“Arjantin Tangoları” (1992) Selçuk Baran’ın altıncı öykü kitabı. Yalnızlık ve umutsuzluk dolu öykülerinde düşsel, şiirli bir hava yaratmakta başarı gösterdiği kabul edilen Selçuk Baran, Behçet Necatigil’den Vedat Günyol’a, Füsun Akatlı’dan Selim İleri’ye, Hulki Aktunç’tan İbrahim Yıldırım’a, İnci Aral’dan Behçet Çelik’e pek çok yazarın övgüyle üstünde durduğu, günümüz okuru tarafından daha fazla keşfedilmeyi bekleyen bir yazar.
“Kıyı yok. Çünkü ben kıyıları hiç sevmedim, ufuk çizgilerini sevmedim. Ufka, kıyılara, bir ağacın köklerine, birtakım törenlere, başlangıcın bitiş anlamına geldiği hiçbir şeye bakmayı sevmedim.”
Bir Yarasa Bir Kıza Âşık Oldu, Kenan Hulusi Koray’ın “gotik edebiyat” kapsamında değerlendirilebilecek bütün öykülerini bir araya getiriyor.
“Bir Garip Adam”, “Kavaklıkoz Hanı’nda Bir Vaka”, “Kemiksiz Kadın”, “Tuhaf Bir Ölüm”, “Ömer Besi’nin Başı”, “Köyde Cinayet”… Tüm bu öyküler gerçekle gerçekdışının sınırlarında dolaşıyor, insanı tekinsiz bir âlemin kapısından içeri sokarak inanılması güç, hakikatinden şüphe duyulacak olaylarla etkisi altına alıyor. Korkuyla ürpermenin, dehşet ve hayret içinde kalakalmanın tuhaf, karşı konulmaz tadı ortaya çıkıyor.
“Bilakis en çok inanmak istemediğimiz şeyde hakikatin en çok hissesi vardır ve bir gün herhangi bir yerde sinirlerimize hâkim olamamak korkusu ile onu reddetmiş, daha doğrusu güneşi balçıkla sıvamaya kalkmışızdır.”
Ali Teoman Aşk Yaşama Çok Uçuk’ta anlatı ustalığını her yönüyle sergiliyor.
Ali Teoman’ın “Aşk her şeyi bozar” ilkesiyle yazdığı, birbirinden çok farklı teknikler denediği Aşk Yaşama Çok Uçuk, giriş ve çıkış metinleri dışında, üçer öyküden oluşan üç bölümlü bir kitap. Aşkın türlü durumları, sevişmenin türlü biçimleri eğlenceli karakterlerle anlatılırken güçlü bir ironi okuru sarıp sarmalıyor. Öykülerin çatısı niteliğindeki “Yitik Bir Yazar İçin Pentimento” çok katmanlı yapısıyla bütün öyküleri kuşatıyor.
“Hâşâ, aşka lafımız yok! Haddi zatında, aşkı ailecek gayetle sever ve sayarız. Sorun başka. Aşk iyidir, hoştur, eyvallah, ama maalesef yaşam çok kirli, çok somut, çok gerçek... Bu boğucu ortamda soluk alamaz, yaşayamaz, varolamaz aşk. Uzun lafın kısası, aşk yaşama çok uçuk.”
“Bu çok karamsar bir bakış açısı ama, Yunus!”
“Biz harbi adamız, bizde kelek yok, moruk!”
Herkesin sakındığı gözde kusura bahane diye gösterilen bir kısa çöp, kimse bıraktığı yerde bulamıyor üstüne titrediğini. Kadim sırrı açık etmiyor kuşlar, çocuklar en iyi yanılmayı biliyorlar hâlâ. Ama neyse ki kokular var, yüzü kırışmayan bazı duygular. Sonra sanrı ve zehir, ölüm ile toprak, hem de bir ağaca dönüşerek. Balyoz mu ezip un ufak eden bizi, bir çift göz mü yoksa? Artık yanımızda olmasalar da görebilir miyiz sevdiklerimizi hızla dönen atlıkarıncada?
