırlattı, “Hadi len! Bu mu senin Hülya travman?”
Yine katıla katıla güldük. Çok güldük. Hülya’nın yaptırmadıklarına, takıntılarına, karşı çıktıklarına, hepimize biraz bulaşan inadına, zayıflıktan eriyip gidene kadar ‘Onu yemem, bunu yemem,’ saplantılarına, hiç gülünmeyecek yaralarımıza delicesine güldük, ikiye katlana katlana. Bütün gülüşler ve suskunluklar arasında Nedim’in adını ağzımıza hiç almadık. Hülya için zaman zaman “anne” sıfatını kullansak da onu beraberlikleri boyunca hep değersiz ve eksik hissettiren, onu üç çocukla bırakıp giden ve onun, bizim, bizden sonraki nesillerin ve dokunduğumuz tüm sevdiklerimizin psikolojisini zincir zincir bozan Nedim’i, ne adıyla ne “baba” lakabıyla çağırdık.
Ertesi sabah kahvaltıdan sonra evin bütün camlarını açtım. En son Hülya’nın odasına girdim. Orayı da havalandırdım. Parfümü iyice silikleşmeye başlayınca sanki bir günlüğüne daha onu içeride tutabilirmişim gibi alelacele camı kapattım.
Gidip poşetleri arabaya yüklemeye başladık. En az yirmi otuz battal boy poşet vardı, hepsi tek seferde arabaya sığmadı. Anlamsız, az kullanılmış, bazen paketi hiç açılmamış, bir kadının kendini tatmin etme çabasıyla biriktirilmiş kıyafetlerle ve eşyalarla arabayı doldurduk. Önce verilecekleri belediyeye bıraktık sonra bir kısmını konu komşuya dağıttık, geri kalanını çöpe attık.
Eve dönerken Semih direksiyonu Poyraz Burnu’na kırdı. Kayalık, suyu çivi gibi tesis olmadığından tatilcilerin pek gitmeye heves etmediği, bizimse Hülya’dan kaçıp kaçıp sularına atladığımız, yıllardır hiç değişmemiş Poyraz Burnu... Sahile varır varmaz Hülya’nın sesini duydum, “Biraz oturun, ısının, deniz sonra.” Dışarıda kırk derece sıcak varken denize girmeden önce ısınmamızı isteyen Hülya. Bizi hastalığa, dış etkenlere, belki kendimize karşı gereğinden fazla korumaya çalışıp boğan Hülya. Kendisi ile sevdikleri arasına hastalıklarla ölümün girmeyeceği korunaklı bir alan yaratmaya çalışan, terk edilme korkusunu satın aldığı ucuz nesnelerle tatmin etmeye çalışan, o bir deri bir kemik Hülya.
Denize ilk ben koştum, arkamdan Semih’le Can da suya atladılar. Oynadık çocuk gibi, suları sıçrata sıçrata ve bağıra bağıra. Birbirimizin suratında, geçen yılları artık göremez oluncaya kadar kahkaha attık. Sonra içimizdeki Hülya’yı denize bıraktık.
Zeynep Paftalı
Kommentarer