O sabah, metroya üç kaplan bindi. Tarçın rengi iri gövdelerinde siyah çizgiler, çenelerinin altında muntazam beyazlık, bakışlarında soylu bir öfke. Onlarla karşılaşan yolculardan kapıları yumruklayanlar, çığlık atanlar, kaçmak isteyip kaçamayanlar, yaşananları telefon kamerasına kaydedenler, gözlerini sıkıca kapatanlar vardı. Kaplanlardan çelimsizi, kuyruğunu hızlı hızlı sallayarak arka sıraya yöneldi. Koltuklarda oturan yolcular dizlerini karınlarına çekip ayaklarını yukarıya topladılar. Kaplan, altmış yaşlarındaki, kasketli adamın önünde gövdesini dikleştirdi. Adam, “Hayır!” diye bağırarak gerisin geri koltuğuna yapıştı, camı defalarca yumrukladı. Kaplan, onun üzerine atılıp omuzlarını kavradığında hırıltısı yükselmişti. Bıçakları kıskandıran dişlerini adamın soluk borusuna sapladı. Delinen soluk borusundan tazyikli kanın fışkırmasıyla hava dehşete büründü.
Kıvırcık saçlı genç bir erkek, ayağa kalkıp avuçlarını insanlara çevirdi, yüksek sesle “Hep bir ağızdan bağırırsak hayvanları şaşırtırız,” dedi heyecanla. Yolcular, gırtlakları sızlayana dek bağırdılar, inandılar böyle kurtulacaklarına. Kaplanların bıyıkları titriyordu, kuyruklarında devinim. Öfkeleri bulaşmaya hazırdı. Kaplanların ikisi hareketlenirken köşedeki kadın bayıldı, yanındaki çocuğu titredi. Orta bölmedeki boşluğa pusmuş yolcuyu paçalarından yakalayıp sertçe çevirdiler. Topaca dönen yolcunun yanağı yüzünden ayrılmıştı. Elmacık kemiklerinin üzerinden incecik bir deri sarkıyordu. En yakın durağa kalan kırk saniye herkesi paniğe boğdu. Zamanı böylesine güçlü ayırt edişleri ilkti.
Üç kaplanın irisi, zemine uzanmış, çenesindeki kanı temizliyordu. Diğer ikisi birbirini izliyordu. İnsanlar kopmuş uzuvlara bakmamaya gayret ediyorlardı. İdrar birikintileri yerde yön değiştiriyordu. Metro durduğunda yolcular kaçmaya çalıştı. Kaplanları durakta görenler kaskatı kesildiler. Kalabalıktan ayrılmaya çalışanlar çarpıştı, düştü, yaralandı. Dört kişi öldü metroda. Farklı yaşlardan ve farklı mesleklerden dört erkek. Muhabirler, olay yerinden canlı yayın yaptı, tanıklar yaşanan dehşeti bire bin katarak anlattılar.
Araştırmalara göre; kaplanlar hayvanat bahçesinden firar etmemişlerdi, ülkede kaplan da bulunmuyordu. Nereden geldiklerini çözemedi kimse. Yöneticilerin tek isteği onları en kısa sürede yakalamaktı. Polislere uyuşturucu iğneler verildi, mobese kameraları takip edildi ama nafile. Yoktular.
O akşam beş kurt, alışveriş merkezine girdiğinde ulumaları çalan müziği bastırdı. Kurtların gelişini duyan mağaza çalışanlarının eli ayağı birbirine karıştı, dükkânları kapatmaya çalıştılar ama onların hızına yetişemediler. Artık söylenen kurtların şarkısıydı. Sürünün arkasındaki heybetli kurt, öne çıkıp çenesini kaldırdı. Gözleriyle etrafı taradı, koridorda koşan adama arkadan saldırdı. Onun hamlesi diğer kurtları harekete geçirdi. Dört bir yana dağıldılar. Saldırıya uğrayanlar önce “Anne!” diyordu, sonra “Allah!” Manzaraya şahit olanlar, yürüyen merdivenlere, asansörlere koştu. Bazısı kendini tuvalete kilitledi. Katları çıkanlar şokun etkisiyle hareketsizleşenleri gördüler. En üst kata ulaşanlar terasta gizlenmeye kararlıydılar. Terasta yaklaşık altmış kişi vardı. İçeriye girer girmez ikili cam sürgüyü çektiler. On beş kişi sırtını kapıya dayadı. Onların karşısındaki insanların dudakları aralandı, göğüsleri inip kalktı. Kurtların üçüyle göz gözeydiler. Kopan şangırtıyla bağırışlar arttı. Yağan sivri parçalar kapıya dayananları yaraladı.