“Cıs” Hakan Sarıpolat’ın, okuru usul usul sarıp sarmalayan ve sonunda sarsmaktan geri durmayan öykülerinin bir toplamı. Gerçekle düşün birbirine karıştığı, didikleyen, soran ve şaşırtan öyküler.
“Kapı önündeki köpek beni görünce ayaklanıp rahatını bozduğumu belli edercesine homurdandı. Uzunca gerindikten sonra eski yerine gömülüp uyumaya devam etti. Karın sert ayazı suratımı bıçak gibi kesiyordu. Paltomun yakasını kaldırıp köye baktım. Ayın ölgün ışığı evlerin kararmış suratlarında titreşiyordu. Bir süre hiç kımıldamadan dinledim. Kahvedekilerin küfürleri ve birbirine çarpan dalların sesleri arasından aradığım sesi buluverdim. Ormandan geliyordu. Karları gıcırtıyla ezerek yürümeye başladım.”
Günümüz öykücülerinden Eylem Ata Güleç’in ikinci kitabı Uzak Değil Yapı Kredi Yayınları’nda Eylem Ata Güleç, önceki kitabı Boşlukta Büyüyen’de olduğu gibi, şiddetin, çatışmanın, gerilimin izlerini; kadınların, çocukların, yaşlıların günlük yaşamındaki olumsuz etkilerini ustalıkla öyküleştiriyor. Kitapta yer alan on üç öyküde yazar, hep canlı tutulan bir ateşin közlerinde dağlanmış yaşamları güçlü simgelerle, soyutlamalarla, yer yer de ironiyle yazınsal katlara taşıyor. Toplumsal gerçekler, siyasal olaylar, insani yıkımlar onun şefkatli kaleminde evrensel bir duyarlıkla insani bir boyut kazanıyor. Uzak Değil, ateşi yüksek, sarsıcı, büyülü öykülerle yüklü. “İçeriye girip silahımı aldım. Şimdi delikten onu gözlüyorum. Yeni filizlenen dut yaprakları arasından gofretleri yiyişini izliyorum. Birazdan vuracağım onu. Hemen yok olup olmayacağını, rüzgâr eserse kokup kokmayacağını merak ediyorum.”
Emin Gürdamur, kendi ifadesiyle “asırlar öncesinden kalma bir taşı kaldırıp altındaki akreple yüzleşir gibi” kalbinde binbir korku, acı ve ıstırap taşıyan insanları ve onların hikâyelerini anlatıyor. Nerede başlayıp nerede bittiği bilinmeyen bir çemberin içinde insan, aynaların kendi aralarında anlaşarak bir sırrı nasıl saklayabildiğini soruyor. Kimi zaman bir trende sıkışıp kalan âşıklar kimi zaman da kendi imgeleri tarafından imgeleştirilen bir yazar boy gösteriyor bu aynalarda. Gözler bize bakıyor, eller bize uzanıyor, sesler bizi buluyor. Kalbi tarafından ateşe atılan bir şeyh, rüyası için yola çıkıyor, çöl ona sırtını dönse de. Parçası olduğu karanlıkla baş edemeyen bir mahkûm, gölgesini ve hatıralarını sürükleyerek evine dönüyor. Ölülere karşı başlatılan bir savaş yiyip bitiriyor yaşamın kenarlarını da. Öyle ya, cüzzamlı şairlerin şiirlerine bile buyur etmeyeceği bu solgun yüzler, Emin Gürdamur’un hikâyelerinde bir bir aydınlanıyor. Yasak Ağacın Altında, insanı ve onun hikâyesini güneşe tutarken bir yandan da fısıldıyor: Susmak neden bütün savaşlara ruh katar? Gemiler batarken ne düşünür? İnsan neden yüce bir felaket arar?
