top of page
Yazarın fotoğrafıİshakEdebiyat

Şeyda Başer Eroğlu Yazdı- Gülhan Tuba Çelik'in Gözünden Suriçi

Umberto Eco’nun “Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın” eserinde şöyle bir cümlesi var:

“Anlamsız olan kadar yarım üretilebilen bir şey yoktur.”

Son dönemde okuduğum yeni çıkan öykü kitaplarında sıklıkla karşılaştığım bu duruma en uygun sözcük “anlamsızlık” sanıyorum. Bugün bitirdiğim “Onlar ve Köpekleri”nin bu kelimeden uzak olmasına sevindiğimi belirtmeliyim. Bunu söylerken Gülhan Tuba’nın eserine tek anlamlılığın hâkim olduğundan söz etmiyorum tabii. Benim kastettiğim bazı yazarların kimsenin bilmediği bir mitoloji kurmaya çalışması ya da öyküden çok kapalı metinler yazması. Değineceğim pek çok şey olduğundan bu bahsi kısa kesiyorum, sonuçta “Onlar ve Köpekleri” bu kategoriye girmiyor.

2021 Nisan’da Epona Yayıncılıktan çıkan on iki öykülük eserin bana göre, en önemli mi demeliyim, öne çıkan özelliği mekânlar. Terazinin bir kefesine mekânları, öbür kefesine karakterleri koyduğumda ilki ağır geliyor. Yazar, günlük yaşantımızda her gün gelip geçtiğimiz, binlerce detayı olmasına rağmen dikkatimizi çok az çeken ya da hiç çekmeyen yerleri edebiyatın gücü sayesinde okura tekrar hatırlatıyor. Belki de bütün bu sebepten edebiyat, hayatı daha iyi algılamamızı sağlıyor diye düşündürüyor bana. Çelik bunu yaparken okuru detaylara boğmuyor.

Öykü girişleri çoğunlukla eylemle başlıyor. Bana göre ilk cümle önemli çünkü ilk cümle bir yandan olayı belirli bir uzama ve zamana yerleştirirken diğer yandan da ana karakteri karşımıza çıkarıyor. Örneğin kitabın ilk öyküsü “Sınır”da “Mecitbey Sokağı’na yaz birdenbire geldi,” (s.7) cümlesindeki Mecitbey Sokağı’nın Fatih’te olması, bölgenin demografik yapısını vermesi nedeniyle bana göre neredeyse bir betimleme değerinde. “Sınır”ı okumaya devam edemiyorum çünkü noktalı virgüller beni duraklatıyor. Yedi noktalı virgülden sonrasını saymayı bırakıyorum. Bu konuda GertrudeStein gibi düşünüyor, bütün noktalama işaretlerinden kurtulmak istiyorum. Noktalama işaretleri metnin ritmini, vurguyu ve şimdi aklıma gelmeyen bazı şeyleri düzenliyor diyebiliriz fakat içinde bulunduğumuz hız çağında, emojiler ve kısa tivitlerle meramımızı anlatırken bütün o işaretler okuru yavaşlatıyor. En çok da noktalı virgülden kurtulmak istiyorum. Kurt Vonnegut’un yaratıcı yazarlığın birinci kuralı olarak noktalı virgülden kurtulmayı salık vermesi bence yersiz değil. Edebi metinlerde noktalı virgül yasaklanmalı, tabii bu görüşüme katılmayanlar olabilir.

Aynı öykünün dördüncü cümlesine takılıyorum. “Hareket başlamadan önce mahallenin çöpçüsü herkes için yolları temizliyor, kaldırımlar da süpürüldükten sonra ara sokaklardan insanlar çıkıp Mecitbey’de buluşuyor.” (s.7) Bu sıralı cümlenin çatı uyumsuzluğu dikkatimi dağıtmadı değil. Hikâye, Şevket ve Esma’’nın birbirine zıt karakterlerinin çatışmasıyla sürüp gidiyor.

İlahi bakış açısıyla yazılmış öyküleri okurken birinci şahıs anlatım mı yoksa üçüncü şahıs mı daha güvenilirdir, diye düşünüyorum. James Wood “Kurmaca Nasıl İşler” eserinde “Üçüncü şahıs, her şeye hâkim anlatım, her şeye hâkim değil, daha taraflıdır,” diyor. Çelik’in öykülerindeki yazar anlatıcı da bana taraflı geliyor.Bu taraflılık hissine “Sevecekmiş Gibisin, Şeyler ve Kapılarda” öykülerinden birer örnek verebilirim.