Dişi kurt, terasın sağındaki duvara sıkıca yapışan adamın boynuna atıldı. Kurdun çenesinin açılmasıyla ısırmasının arası saniye sürmedi, duvarlar kan damlalarıyla lekelendi. İnsanlar, korku içindeydiler. Zamanla küçülen dişlerine karşılık sadece el becerileri vardı ve onlarla kurtları alt edemediler. Sesleri kısılana dek feryat ettiler.
Kurtlar birer oktular, devam ettiler işgale. Her şey sona erdiğinde dişlerindeki et parçalarını tükürdüler. Merdivenlerden indiklerinde, her katta irili ufaklı kan gölleri oluşmuştu. Güvenlik görevlisi silahına davranırken gözden kayboldu sürü. Yedi kişi öldü. Aralarında hiç bağ görülmeyen yedi erkek.
Kurtlar, son dakika haberiydi. Devlet başkanı yaptığı açıklamalarla halkı rahatlatmaya çalıştı. Mimikleri donmuştu, alnında ter damlaları… Korumalarının sayısını artırdı, halka açık yerlere gitmemeye çalıştı, programlarını erteledi. Daha önce defalarca bölünen halk tekrar bölündü. Başlarına böyle bir şey gelmeyeceğine inanıp rahat tavırlar sergileyenler, evden çıkmama kararı alanlar, komplo teorileri üretip ortamı iyice gerenler, “doğanın intikamı” deyip sevinenler… Her grup, kendisiyle aynı düşünenleri etrafına topluyor, karşıt görüştekilere cephe alıyordu. Hayvanlar, otuz altı gün boyunca görülmedi. Kimse onların tekrar şehre inmesini beklemiyordu. Unutuşun toprakları kolayca eski hâline dönmüştü.
Öğle vakti, kaplanlar, kurtlar ve sırtlanlar devasa hayvanat bahçesinde buluştu. Hiç ziyaretçi yoktu. Hayvanlar hemen kafeslere yöneldi. Pençeleriyle, ağızlarıyla tel örgüleri parçaladılar. Fil, panda, vaşak, zürafa, orangutan, zebra, gergedan… Vaşak saldırı pozisyonuna geçti, sırtlanlardan tedirgin olmuştu. Bir tehlike olmadığını hissedince gerindi, esnedi, ön ayaklarını uzattı. Fil, prefabrik kabini hortumuyla sarstı. Görevlinin boğazına hortumunu dolayıp onu havaya kaldırdı. Adam nefessizlikten çırpınıyordu. Fil, adamı yere indirdi, koca ayaklarıyla onu çiğnedi. Çatırdama sesleri duyuldu. Adamın bedeni, öğütülmüş buğdaylara dönmüştü. Hayvanlar cesedin üzerinden geçip oradan ayrıldılar.
Gece yarısı yirmi sırtlan, ünlü bara girdiğinde, içeridekiler sayıca bin kadardı. Karanlığa vuran spot ışıklar altında dans edenlerin gözleri bulanıklaştı. Sırtlanları, alkolün ve uyuşturucunun tesiriyle halüsinasyon zannettiler. Bar tezgâhındaki şişelerin devrilme sesleriyle o etkiden çıktılar. Barmenler, arka bölmedeki dinlenme odasına gizlendi. Sıkıca kilitlediler kapıyı, müşterileri içeri almadılar. Peş peşe atılan tekmelerle kırıldı kapı. Müşterilerle barmenler dövüştüler. Kalabalığın arasından sıyrılıp kaçanlar, otoparkın yolunu bulmakta zorlandılar. Bencillik, çaresizlik ve endişe, gecenin hâkimiydi.
Klanın başı kraliçe sırtlan, birinin göğsüne saldırırken öteki sırtlanlar geldiler. Paylaştıkları iri gövde delik deşikti. Otuz yaşlarındaki adamın bağırsakları karnından dışarıya sarkıyordu, adam henüz ölmemişti, dağılmış dokuları ortadaki sırtlanın burnuna değiyordu. Sırtlanların ikisi, lobi bölümündekilere saldırdı. Kenardaki kadının kaçmasına fırsat vermediler, bacaklarını ısırıp yere devirdiler. Çenelerinden aldıkları güçle derisini sıyırdılar. Kadının vücudundan ayrılan uyluk kemiği, kafatasına değiyordu. Silah seslerinin duyulmasıyla arttı kargaşa. Polis memurunun tabancasından çıkan mermiler, kraliçe sırtlanın gövdesine saplandı. Liderlerinin can çekiştiğini gören sırtlanların hiddeti yükseldi. Atağa geçip polislere saldırdılar. Kayıpları artınca izlem değişti. Kasırga olup kayboldu klan.