Aklın aldığından daha fazlası dünya. Biraz daha güzel, biraz daha çirkin, hem kocaman hem el kadar. Nereye koysak orada eğreti, neyine eğilsek orası kirli. Ama aklımız da öyle. Dünyanın sandığından daha büyük, berrak ve kara. İkiz kardeş gibiyiz onunla biz. Herkes çekinmeden bize bakıyor işe yaradığımızda. Ama eğilen yüzünü görmeye eğiliyor, kimsenin dudak izi yok suyumuzda.
Tuba Kumaş, ikinci öykü kitabı Uç'ta düş ile gerçeği birbirine kopçalıyor. Bir sürü pencere açıyor okur için, yeni kapılar inşa ediyor. Duru dili ve özenli kurgusuyla uzun süre akılda kalacak bir kitap.
"Hafızam yavaş yavaş silindi. Günleri, saatleri şaşırdım. Gece yarısı kocamı uyandırıp kahvaltı masasına oturttum. Hafta sonu tatillerinde çocukları okula hazırladım. Güneşli havalarda boyunlarına birer atkı doladım, yağmurlu havalarda üstlerinde incecik elbiselerle dolaştırdım."
Denize Doğru’da aile parçaları, kırıklar sadelik maharetiyle ayıklanıyor. Tasnif yönteminin odağında vicdan ve merhamet serili. Nazlı Kırcı anlatıcı olarak taraf tutmuyor, bir gözlemevinden bakıyor kahramanlarına; kahramanlarının neden sustuklarını, beyhude konuşma çabalarına giriştiklerini biliyor. Hevesi kursağında kalmışların, hayalleri tamamına ermemişlerin hikâyelerini anlatıyor.
Nazlı Kırcı, ilk öykü kitabı Denize Doğru’da, bir çocuk belleğini diri tutarak bugüne, erişkinliğe varıyor. “Ölenler gerçekten bizi cennette mi bekliyor?” Kadının dudağının kenarındaki gülümseme silindi, çenesi titredi. Sorunun cevabını arar gibi bakışlarını üstündeki örtüye yöneltti. “Galiba,” dedi sonunda.
“Nereden biliyorsunuz?” “Anlamadım.”
“Öyle olduğunu nereden biliyorsunuz?”
“Bilmiyorum,” dedi kadın. Yüzünü buruşturup elindeki mendilden parçalar kopardı. “Öyle olmasını istiyorum.” Elindeki tabağı kadına uzattı Melike. “Peki, ya hayvanlar?”
“Hayvanlar mı?”
“Onlar da bizi cennette bekliyor olacak mı,” dedi. Yatağın kenarına oturup camdan dışarı baktı. “Bu serçeler nereye gidecek?”
Yazarın toplu öyküler kitabı Eşekarısı’ndan on yıl sonra yayımlanan kitapta dokuz öykü yer alıyor.
Şiir Erkök Yılmaz, bu kitabında da sıra dışı bakış açısını ve sinematografik anlatımını sürdürüyor. Hayatın buhar olup uçan ve katılaşıp kalan yanlarına aynı ustalıkla eğiliyor. İroni gerçekliğin içine ustalıkla yerleşiyor, köpüğü üstünde olaylar ustalıkla öyküye taşınıyor ve sinema perdesine sözcüklerin ışığı düşüyor. Fil Kazası’nda bir araya gelen öykülerin başını, gerçekten de film gibi iki öykü, “1 Mayıs” ve “Koku” çekiyor.
Somut olayların içindeki gerçeküstü izleri araştıran, insanın özüne dokunmayı başaran, son derece özgün, canlı, incelikli, derinlikli bir yazarın ustalık verimi Fil Kazası.
36 yazarlı Umutlu Öyküler kitabı, insanlık olarak zor günler geçirdiğimiz bir dönemde kolektif umut arayışımıza bir nebze de olsa katkı sunmak için yola çıktı. Şükrü Erbaş, Ercan Kesal, Barış İnce, Ahmet Büke, Özgür Çırak gibi edebiyatçıların umutlu öykü ve yazılarıyla yer aldığı kitapta, İzmir Yazı Atölyesi’nde Barış İnce eğitmenliğinde üç aylık çalışmayı tamamlamış katılımcıların üretimleri de yer alıyor.