“En çok annesiyle babasının bir hafta arayla ölmesiyle yok olmuştu ayakları. Sonra da her işine kendisi koşmaktan. Gide gele yol ettiği çöplüklerden ekmeğini dermişti. Ayaklarıyla sevgiler bulmuştu kendine.” (s.22)

“Ne olduğunu anlamadan kendini evin kapısında bulduğu gibi; kendini ölümün kapısında bulacağı gibi o da kendini ölümün kapısında bulmuş muydu yoksa. Burada bu hamallar üç beş nakliye işi çıkmasını beklerken bir dua üfler miydi göğe.” (s.60)

“Ne zaman kaybetmişlerdi heyecanı, sıcaklığı? Nasıl bu kadar alışmışlardı ki birbirlerine? Uzun zamandır böyleydi de işten çıkarılıp kendiyle baş başa kaldığında mı fark etmişti bu durumu?” (s.77)

Bu durumun en büyük sebeplerinden biri bana göre hâkim bakış açısıyla yazılan bir metinde serbest dolaylı anlatım kullanılmasından değil aslında, serbest dolaylı anlatımdaki anlatıcının soru cümlesi kurması benim gözümde her şeyi yerle bir ediyor. Bunu başka bir yazımda tekrarladığımda az kalsın sosyal medyalinçine uğruyordum. Önemi yok çünkü bu benim görüşüm. Geçenlerde okuduğum Katherine Mansfield’in “Koyda” eserindeki serbest dolaylı anlatımın sorularının da üstünü çizdim. Yalın üçüncü kişi, hâkim bakış açısı her ne isim veriliyorsa artık, çünkü bugünlerde kavram patlaması yaşanıyor, serbest dolaylı anlatım birçok çözüm üretmekle birlikte kurmaca metinlerde bir sorunun da altını çiziyor. Karakterlerin kullandıkları sözler kendi sözleri gibi mi, yazarın sözleri gibi mi görünüyor?İşte burası tehlikeli, metnin kalitesini düşürüyor. Yazar bir yandan kendi üslubunu kurmak isterken diğer yandan karakterlerin konuşma biçimlerine doğru kayabiliyor. Okur da böylece yazarın kimi zaman karakter kimi zaman kendi olduğunu kabul edebiliyorsa da yazar bu anlatımla soru cümlesi kurduğunda hem kâğıt kulenin devrilmesine hem de yazarın tarafsızlığının bozulmasına neden oluyor. Ayrıca her şeyi bilen anlatıcı neden bilmiyor gibi bir tavır takınma ihtiyacı hissediyor? Bu konu çok su götürür gibi.

Öykülerin pek çoğunda adları ve hareketleriyle canlandırılan karakterler kimi yerlerde tip olarak kalıyor. Tabii ki romana kıyasla öyküde karakterlerin karmaşıklaşması nadiren ulaşılabilecek bir düzeydir, fakat bence yine de yalnızca bir isimden ibaret olmamalılar. “Onlar ve Köpekleri”nin ilk öykülerinde karakterleri adlarıyla tanırken sonrakiler yalnızca cinsiyetleriyle karşımıza çıkıyor. Bunun yanında nasıl ki bir karakterin ülser ilacı kullanması duyarlı biri olduğunu gösterirse Çelik de öykülerinde karakterin eşyalarla ilişkisinden, hareketlerinden ve söylemlerinden yola çıkarak okura ip uçları veriyor. Anlatmaması, göstermeyi, sezdirmeyi tercih etmesi kıymetli.

“Sevecekmiş Gibisin” öyküsünde Umut’un sakar biri olduğunu gündelik eylemlerinden anlıyoruz.

“Mutfak dolabını yerleştirirken sandalye kırılınca başını masanın köşesine çarpıyor, neredeyse gözünü kapatacak morluk bir ay yüzünden çıkmıyordu. Ayağı tökezleyip kaldırıma yapışıyor, iki hafta sızlanarak dolaşıyordu.” (s.17)

Yine “Sadece” öyküsünde Halil’in annesinin özelliklerini bir diyalogdan anlayabiliyoruz.

“Kalkın, kalkın güneşin doğmasına on dakika kaldı; yarım saattir seslenip duruyorum, uyanmak bilmediniz. Hemen abdestinizi alın.” (s.27)

Eseri okurken aklıma Tahsin Yücel’in “Yazının Sınırları” kitabından bir cümle geliyor. Kitabı bulup cümleyi tekrar okuyorum. “Gerçeğin yaşanmış olması her yönüyle görüldüğünü, kavrandığını, bilindiğini göstermez: yaşanmış da araştırmayı gerektirir.” Gülhan Tuba Suriçi’ni karakterleri vasıtasıyla bize gezdirirken alt metine yerleştirdiği bazı bilgileri de aktarıyor. Bu da geniş bir araştırma gerektirir diye düşünüyorum. Gerçek mekânlarda kurmaca yaratmak için kaçınılmaz bir eylem.