Polisler, üç sırtlanı öldürünce duruşları dikleşti, zafer sarhoşuydular. Bar boşaltıldı, fenalaşanlar hastaneye kaldırıldı. Sırtlanların saldırdığı herkes hayatını kaybetmişti. On dört kişi öldü. On iki erkek, iki kadın. Ölenlerden biri dizi oyuncusuydu, öbürü siyasetçi. Ünlü isimlerin ölmesiyle olayın boyutu değişti. Önlemler artırıldı, üç gün sokağa çıkma yasağı ilan edildi. İnsanlar, silah dükkânlarını yağmaladılar. Stoklar tükenince atış poligonlarını soydular. Zamanla sesler kısıldı, adımlar sekteye uğradı. Çektiler perdeleri, hiç yalnız kalamadılar.
Son olaydan sonra bölgeden kaçanların sayısı arttı. İnsanlar, vahşi hayvanlar tarafından öldürülme düşüncesine dayanamıyorlardı. Öldürülenlerin aileleri, kimden hesap soracağını bilemiyor, yetkililere hayvanları yakalaması için yalvarıyordu. Halk, başkanın aldığı önlemlerle korunamayacağını anlamıştı. Çoğunluk, hayvanların reflekslerinden genelleme yapılamayacağına inanıyor, tesadüf kelimesine sığınarak kendini teselli ediyordu.
Televizyonlarda, dijital platformlarda, “Hayvanların Darbesi” başlıklı programlar hazırlandı. Zoologlar ve etologlar, olaylara dair tahminlerde bulundu. “Hayvanlar aç kalmıştı, belli aralıklarla ihtiyaçları karşılanmalıydı.” Hayır. “Hayvanlar yönlerini şaşırmıştı.” Hayır. “Dağlarda, meralarda, çayırlarda, büyükbaş ve küçükbaş hayvan sayısı azaldığı için vahşi hayvanlar önce oralara inmiş, sonra şehre geçmişlerdi.” Hayır. “Vadilere saklanmış olabilirler, iyice araştırılmalı.” Hayır. Getirdikleri yorumlar sıradandı, gerçeğe uzaktı. Hayvanların gizlenmediğini göremediler bir türlü.
Bu esnada kırk yaşlarındaki bir gazeteci, ipuçları buldu. Ölenlerin sicilini incelemişti, tümevarımla sonuca ulaşmaya çalışıyordu. Hayvanlar tarafından öldürülen yirmi beş kişiden dokuzunun sicili bozuktu. Onların kediyi eziyet ederek öldürme, köpeğe tecavüz, ördekleri yakma gibi suçları işlediklerini gördüğünde, hayvanların neden insanları katlettiğini kavradığını sandı ama geriye kalan on altı kişinin hayvanlarla ilgili bir suça bulaştığına dair kanıt bulamadı. Her suçun açığa çıkmadığını bilse de diğerlerini zan altında bırakmaktan şimdilik vazgeçti.
Sabah olduğunda, her şeyi başlatan kaplan havaalanında pusudaydı. Bir çift kehribardı gözleri; kızgın, kederli. Kulaklarının arkasındaki beyaz nokta, siyah tüylerle çevriliydi. O nokta ki, türdeşleriyle iletişimini sağlayan cisimdi, en kuvvetli yanı. Başını çevirdiğinde beklediği kişinin geldiğini gördü. Kulaklarını dikti, silkindi, olanca hızıyla fırladı. Koca ayaklarıyla karşıdan gelen avını sarmaladı, bacaklarını kapan kıldı. Onun kalp atışlarını duydu, dünyanın gürültüsünü… O, “Yardım edin!” diye bağıramadan sesi kesildi. Kaplanın tüyleri gırtlağına dolmuştu. Kaplan, adamın ensesine kenetlenip boyun kemiğini kırdı. Avın gözlerinde, kara köpeğin silueti vardı.
Zeynep Tuğçe Karadağ
Öyküyü sesli dinlemek için:
Comments