“Benim bir türlü kurtulamadığım hayallerim vardır: En tepesindeyken rüzgârın ve en hızlısıyken yağmurun; birden, sinek vızıltılarıyla kaybolmuş bir bataklığın kenarında bitiveren. Bir akrep gibi kıvrılıp acıyla, soksam kendimi diye düşünürüm. Ardından, yağmur bir kez daha yıkasa caddeleri. Dilimi, dişimi ve etlerimi bir kez daha yıkasam ve sakınmadan yürüyebileceğim ilk duvar dibinde, elimde kalan son meşaleyi de yaksam. ‘Bir kuşun yarası’ kadar derin yaramı son bir öpüşle dağlayıp, dağlı çiçeklerle örülü bir bahçenin kenarında dursam diye, hayaller kurarım.”
“Bu mühim kusuruyla beraber Tosun’u
bir kedi gibi değil; bir refik, hatta yegâne bir
refik-i sadık sıfatıyla severdim ve hissederdim ki
o da beni alelade değil, bütün hüviyet-i manevisinin merbutiyetiyle seviyordu.”
Geçmiş Zaman Kedileri, 1870’lerden 1950’lere hayvanların edebiyatta nasıl temsil edildiği sorusuna kedi hikâyeleriyle cevap veriyor. Ahmet Haşim’den Halit Ziya Uşaklıgil’e, Fatma Münire’den Osman Cemal Kaygılı’ya, Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan Ahmet Midhat’a uzanan metin derlemesinde şehir deneyimiyle kedi hikâyeleri iç içe geçiyor, böylece kitap, İstanbul sokaklarında ve konaklarında gezinen, insanlara refakat eden kedilerin rehberliğinde bir çeşit seyir defterine dönüşüyor. Kedilerle kurulan arkadaşlıklar ve kedilere yönelik düşmanlıklar, yoldaş ve tekinsiz kediler, bu metinler arasında dolaşırken yüz yıl öncesinde insan kedi ilişkilerinin serencamını da resmediyor.
M. Fatih Kutlubay’ın hikâyelerinde bugünle dün arasında ne kadar kapı varsa bir bir açılıyor. Zamanlararası bir yolculuğun anahtarı da kimi zaman İskender’in aynası kimi zaman rüyalar oluyor. Geçmiş zamanın şarkısı, bir kez daha duyuluyor. Denizci Hernan Cortés, Tenoçtitlan’ı bir kez daha yerle bir ediyor. Göğün sonsuz direkleri Mûrgzar ve Mâhizar’ın eteklerinde kahveler yapılıyor, kumlar dökülüyor, fallar bakılıyor. Tuz nehrine ve bal kuyusuna doğru çetin bir yolculuk başlıyor. M. Fatih Kutlubay, hikâyesi büyük büyük dağların ardında kalmış halklar için bir destan yazıyor. Geçip giden günler ve Elbruz Dağı’nın ötesindeki yurtlar için. Geçmiş zaman; büyük Nart meclisinin yeniden toplanmasıyla, ejderha Blago’nun unutulmayan lanetiyle, kaç bin yıllık törelerin -acı da olsaişletilmesiyle yeniden kuruluyor. Karaçaylılar, Almanlar ve Rusların arasında kalınca, trenler dolu gidip boş gelince Giray da bir teselli bulmak için ninesinin anlattığı masalları hatırlıyor. Tıpkı Kutlubay’ın yaptığı gibi. Zaman, şarkısını bu sefer -unutulmasın diye- dağların ardında kalmış hikâyeler için söylüyor.