“AlyanakTekkesi’nin kalıntıları üzerine kurulmuş Uzun Yusuf Mescidi’ni” anlatırken tarih, hikâye karakterlerinden Kaan’ın insan duygularıyla ilgili diyalogunu yazmak için psikoloji ya da Kalanlar’daki jokeylikle ilgili bilgiye ulaşmak için araştırma yapma gerekliliği aşikâr.

“Tabii canım jokeyin boyu önemliymiş. 1.55’in üzeri olmaz. Kilo da sabit. 48.” (s.36)

Çelik, kitabında küçük insanların, sıradan şeylerin hikâyesini anlatıyor. Bu insanlar genellikle mekânlar tarafından kuşatılmış, sıkılmış karakterler. Gerçek dünyada yalnızlar.

“Perdelerini en son ne zaman açtığını hatırlamadığı karanlık evinin salonunda saatlerdir oturuyordu.” (s.99)

Evindeki “kokan, kötü, kara şey”lerin saldırısına uğramış ya da aileden ve çocuktan yakınan, evhamlı, silik ve edilgin, evlerinden ve evliliklerinden bunalmış, unutmak istediklerinden kaçmak için uykuya sığınmış, bazen de bir aşk ihtimaline tutunmuş insanlar bunlar.

“Normal insanlar için akşam yemeği zamanıydı aslında fakat onların evi normal döngüdenuzaktı yıllardır.” (s.91)

“Apartmanın kara kapısıyla karşılaştığında kaçmak istedi. Birazdan gireceği bu evde, kendinden ne kadar çok taviz verirse versin kimseye yeterli gelmemişti.” (s.88)

“Aile. Konuşmak da düşünmek de istemediği bir şeydi.” (s.71)

“Yeni dünyanın yeni düzeni: çocuk dini.” (s.65)

Bir ara kitabın ismini “Kalanlar” mı olsaymış diye düşündüm çünkü aynı adı taşıyan öyküdeki gibi bütün bu insanlar yerlerinde kalmış, ilerleyememiş tiplerden müteşekkil. Ailesinden, evliliğinden, tekdüze işinden bunalmış bu insanlar sokağa çıktığında silkeleniyorlar. Ahşap evler, sandukalar, kitabeler, camiler, kiliseler,ayazmalar, surlar arasından geçerken burunlarına ulaşan iğde ve ıhlamur kokularıyla kulaklarına dolan siren, korna, akbil yahutdolmuş telsizinden gelen kaba seslerle örülmüş mekânların tarihinde sakinleşiyor, geride bıraktıkları yüklerden, kaçtıklarından bir nebze olsun kurtuluyorlar.Pek çoğu çalışan bu hikâye kişileri iş hayatının tek düzeliğinden yılgındır. Öyküleri okurken bir epifani var mı, diye düşünüyorum, nerede? Yok. Belki olması gerekmiyor fakat karakterin dönüşümü, aydınlanma yaşadığı o an önemli bir anlatım imkânı benim için.

Kitapta “Sevecekmiş Gibisin, Sadece, Kalanlar, Kapılarda” gibi birkaç öykü dışında diyalog kullanılmamış. Hâkim bakış açısının kullanıldığı metinlerde okur ve karakterlerin arasındaki mesafe açılıyor, arada diyalog kullanılması okurla karakteri yakınlaştırırken aynı zamanda karakterleri aracısız tanımanın en iyi yolu bana göre. Böylece verilmek istenen mesaj anlatıcı aracılığıyla değil bütün çıplaklığıyla verilmiş oluyor. Tabii yazarın diyalog kullanması kadar kullanmaması da kendi tercihi.