Grafen Bulut, insanın çelişkilerine dair bir dizge oluşturuyor. Yazar, insanın bu çelişkilerini derinlemesine bir dikkatle anlatıyor. Teknolojik gelişmelerin izlerini öykü formunu bozmadan, bilim kurguya yaklaşmadan, bilimin edebiyata sunduğu imkânları kullanarak aktarıyor. ‘İnsanî oluş’un ustalıkla öyküleştirildiği metinlerde yazar, bilimin bir edebiyat nesnesine dönüşmesinin yollarını arıyor. Öykü kişilerinin bilim insanlarından seçilmesi, onların gündemlerindeki insanî durumların öyküleştirilmesi çelişkileri, hesaplaşmaları, arada kalmaları da beraberinde getiriyor. İnsanın iç çelişkilerinin ayırdına başarıyla eğilen Ali Güney, çelişkilerin ayrıntılarına okurunu hakem kılıyor.
Grafen Bulut’un öykü kişileri, hayatı ıskalamaktan tedirgindir: Ancak yine de coşkulu kimselerdir; mızmız, bedbin, karamsar değillerdir. Hayata bağlıdırlar; hatta delicesine yaşamaya can atarlar. Kırılmış, parçalanmış dünyalarında başarısız olduklarını hissettikleri ânlarda dahi dile, öyküye tutunurlar.
Birbirinden ayrı ama aynı zamana sıkışıp kalmış insanların öyküleri... “Kuyruk acına bir isim takıyorsun. Kaldırımlarda dengesiz, hedefsiz, çarpık yürüyüşünü bu isme yoruyorsun. Altı gece önce kalabalıklar arasında kaldırımda yürürken önünü kesip yüzüne hırlayan o köpek için bir hikâye yazmaya çalışıyorsun. Bunu uzun zamandır seni ciddiye alan tek kişi o olduğu için yapıyorsun.” Kasım Hasan Ünal, anlarla örülü geçmişin, şimdiki zamana hükmeden yazgısını öyküleriyle anlatıyor. Duvarlar ve sokaklar arasında insanın kaçıp gitmek istediği yerin çoğu zaman kendi suskunluklarının olduğu gerçeği, belki de kelimeler eşliğiyle biraz daha yumuşuyor. Birbirinden ayrı ama aynı zamana sıkışıp kalmış insanların öykülerini anlatan bu kitabı, sayfalar arasında kendinizle buluşuyormuşçasına okuyacaksınız.
Ankara’yı mesken tutmuş martılardan Galapagoslu Yalnız George’a, Tarlabaşı’nın karanlık köşe bucaklarından Balat’ın ayazmalarına, büyük kentin kalabalığındaki kimsesizlerden aynı şehrin sokaklarında kendi cemaatini oluşturmuş, kulağı küpeli köpeklere… Gerçeküstü bir düşten, rengârenk dokuz sahne.
Elvan Çubukçu yeni kitabı Köpek Düşü’yle öyküdeki yerinin kalıcı olduğunu gösteriyor.
“İstersen, soyluluğunu ve gücünü kullanıp hendekleri kumla doldurtabilirsin pekâlâ. Derdini sana getireni onu dinlemeden başından savamazsın sen. Tümüyle taştan ibaret bile olsan göğsümdeki boşluğumu kıskanamazsın. Bunun için daha sağlam nedenler gerekir sana. Şimdi iyi dinle beni çünkü sana bunu sadece bir kere fısıldayacağım... Bana yardım etmez misin?” Ahmet Şimşek, Hammurabi’deki öykülerinde eksik parçalarla hayata tutunmak için çabalayanları, telafi edilemez anların çaresizliğinde boğulanları, hayatın anlaşılmaz yanıyla erken tanışanları, bir ana takılıp yaşamı kaçıranları anlatıyor. Kimi zaman bir arada kalmanın yolunun susmaktan geçtiğine inananlara tutuyor ışığı, kimi zaman fanusuna asla dönemeyecek bir balık çaresizliğindeki yalnızlara. Yoğun duyguların ön plana çıktığı öykülerle okuru yanına alıp, bir sorgulamaya, bir yüzleşmeye itiyor.
Borges, “futbol, İngilizlerin icat ettiği en berbat şeydir,” der. Bunu bir de Mustafa Aplay’a sormak gerekir. Onun öykülerinde futbol asla, sadece futbol değildir. Çünkü hayat, kimi zaman topun çizgiyi geçip geçmediğini bilmek için bile yaşamaya değerdir. Manchester United -ya da Kırmızı Şeytanlar mı demeliyiz- Fenerbahçe ile karşılaşır. Büyük Arjantin, efsane goller atar. Roa kurtarır penaltıyı ve çok asi, çok tuhaftır Maradona. Hikâyeler, soluksuz bir mücadeleye benzer. Kahramanlarının içinde çığıran, feci gürültü fazlasıyla tanıdıktır. Kalbi titreyen Keremler, büyük bir yangının müsebbibi Nergisler, sayıların içinde kaybolmuş İbrahimler… Kaybederler: Fazla aşktan, fazla inanmaktan, insan olmaktan.
Evrenin büyük matematiğine göre harflerin kovuğunda ve sayıların kaygan derisinde bir not yazılıdır: Neden Bıçkın Bir Delikanlı Olamadım’ı okumanıza bu dünyanın saatine göre yedi saat otuz dört dakika var. Mustafa Aplay’ı tanımanıza da harfler evreni takvimine göre saniyeler. Zaman önemli değildir çünkü kapı, iki taraftan da aynı yere açılır. Neden Bıçkın Bir Delikanlı Olamadım, bir kırmızı kartın arkasında yazan en esaslı sorulardan biridir.
Biz daha çiselemeden sağanak olmaya çalışan yalancı bir yağmurduk.
Yüzümüz kendi ellerimizin göçmeni. Gittiğimiz yerde kurmayı bilmediğimiz hiçbir çadır birleştirmez bizi. Önce uyumak lazım. Uyumak için de susmak.“Biz böyle öğrendik,” demek kolay da bunu söyleyen göğsümüzün genişliği yok. Papatya kokusunu unutacak kadar yalnızlaştık. Kısa yollar hep buzlu. Saçaklar… Bizi öldürecek kadar sivri ve ansızın düşecek kadar habersizler. Demek istediğim, herkes kendi buzunu sarkıtıyor içinden. Soğuk. Nabzı sıcak atıp da kalbi buz olan kaç kişi var aramızda? Birbirimizi unutturmak için içimizdeki bütün çocukları öldürdüğümüzde diş ağrısından öteye gidemedi vicdanlarımız. El feneriyle bakılmayacak kadar kirlenmişti ağızlarımız. Sahi biz neden bu kadar kötü olduk?
Özgür YALNIZÇA; aşka, yaşama dair özgün metaforlarıyla hayata farklı bir açıdan bakmamızı sağlarken samimi üslubu ile yarattığı karakterlerin ibretlik hikâyeleri sayesinde itiraf edemediğimiz duygulara tercüman olup bizlere sabrın, cesaretin, şükretmenin önemini hatırlatıyor.
Ahmet Yetik, öykülerindeki betimlemeleri, tasvirleri ve diri tuttuğu duygularla daha ilk kitabında okuyucuyu sarıp sarmalıyor. Çarpıcı üslûbuyla yalnızca öykü yazmıyor, öyküdeki satır aralarıyla yeni ufukların, farklı diyarların, ateşin buram buram yaktığı acılı gönüllerin, yanlarından geçip gittiğimiz insanların hikâyelerine ortak ediyor okurunu. Toplumsal bir kangrene dönüşmüş olaylara parmak basıyor. Hayatın göremediğimiz yahut görmekten kaçtığımız dehlizlerine doğru yolculuk yaptırıyor. Kapkaraydınlık, okurunu karanlık gibi görünen acıyla, kederle, hüzünle yoğurarak aydınlığa çıkarmanın peşinde.
Komentar