Öykülerin genelinde toplumsal ve dini göndermelere rastlıyorum.Bir yerde yazar istese de istemese de eserini ideolojiden, inançlarından, siyasetten farklı konumlandıramaz, diye düşünüyorum.Çelik metinlerinde bunu protest bir tavırla ya da toplumun kurulu düzenine, gerçekçi olduklarını söyleyenlerin sahte dünyasına karşı çıkmak için yapmıyor, gayet yumuşak geçişlerle üstünden atlıyorum.Çelik, inşa ettiği hikâyelerin penceresinden toplumu görüyor ve içinde bulunduğumuz ortamı kendi bakış açısıyla eserine yansıtıyor. Necip Tosun’un deyişiyle “Dünya algısını bir hikâyeye sığdırmaya çalışı[yo]r.” (Öykü Terimleri Sözlüğü, s.15)

“Yurtdışı konuşma paketi yaptırmaya gelen, çoğunluğu Türk Cumhuriyetlerinden hasta bakıcılar, kartını bloke etmiş yaşlı teyzeler, internet peşindeki gençler, fatura üzerine telefon almaya çalışan kadınlar…” (s.11)

“Tarlabaşı’nda çöp konteynerlerine bırakılan bomba düzeneklerine söven polislerin yerini, konteynerler kaldırılınca balkondan kaldırıma atılan poşetlere söven kadınlar almıştı.” (s.46)

“Dış kapıyı açtığında su faturasını gördü. İkisi de gün boyu işte olan iki kişiye doksan altı lira çoktu.” (s.59)

“Saraçhane parkının kuytularında kendini otuz liraya satan Suriyeli kızlar bile bilirdi ne isteyeceğini.” (s.64)

“Geçen gün bir hesap, kalıp sabundan sıvı sabun yapmanın yollarını yazmıştı twittere.” (s.70)

“Aşure yapan bile olmamıştı bu sene doğru düzgün.” (s.71)

“Her şehrin geri planında mutlaka dolaşan ambulans sesi.” (s.77)

“Tombul Efes de en çok Tarlabaşı kahvelerinde geçkin Türkistanlı kadınlarla fuhuş pazarlığı yapan bezgin heriflere yakışırdı.” (s.101)

“İnsan mutlaka ziyandaydı.” (s.63) (İnsan gerçekten ziyandadır. Asr suresi I.).

Öyküleri okurken yalnızca konusuna değil sanatçının kullandığı dil, kavram ve teknikleri de tespit etmeye çalışıyorum. Sanatlı ifadelerle alışılmamış bağdaştırmalar kararında ve orijinal.

“Kalbi büyümüş, kalbi karşısındaki adamın adından gayrısını tükürmüştü.”(s.57)

“Kendi evinin ölmüşlüğü bir yanlış olup boğazına düğümleniyordu.” (s.55)

“Akşamdan akşama girilen bir evin piçliği.” (s.20)

Öykülerin sonuna doğru Çelik’in üsluplaşma çabasını yakaladığımı fark ediyorum. Derecelendirilmiş ya da tekrarlı ifadelerle yazarın üslubuna, estetiğine dair ip uçları yakalıyorum. Bunlar bana birazcık Abdullah Harmancı’yı anımsatıyor. Sayfa 20’de Abbas Sayar’a gönderilmiş bir selam da bulmadım değil. “Tarlabaşı salkım saçak.

“Bir şeyler isteyen, bir şeyler emreden, bir şeylerden şikâyet eden tüm seslerden nefret ediyordu.” (s.49)

“Bütün güneşler, güneşlerin altındaki bütün adımlar, adımların varacağı yerdeki aydınlıklar, o aydınlıklardan güneşe vuran ışığın yeniden yere ağması…” (s.55)

“İbrahim diye biri ölmüştü dün gece sokakta. İbrahim diye biri donarak. İbrahim diye biri evsiz. İbrahim diye biri merdiven arasında. İbrahim diye biri kaldırımda. İbrahim diye biri bu soğuklarda.” (s.83)

Çelik’in hikâye zamanları genellikle günümüzü yansıtıyor. Metinlerde Black Mirror izleyip sosyal medyada gezinen insanlar karşımıza çıkıyor. Kimi yerde geri dönüş tekniği kullanılsa da teknik bakımdan şu kullanılmış diyemiyorum. Sanırım teknikten çok duygu ve düşünceleri okuruna vermeyi tercih ediyor sanatçı. Hikâye sonları okurun hayal gücüne bırakılmış, gözlem gücü yüksek öykülerin yeni zamanları eski zamandan ayıran kırılma noktaları kimi yerde biraz keskin olsa da okur nerede olduğunu çabuk kavrayabiliyor.

Kim bilir, diyorum kitabı kapatırken bu yaz, sıcağa aldırmadan, yol, yolculuk, yoldaş eksenindeki bu eseri elime alıp Çelik’in haritasına baka baka Suriçi’ni bir de onun gözünden gezerim.


Şeyda Eroğlu

0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page